İNSAN VE GÜNAH

İnsan gülebilen bir mahlûktur. İnsan düşünebilen bir mahlûktur. İnsan seçebilen bir mahlûktur. Bunları biliyoruz. Ama insan aynı zamanda günah işleyebilen bir mahlûktur. Günah işlemek de mahlûkat arasında yalnızca insana özgü bir istidattır. Aslında günah işlemek insanın sahip bulunduğu öteki melekeleri (nitelikleri, istidatları) ile birlikte düşünüldüğünde ve insanın bütünlüğü içinde anlam taşıyor. Günah işlemek ancak irade sahibi olan ve iradesini hür ve müstakil olarak kullanabilen bir mahlûk için söz konusu olabileceği gibi, gene aynı mahlûk için bir anlam taşır. Anlam taşır diyoruz ve böylece günah işlemeye anlam atfetmiş oluyoruz. Gerçekten de insandan başka mahlûkat için günah işlemenin anlamı yoktur. Bir melek için günah kavramı yoktur, nasıl ki onun için sevâb kavramı da söz konusu değildir. Çünkü, günah işlemek, kendisi için yolların iyi ve kötü olarak belirlenmiş ve bu yollardan birini seçme hususunda muhayyer bırakılmış, dolayısıyla iradesini kullanabilme gücüyle donatılmış bir mahlûk için söz konusu olabilir ve ancak onun fiili için bir anlam taşıyabilir. Kendisine iyi ile kötü arasında bir seçim hakkı verilmemiş olan, dolayısıyla ne yapıyorsa onu zorunlu olarak yapacak olan bir mahlûk için (melek için) günahın anlamı da bulunmamaktadır. Aynı mütalâa hayvan için de söz konusudur. Hayvan da ne yapıyorsa zorunlu olarak yapmaktadır ve onun önünde, kendisi için belirlenmiş iyi ve kötü iki yol yoktur. Hayvan ne yapıyorsa onu zorunlu olarak yapar ve yaptığı şeyleri iradesini kullanarak değil (çünkü bu özgül anlamında onun iradesi mevcut değildir.), fakat insiyaklarını kullanarak yapar. İradesini kullanması söz konusu olmayınca meleğin ve hayvanın yapıp etmelerine sorumluluk da yüklenmez.

Böyle olunca günah işleyebilme melekesinin insana mahsus bir özellik, hatta bir imtiyaz olduğunu ileri sürme imkanını elde ediyoruz. Günah işlemek insan için bir imtiyazdır, çünkü bu fiilin bir sonucu olarak ona başka bir imkanın, tevbe imkanının yolu açık tutulmuş olmaktadır ve bu meziyet (veya istidat) de ancak, gene insana mahsus kılınmıştır. Günah işleyebilme istidadı, insana cennetteki şartları içinde de verilmişti. Âdem aleyhisselâm, cennet şartları içinde yaşarken de, öteki mahlûkattan farlı olarak ona günah işleyebilme imkânı (veya isterseniz imtiyazı diyebiliriz) açık tutulmuştu. Ona, yaklaşmaması gereken ağaç işaret edilirken, aynı zamanda işleyebileceği günahın nesnesi de gösterilmiş bulunuyordu. İnsana niçin böyle külfetli bir yol gösterilmiş ve günah işleme yolu ona açık tutulmuştur? Şimdi değindiğimiz gibi, insana aynı zamanda günah işlememesi için bir irade de bahşedilmiştir. İnsan öteki mahlûkattan farklı olarak, bir de, sınanabilen mahlûk olarak da farklı bir özellik taşımaktadır. İradesi bulunmayan bir mahlûkun sınanması da söz konusu olmayacaktır.

Cennet şartları içinde Âdem aleyhisselâma vahyedilen şeriatın bir tek hükmü vardı, o da, yalnızca yaklaşılması ona yasaklanmış olan ağaçtan ibaretti. Âdem aleyhisselâm bu hükmü ihlâl edince, yani yasaklanmış olan nesneye yaklaşmak sûretiyle günah işleyince, cennetten kovulmuş ve şimdi bizim içinde yaşadığımız dünyaya indirilmişti. Bu dünyanın şartları içindeyse, ona daha fazla külfetler yüklenmiştir. Cennette sadece bir yasak söz konusuyken, bu dünyada o buyruklardan ve yasaklardan kurulu bir hukuk manzumesi ile çevrildi. Başka bir deyişle yasak ağaçların sayısı çoğaltıldı. Âdem aleyhisselâmın bildiğimiz kadarıyla cennette eşi (zevcesi) vardı ama çocuğu yoktu; bu dünyada ona çocuklar doğdu ve bu çocukların itaat etmesi gereken şeriat da vahyedildi; nasıl evlenecekleri, birbirlerine nasıl muamele yapacakları, neleri yiyecekleri, nelerden kaçınacakları onlara vahiyle belletildi.

Bütün bu şeriat hükümleri konuldu. Ama, Âdem aleyhisselâma ve onun zürriyetinden gelen âdemoğluna, aynı zamanda yasaklandığı şeye düşkünlük eğilimi de verildi. Dolayısıyla, âdemoğluna yalnızca yasakların gösterilmesi bir başına anlamlı sayılmazdı. Yasağın anlam taşıyabilmesi için insanda ona meyilin bulunması da gerekliydi. Ona meyilli olunsundu ki, ondan kaçınabilmek de değerli sayılabilsin! Aynı şekilde şeriatın insan nefsine muhalif olarak vahyedildiğinin söylenmesi de bu bağlamda bir anlam taşır. Şeriatın (hukukun) hükmü, insanın kendiliğinden riayet edebileceği bir nitelikte bulunsaydı ona riayet etmenin bir özelliği ve neticede bir meziyet olma niteliği de bulunmamış olurdu.

Böylece insanın nefsinin heva ve hevesine uymaya dolayısıyla da günah işlemeye meyilli olduğunu söylüyoruz. Ne gariptir ki, işlenmesi veya yaklaşılması günah sayılan fiil ve nesnelerin aynını işlemek ve onlara yaklaşmak helâl yoldan da mümkün kılınmıştır ve insan buna rağmen günaha meyilli bulunmaktadır. Zaten sınanmasının hikmeti vücudu da bu noktada aranmalıdır. Karşı cinslerin birbirine eğilimi ve birbiriyle buluşması onların tabiatında meknuz bir özelliktir. Ancak bu buluşma belli şartlarda zinâ (dolayısıyla günah) olarak adlandırılırken, başka şartların yerine getirilmesiyle nikâh adını alır ve kutsanmış bir fiil hâline dönüşür: karşı cinslerin arasındaki buluşma fiilinin niteliği ise neticede aynıdır. Domuzun yasaklanmış olması, insanı vücudunun ihtiyacı olan proteinden mahrum bırakmak değildir; aynı zamanda vücudun ihtiyacı olan nitelikte ve miktarda alkol da çeşitli meyvalardan alınabilmektedir. Demek ki yasağın (yani bazı fiilerin işlenmesinin ve bazı nesnelere yaklaşılmasının günah sayılmasının) anlamı, o fiilerin zatında bulunan özelliklerden ileri gelmekten ziyade (elbette, bunun da ileri sürülebileceği yerler bulunabilir, ama şimdi onu tartışmıyoruz.) insanın, kendine irade verilmiş bir mahlûk olarak sınanabilmesinin sağlanmasında aranmalıdır.

İmdi, tam bu noktada, Hadîs-i Şerif’in taşıdığı hikmet bütün haşmetiyle ortaya çıkıyor. Orada şöyle söyleniyor: “Ruhum, yed-i kudretinde olan Allah’a kasem ederim ki, siz, günah işlememiş olsaydınız, sizin yerinize günah işleyip de Allahu Teâlâ’ya istiğfar edecek bir kavim getirir de onları yarlığardı.”1 Eğer insan günah işlemeseydi onun melekten ve hayvandan ne farkı kalırdı? İnsanın yaratılmış olmasının ve onun yaratılışındaki hikmetin aynı zamanda onun günah işleyici (kan dökücü) vasfından ileri geldiği biliniyor. Nitekim başlangıçta söz konusu hikmete melekler de akıl erdirememişlerdi ve şeytanın bir melek olarak Allah’a itirazı da, tam da bu noktada vaki olmuştu.

İnsanın insan olma haysiyeti de bu noktada tebellür ediyor: O, günah işlemeye istidatlı ve meyilli bulunurken, günah işlemekten kaçınabiliyorsa, insan olduğunu da isbat edebiliyor demektir. Öyleyse, mesele günah işleyebilecekken, yani günah işleme fiilini ona (şeytan tarafından) süslü gösterilirken ondan kaçınabilme iradesini ve cehdini kullanabilme noktasında temerküz ediyor. İnsanın melekten üstün veya hayvandan aşağı derekelere düşmesinin sebebi de bu noktada ortaya çıkıyor. Meleğin veya hayvanın günah işlemeye temayülü bulunmadığından onlarda bulunduğu makamdan daha aşağı inme veya daha yukarı çıkma kabilinden seçenekler de söz konusu olmuyor. Çünkü onlar ne işliyorlarsa işlemek zorunda bulundukları fiili işliyorlar. İnsansa böyle değil; insan başka türlüsünü de işleyebilme hususunda bir almaşıkla karşı karşıya bırakılmıştır. O, nefsinin arzu duyduğu bir seçenek karşısında dururken onu ika etmiyor, fakat nefsine zor gelen seçeneğe yönelmek için kendini zorlayabiliyor. İşlediği fiili zorunlu olarak değil, fakat kendini zorlayarak yerine getiriyor ve yerine getirdiği fiile bu yüzden değer atfediliyor. Melekte nefs bulunmadığı için onun fiilinden nefsani nitelik de zuhûr etmez. Oysa insanda nefis olduğu için onun nefsaniyetten kaçınabilmesi değer taşır ve bu yüzden melekten daha yüksek bir makama yükselebilmesi mümkündür. Hayvandaysa nefis vardır ve aslında hayvanda yalnızca nefis vardır, fakat onda irade mevcut bulunmadığından yani işlediği fiili zorunlu olarak işlediğinden, onun fiiline değer atfedilmez, hayvanın fiili değer dışıdır. Bu sebepten de insan nefsinin temayülüne uyarak günah sayılan bir fiili ika ederse hayvandan da aşağı bir derekeye düşmüş olur; çünkü ona bu fiilden kaçınabilmesi imkanı bahşedilmiştir. Oysa hayvan böyle bir imkanla donatılmış değildir.

İnsanın günahtan kaçınabilmesinin niçin yüce tutulmuş olduğu ve hatta niçin kutsanmış olduğu da sanıyorum anlaşılmış bulunuyor. “Dünya, mel’undur, onun içindekilerle birlikte ona muhabbet besleyenler de mel’undur.” diyen Hadîs-i Şerif’i iyi kavramak gerekiyor. Dünya burada, insanı Allah sevgisinden uzaklaştıran şey olarak yorumlanıyor. Ve günah kavramı en kapsamlı biçimde dile getiriliyor. Her günah, insanı, Allah’tan uzaklaştırmaya medâr oluyor. Ve Allah’ın ve Rasulü(s.a.v.)nün sevdiği her fiil onun Allah’a yakınlaşmasının yolunu açıyor. Tevbenin, Allah tarafından bunca sevilen bir fiil olarak nitelenmesi de insanın tevbe fiiliyle yanlışlarının farkına vardığını itiraf etmesinden ileri geliyor. Bu demektir ki, insan, işlediği yanlışı (günahı) kendi hür ve müstakil iradesiyle ika etmiştir, sonra bunun farkına varmıştır ve en sonra da işlediği fiilin Allah katında sevilmeyen bir fiil oduğunu kavrayarak ondan pişman olduğunu, rücu ettiğini ve bir daha o günahı işlememeye azmettiğini beyan etmiş olmaktadır. Tövbe, bu yüzden, insanın îfâ edebileceği fiilerin en tepesinde yer almaktadır. Çünkü bu fiillde, tevbede, insanın kendini insan olarak hem acz içinde hem de kudretli olarak ortaya koymasının ifadesi okunmaktadır. Bir daha söyleyelim; günah insan içindir. Günah işlemek insanın şanındandır. Ama marifet odur ki, önünde günah yolu açık dururken insanın ondan kaçınabilmesidir. Ve daha yüksek bir marifet makamı da, insanın günah işledikten sonra ondan pişman olup istiğfar edebilmesindedir