BİR GENERALİN VASİYETNAMESİ

BİR GENERALİN VASİYETNAMESİ

1960-1980 arası Ortadoğu gelişmelerinde, 1967 Arap-İsrail savaşı bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü bu savaşta İsrail'in Araplar karşısında kazandığı kesin zaferler neticesinde topraklarını savaştan öncekinin dört misli genişletmiştir. 1967 savaşı İsrail'in değil Arapların isteği ile zuhur etmiştir. Savaşı çıkarmak isteyen Araplar ilk saldırının İsrail tarafından gelmesini istemişler ve buda olmuştur. Fakat Araplar için hezimet daha savaşın ilk günlerinde gelmiştir.


1967 savaşının gerçekleşmesine Mısır öncülük etmiştir. Devlet başkanı Nasır İsrail'e karşı zaferi kesin görüyor ve bunu Mısır için bir onur meselesi olarak görüyordu. Fakat tarihi netice Nasır'ın hayal ettiği gibi zuhur etmedi ve Arap orduları savaşın ilk günlerinde tarumar olmaktan kurtulamadı.


Arap ordularının savaşın ilk gününde hava gücünü tamamen yitirdiği bu harp tariha "Altı gün savaşı" olarak geçti. Savaş öncesi Mısır Silahlı Kuvvetleri'nin en güçlü ismi olan ve Devlet başkanı Nasır'dan sonra Başkomutan Yardımcısı ünvanına sahip iken malubiyetin ağırlığına dayanamayıp intihar eden, General Abd-el Hakim Amr'ın vasiyetnamesi hayli ibret vericidir.


Amr savaştan sonra gözaltında yaşamaya başlamış ve boş bir gurur neticesinde girişilen bir maceranın sorumluluğunun bilincinde olarak aşağıda kaydedilen vasiyetini hazırlamıştır.

İbret alınacak derslerle, yorumu ilgili okuyuculara bırakarak General Abd-el Hakim Amr'ın vasiyetnamesini sunuyorum.

"BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM"

" VASİYETNAME "

9 Hazirandan beri, neticelerin hesabını daha evvel dakik bir şekilde incelemeden, savaş meydanına onbinlerce subay ve eri göndermenin mesuliyetini yüklenme acı gerçeğini kabul etmem sarih ve zaruri olarak görülüyor.

Bir subay olarak altında inlediğim bu mesuliyete ve bunun ağırlığına şerefle tahammül etmem gerekmektedir. Bu mesuliyet yalnızca bu badirede feda edilen Mısırın onbinlerce aziz evladının ailelerine hesap verme zorunluluğu değil aynı zaman değil aynı zamanda akla ve hayale sığmayan hezimetin de mesuliyetidir.

4 Hazirana kadar bütün yayın vasıtalarımızla muzaffer olacağımız, İsrail'den intikam alacağımız, Mısır'ın şan ve şerefini ihya edeceğimizi ilan ederken bir kaç gün içinde bütün taktik ve hesapların yıkılması ne hazin tecellidir. Taktikte hata ettik. Bütün hayatımı uğruna harcadığım ordumuz tarumar oldu.

Evet mesuliyetini bütün ağırlığı ile yüklenmek gerekiyor. Bundan kurtulmaya çabalamanın yolu olmadığı gibi, korkunç mağlubiyetin azametini hafifletmeyede imkan bulunmamaktadır. Halk, irtikab edilen hataların büyüklüğünü müdriktir. Binanaleyh gelecek nesillere ibret olmak üzere mesulleri yargılayacaktır.

İçimizden herhangi birisi kalkıp " Ben mesuliyeti yükleniyorum " diyemez. Ordumuzun paramparça edilmesine sebep olan kararların kimin tarafından alındığı, takdir, plan ve hesapların ne olduğu bilinmeyince, mesulunu tayin etmek mümkün değildir.

Ordudaki hizmetimin devamı süresince, yeni ve eski bütün subay kardeş ve çocuklarıma ki bunu hepside hatırlayacaklardır, Vatan sevgisini, iman ve yürek temizliğini şart koşarak, Silahlı Kuvvetler içinde, içimizden her ferdin son derece kesin mesuliyetler altında bulunduğunu hissetmesini telkin etmiş, bu hassasiyetin bize kuvvet verdiğini ve memleketin geçirmekte olduğu hal ve şartları bilmesi gerektiğini, her subayın erlerine yakın bulunmasını, onlara iltifat etmesini, dertlerini öğrenip gereğini yapmasını ve askerlerine, silahlarına, teçhizatına olan himaye ve sevgisini, din ve iman kadar kutsal tutmasını, ancak bununla Milletimize olan borçlarımızı ifa edebileceğimizi her zaman tekrarlamış idim.

Benim askeri hayatımda ilk hedefim, Silahlı Kuvvetlerdeki her subayın ruhuna mesuliyet şuurunu aşılamak olmuştur.

En küçük reütbeli bir subaydan, büyük rütbeli komutanlara kadar bütün subayların, komuyanlıklarının yüklediği mesuliyetleri seve seve kabul etmesi lazımdır. Her subay bulunduğu kumanda mevkiinin aynı zamanda bir " itimat mevkii " olduğunu bilerek ona göre hareket etmesi gerekir.

Ben Başkandan ayrı, en küçük rütbeli komutana kadar hepimizin bu yolu tutması gerektiğini ve rütbe yükseldikçe mesuliyetlerinde o derece büyüdüğü kanaatindeyim. esef ederim ki, bu kanaati yalnız benim taşıdığımı acı olarak görmüş, etrafımda ki herkesin bu malubiyet ar vehicabını yükleyecek bir kimse aradığını öğrenmiş bulunuyorum.

Bu sebeple istifamı verdim.

Dost ve arkadaşlarımdan bir çoğu bu kararın çok erken olduğunu söylediler ve bundan vazgeçmem için ısrar ettiler.

Diğer taraftan uydurma haber tüccarları, benim psikolojik derin bir rahatsızlık geçirmekte olduğumu ve intihara teşebbüs ettiğimi yaydılar.

Mağlubiyetten sonra, içimizden herhangimiz ruhi bir bunalım geçirmedik? İntihara gelince, bu benim aklıma asla gelmemiştir. Çünkü bu, sarih suretle mesuliyet yüklenmek faziletinden mahrum olmak manasına gelir. Bu münasebetle dostlarımı tatmin ettim. Ve hakikatin açığa çıkmasından başka bir dileğim olmadığını, herhangi kötü yüreklinin ithamından da çekinmediğimi, kendi hakkımda olduğu gibi diğerleri hakkında da gerçeğin kendisini söyleyeceğimi, askerlik şerefinin bunu gerektirdiğini söyledim.

Bir zamanlar evimden çıkmadım. Fakat dostlarım akın akın beni ziyarete geldiler. Beni istedikleri zaman ziyareti adet edinen kuvvet komutanları ve subaylar yine eskisi gibi, kendi mesela ve müşkülleri için bana geldiler. Onların işleri için yine önayak oldum, kendilerine imkanlarımın müsadesi nisbetinde yol gösterdim, bunun içinde elinde icraat selayeti bulunanlara baş vurdum. Bunların bazıları hemen alakalandı, diğer bazıları ise benden kaçındılar. Allah bilir ki, bu kaçınanlar hakkında en ufak kin duymuorum. Kinim yalnız kendi nefsimedir. Çünkü kendilerine itimat edip vazife tevci ettiklerimi tanımamış, denememiş olarak seçtiğimi anladım. Hezimet, bir çoğunun karakterini açığa vurmuş, korku ve riya seciyelerini yıkmış ve kardeş kardeşten korkmaya başlamıştır.


Bana yapıla gelmekte olan ziyaretlerin, aralıksız devamı normal karşılanması gerekirken, bir takım fısıldaşmalar ve şaiyalar aldı yürüdü.

Kardeşim ve çocuklarım olan subayların beni ziyaret etmelerinin bir maksada dayandığını yayan bu fısıltıların tertipçileri, benden kaçınan fırsatçı ve korkaklar olduğu anlaşıldı. Benim bu ziyretlerde suçum ne ?

Ordu subaylarının çoğunluğu, beni dertlerini, meselelerini çözen bir kardeş telaki eder ve bunu bütün Mısır bilir. Böyle olunca, benim onlardan bu fısıltılar dolayısıyla bu ziyaretleri yapmamalarını istememe imkan var mı ?

Gerek şaiyalar ve gerek kendince bilinen bir sebeple sayın Nasır Hartum'da toplanacak olan zirve konferansına katılmadan evvel, beni ziyaret etti ve muhtemelen heyet kuvvetlerinin beni tevkif edeceklerini söyledi. O sırada sayın Nasır ile olan münasebetlerimiz çok iyi ve konuşmalarımız da samimi idi. Sayın Başkan'dan sordum: Beni neden tevkif etmek istiyorlar? Şöyle cevap verdi: Kardeşim, bana gelen raporlar çok sayıda subayın evinizi ziyaret ettiğini bildirmektedir. Bu hal rejimin nizamını bozar. Raporların doğruluk derecesini bilmiyorum. Ama bu ziyaretleri sınırlandırmak lazımdır. Kendisine;

Şerefime yemin ederim ki bu ziyaretlerin siyasetle bir ilgisi dedim. Bana;

Bu hususta hakkında emir çıktı. Bu emri geri almama imkan kalmadı. Ama, şayet bana evinde oturacağını ve bu fırtına geçinceye kadar kimseyi kabul etmeyeceğini garanti edersen mesele değişebilir, dedi. Kendisine;

Cemal, idareyi ele geçirmek isteseydim, Haziranda istifamı vermezdim. Buna rağmen şayet sana sadık olanların en sadıkının niyetleri hakkında şüpheye devam edersen, Başkumandan sıfat ve selahiyeti ile teşkilini emredeceğin bir mahkemede hesap vermeye hazırım, dedim.

Buna imkan yoktur, diye cevap verdi. Sordum,
Susmamı mı emrediyorsun ?
Evet, Muhammet Necip 1955 yılından ebedi sukutuna kadar sustu.

Ben susamam. Çünkü böyle bir sukut vazifeme ve askeri şerefime hiyanet teşkil eder.

Aile ve akrabalarının başına gelecekleri düşün, diye mukabelede bulundu.
Silahlı Kuvvetler camiası, benim ailem ve akrabalarım ve bütün varlığımdır. Onlara mesuliyetim hakkında ifade vermeye hazırım.

Ben bütün mesuliyeti kabul ettiğimi ilan ettim. Artık tahkik ve muhakemeye luzum kalmadı. Çünkü böyle bir hal ne senin ne de benim lahime olmaz, senin adın benim adımla ikiz teşkil ediyor, dedi.

En iyisi bunu bir daha ve iyice düşünmektir dedi ve konuşmamız bitti. Ama aynı anda evimde silahlı nöbetçiler dikildi. Kim olursa olsun evime kimsenin girmesi yasak edildi. Aile eşrafımdan başka hiç kimse ile konuşmama hatta mektuplaşmama izin verilmedi.

Bu tedbirler benim milletimin karşısında şerefim, namusum ve şöhretimin lekesiz olduğunu isbat etmek ve hakikatlari bütün çıplaklığı ile açıklamakhususundaki azim imanımı kuvvetlendirdi.

Milletimiz yüzlerce sene derebeyleri ve sömürgecilerin elinde inledi. 1952 Temmuz ihtilali milletimizi bunlardan kurtardı. Biz, bu inkilabın subayları idareyi ele aldık. Hedef ve gayemiz, prensiblere dayanan yüksek bir yurt severlikle, milletimizin kalkınması idi. Buna ahd ettik. Bugün millete hulus ile hizmet etmeyi taahüt eden kardeşler nerede.

Bizim hizmetimiz bu yılın haziran ayında değil, çok daha evvel, ihtilalimizin muaffak olup, bazı başlarda gurur rüzgarlarının estiği zamanlarda başlar. Daha o zamanlarda ihtilal meclisi azaları kardeşler arasında şahsi menfaat kollamalar ve halk alyhine istismarlar başladı. Ben o zamandan beri bunlar hakkında sayın Başkan'a etraflıca ve çok sayıda raparlar verdim. Başkan bunlara kulak asmadı. İşte o zamandan beri başarısızlık başladı. İtikadımca milli birlik ile sosyal birlik arasında hiçbir fark yok. Her ikisinde de Başkanlık ve idare aynı şahıslarla olup tenkid veya otokritik yasaktır ve buna kimse cesaret edemez.

Yapıcı ve hür tenkit yapan mustakil bir parlementonun ikamesi mümkündür. Esasen ihtilalin eserlerini muhafazaya ordu bekçilik etmeye devam ediyordu. Ordunun vazifesi idare nizamının muhafazasıdır. Liderlerin buyurduklarını zorla dikte ettirmek değildir.

Kardeşçe münasebetlerimize rağmen, benim sayın Nasır'la başlıca ihtilafım buradadır. Söz hürriyetlerinin kısılması hududu içinde benim de bulunmam ne gariptir. Bu yüzdendir ki bu dakikada her zamandan daha çok söz hürriyetine inanıyor ve bunun Mısır ve diğer Arap devletleri için büyük bir nimetolduğunu anlıyorum.

Bir gün bana Arap fikir adamlarından biri dedi ki:
" Sizin 1952 ihtilalinizden evvelki basınınızı hatırlıyorum. O sırada ve en güç zamanlarda bu basın gerçek için mücadele etmekteydi. Bugün sizin basının haline bakıyorum, hiç bir gazetede ne bir siyasi, ne bir iktisadi nede askeri bir tenkit göremiyorum. Krallık hatta derebeylik zamanlarında bile bu derin hürriyet kısıntısı yoktu. Siz mi basını buna mecbur ediyorsunuz? " O sırada Yemen savaşı vardı. Arap düşünürünün sözlerini sayın Nasır'ın kulağına ulaştırdım. Bana: " Yemen harbi sırasındaki kritik durum dolayısıyla basına hürriyet vermek tehlikelidir dedi.

1965 Kasımında Fransa'yı ziyaretimde Başkan De Gaulle'un cihanşumul ününü nasıl sağladığını anladım. Bu zat nufuz ve itibarı gibi şöhretini de parlementodaki muhalefet partilerinin ve hür basının tenkitlerinden almaktadır.

Biz Mısır'da bugün, Krallık zamanında, onların saraylarındaki haşmetli devrine dönmüş bulunuyoruz. Bu durumu Başkan'a her söyleyişimde bu konunun ortaya atılmasından çekindiğini görüyor ve Allah isla etsin, bütün bunları kendisinin arze etmekte olduğunu, hissediyor idim. Bir gün kendisine, felan veya filanın kendi akrabalarına ithalat pirimleri verdiklerinden vr karı ortaklaşa paylaştıklarından malumat sahibi olup olmadığını sordum. Bana :

" Ben onları da, daha pek çoklarını da biliyorum " dedi. Kendisine:

" Bu bozuk düzene bir son vermenin zamanı geldiğini zannediyorum " dedim. Bana.

" Korkma Abdilhakimi ben bu suretle onların kaderlerini ellerimde tutuyorum, bu korku ile benim daima kontrolum altında kalıyorlar " dedi.

Bu konuşma, 1964 senesinde yani ihtilalimizin 12. senesinde oluyor. Acaba biz, derebeyliği, Krallığı devirip onların yerine bugün kü ahlak ve seciye fesadını ikame etmek için mi ihtilal yaptık ? Ben bütün bunlara rağmen nutuklarımda, münakaşalarımda saf birliği için haris bir istek taşıyarak, iç işlerimizde olduğu gibi dış işlerimizde de Arap ve dünya meselelerinde çok mühim görevlerimiz bulunduğunu münasip fırsatlarda Nasır' a arz ettim. Silahlı Kuvvetlerimiz bölgede en büyük vuruş gücüne sahip idi. Fkat siyasi bazı mülahazalarla ordumuz harekat ettiriliyordu. 1952 de Cumhuriyetçilerin ihtilali, krallığı devirdiği zaman bu ihtilali desteklemeyi askeri yönden durumu münakaşa etmeden kabul etmiş ve sayın Nasır benden fikrimi sorduğu zaman kendisine:
" Eğer bizim bu işe karışmamız, sadece Cumhuriyet nizamını desteklemeyi amaçlıyorsa mesele basittir. Fakat, eğer bundan daha ileri ve herşeye rağmen Cumhuriyet nizamını kabilelere zorla kabul ettirmek ise biz bu ihtilafta taraf olacağız. demektir. Bu halde Cumhuriyet nizamının hiç bir askeri kıymeti olmadığına göre, başlıca muhallif taraf olarak durumu yeniden gözden geçirmek gerekir dedim.

Başkan, Yemen ihtilaline karşı ellerimiz böğrümüzde bağlı duramayız mutlaka müdahale edeceğiz dedi. Ve Yemen'in Arap Devletleri'nin ve Dünya kamuoyunun tepkileri hesaba katılmadan, askeri ve siyasi mahzur ve ihtilaflar düşünülmeden müdahale etme kararı alındı.

Uzun ve kanlı tecrübe yıllarından sonra anlaşıldı ki biz bu kabileler arası savaşa, Yemen'in toprak tabiat, halkı, bu halkın ananeleri ve düşünme tarzı hususunda hiçbir bilgimiz olmadan girmişiz. Ben kuvvetlerimizin Yemen'den geri çekilmesi halinde Cumhuriyet nizamının devamına kaniyim. Burada zaruri olarak şu sual sorulacaktır:
" Silahlı Kuvvetlerimiz kimin namı hesabına savaşa girdi? Ve sayın Başkan, Yemen'de Arap kardeşlerimize karşı göderip onları ve bizim evletlerımızı neden öldürttü? "

Ben Yemen'de iken ve Mısır Kuvvetlerinin Yemen'den döndüğü zaman bu suallerin vazıh cevaplarını vermek mevkiinde idim. Bu gerekiyordu.Siyasi tartışmalarla 1962'de Yemen'e nasıl sokulduksa, hiç arzu etmediğimiz ve herhangi bir planlama yapmadığımız İsrail harbine de bu suretle sürüklendik. İsrail Kuvvetlerinin Suriye hududuna yığınak yaptıkları haberi gelince, Sayın Nasır bütün komutanları acele toplantıya çağırdı ve hepimize hitaben kuvvetler dengesinin lehimize olduğunu, İsrail' i kademeli ve tedrici olarak mahvetmenin gerektiğini, ancak Dünya kamuoyu karşısında savaşa sebep olan taraf olmadığımı^zın bilinmesi lazım olduğunu İsrail'in aldığımız tedbirlere karşı mukavemette bulunucağı, bu durumda ise İsrail'in mahv olmasına taraftar olduğunu açıklamak istemeyen Sovyet Rusya'nın bizimle taraf olacağını ve ilk kurşunu biz atmadığımız takdirde de bir İsrail- Arap savaşına Amerika'nın müdahalesi halinde Rusya'nın buna mani olmayı vaat ettiğini söyledi.

Sayın Başkan, Suriye aleyhine bir harekete geçmesini beklememiz gerektiğini ve böyle bir durumda münasip bir zaman ve münasip bir surette harbe iştirak etmemizin doğru olacağını söyledim ve bir iki ihtimal daha saydım:
1- İsrail çok muhtemeldir ki, Suriye'ye yaptığı yığınağı, bir tehdit veya tazyik için yapmıştır. Bu ihtimale göre bizim çok zaman kazanmamız mümkün olur ve düşmanla karşılaşmamız onun çizdiği plana göre değil bizim planımıza göre olur.

2- Bir yıldırım hareketi ile İsrail'i tedmir etmek ihtimaldir. Çünkü böyle bir sürprizle insiyatif elimizde olur ve durum lehimize inkişaf eder.

Nasır son ihtimali gayrimümkün buldu ve Sina'da yığılmasını istedi. Sayın Nasır'a bu kararın sakıncalarını sayarak sözlü ve yazılı olarak bundan vaz geçilmesini istedim. Fakat bana ikinci bir emir gelmediği için ben ve diğer komutanlar verilen ilk emri tatbike geçtik. Eğer Hava Kuvvetlerimize güvenim olsaydı bu kararı tatbike geçtik. Eğer Hava Kuvvetlerimize güvenim olsaydı bu kararı tetbike geçmektense istifamı verirdim. Çünkü, bu kararın tatbiki kara ve zırhlı kuvvetlerimizin kolaylıkla mahv edilmesine saebep olacaktı. Daha açık bir ifadeyle bu bir intihardı. Buna rağmen Allah'a olan tevekkülüm, Başkanın fikirlerine olan inancım ve beni korkaklıkla itham etmeleri endişesiyle kararı tatbik ettim.

Bu muharebeye iki ordu girmiştir. Mısır ve Ürdün orduları.

Suriye ordusu Baas nizamını korumak için Şam'a yakın bir yerde ordugah kurdu. Bu, Baasçıların egoistlik ve opuryunistlikte verdikleri ilk misaller değildir. Baasçılar Suriye ordusunu İsrail'in kuzeyinde bütün hudut boyunca hücuma geçirselerdi İsrail Sina ve Ürdün cephelerinden büyük kuvvetlerini İsrail-Suriye hududuna aktarmaya mecbur olacak ve ateşkes tatbik edildiği zaman durumumuz bugünkünden binlerce defa daha iyi olacaktı. Baasçıların bu ihanetini yeni tecrübe etmiyoruz. Mısır- Suriye birliğinin ilgası zamanlarında Baasçılar daima Mısır'ı arkadan vurmuşlardı.

Ben Sayın Başkan'a mayıs ortalarında İsraille bir silahlı çatışma halinde Suriye ordusuna itimat edilmemesi gerektiğini söylemiştim. Mısır bütün Arap devletlerinden daha büyük, askeri bakımdan hepsinden kuvvetli ve gelişmiştir. Böyle olunca her ne pahasına olursa olsunArap devletlerinin rızasını kazanmak için gayret ve fedakarlık hatalıdır. Bunların kapılarını çalıp bize inanmaları yerine inkilabımızın gerçekleştirdiği ilerlemelere dikkatlerini çekmek daha yerinde olur. Bu devletlerden herhangi birisi tarafından aldatılmadan, yaptığımız iyiliklere karşı kötülük görmeden ve gerek Suriye gerekse Irak'ın Kasımındani hatta Yemenden aldığımız derslerden faydalanarak hareket etmemiz gerekirdi. Yurdumuz Mısır ve biz Mısırlılar yalnız kendi imkanlarımızla, şeref ve izzetle yaşama imkanına sahip bir millet ve memleketiz. Arap ve Afrika devletlerine karşı giriştiğimiz taahütlere bir hudut çizmemiz gerekmektedir. Biz, Suriye'lilerle 1958 de bir birlik yapmalı ve 1962 de büyük yaralar alarak ayrılmamalıydık.

Yemen harbi'ne, aldanarak 1962 de girmemeliydik ve hele 1967 Haziranında İsrail harbine asla yanaşmamalıydık. Onbinlerce evladımızı kaybetmemeliydik. Bunların anne babalarının feryatlarına sebep olmamalıydık. Milletimizin hayrına ve memketimizin yararına harcanması gereken miyonlarca lirayı heba etmemeliydik.

Biz, ihtilali halkımızın daha yüksek bir hayat seviyesine ulaşması amacıyla yaptık. Ama, gösterişler asıl hedeflerimizden uzaklaştırmış ve gerek ülkemiz ve gerekse halkımız için, fenalıkların en kötüsünü hazırlamıştır.

Böylece son sözlerime geliyorum;

Hepimize düşen vazife Mısır'ın mukadderatını, Mısır meselerini, Mısır halkı tarafından hür ve müstakil olarak münakaşasını temin edecek olan hür teşeküllere devredecek ellere tevdi etmektir. Tek lider, kabiliyet, zeka ve dehası ne olursa olsun hatadan uzak değildir. Bir söz iktidar ve sultan insana musallat olan iki büyük şeytandır der. Pek çok hatalar yaptık. Fakat bunların en büyüğü bu hataları itiraf etmemektir. De Gaulle'ün azameti her türlü tenkidi huzur ve muvazene ile karşılamasıdır. Söylemek istediğim budur.

Hata ve kötülükler silsilesinin en sonunda bizi hiç bir hazırlık yapmadan, plan ve program çizmeden büyük bir yenilgi ile biten harbe sokan idareye karşı sükutüm, hataların en büyüğüdür. Bu vasiyetimi yazmaya acele edişime sebep ise bunu yazmadan evvel kaderin bana hazırladığı akibetten çekinmemdir.

Kardeşim ve dostum Cemal'e olan itimadımı kavybettim. Kendisine emniyetim kalmamıştır. Buna rağmen mütemadiyen Başkanla temas aradım. Bana " Şayet Başkan ile olan dostluğun seni himaye edeceğini sanıyorsan yanılıyorsun " dediler. Bunun üzerine bu vasiyeti yazmayı uygun buldum.

Ben, Allah'tan Mısır'ın izzet, ikbal ve şevketini ve gelecekte Mısır'ın idaresini eline alanlara, basiret ve inayet buyurmasını temenni ediyorum. En sonunda Allah'a karşı tevbe ve istiğfarda bulunuyor ve şehit olan kardeşlerimin ailelerine sabır diliyorum.

İnnalillah ve innaileyhi racuun...

Arapça'dan çevirip hazırlıyanlar;

Hurşid Nasiri Bilal Atış