Evlilikte olmazsa olmaz 3 S ve 3 Z

Olmazsa olmaz '3 S'

1- Sevgi ve saygı:

Sevgi, Bir kalbin diğerine sımsıkı ve sıcacık bağlanmasıdır. Şimdi gençler, "Sevemedim" demiyorlar; "Elektrik alamadım" diyorlar. "Gönlüm ısınmadı" yerine "Frekanslarımız tutmadı" gibi cümleler kullanıyorlar.

Eşinize karşı içinizde ciddi ve samimi bir sevgi varsa ge­çinmeniz, anlaşmanız, uyuşmanız kolay demektir. Çünkü se­ven, eksik görmez. Gördüğü eksiği, hatayı çabuk affeder.

Sevgi, gönülleri bağlamaya yeter. Ancak unutmamak ge­rekir ki her sevgide, saygı vardır; her saygıda da sevgi olduğu gibi.

Sevgi, evliliğin olmazsa olmaz şartıdır. Ne var ki sevgi yoğunluğu eşleri laubalileştirmemeli, yüz göz etmemeli, laçkalaştırmamalı. Gerçek sevgi, saygısız olmaz ve daima, en derin sevgilerde bile bir saygı mesafesi bulunmalıdır.

Ünlü bir psikolog olan Dr. W. Stekel, bu hususta şöyle der:

Evliliğin birinci kanunu, eşinin şahsiyetine saygı göstermektir Onun zaaflarına, onun büyüklüklerine, onun dinine, sanat temayülüne, onun hayata, harekete, işe ve oyuna olan,ihtiyaçlarına karşı saygı göstermek..."

Bu saygı, sevgiden bağımsız ve ayrı bir şey değildir; tam aksine, gerçekten var olan sevginin çok güzel bir yansımasıdır.

Efendi'mizin (a.s.m.) hayatında bu asil tavrın çok güzel örnekleri vardır:

Mesela Hz. Aişe'nin, komşusu olan arkadaşlarıyla birlikte, oyuncak bebeklerle oynamasını tasvip eder. Efendimiz, bu konuda kızmadığı gibi Aişe annemize şakalar yapar da yapar, eşini hoş görür.

"Bir defasında, Efendi'miz (a.s.m.), Hz. Aişe'nin elinde bir oyuncak görür. Ne olduğunu sorar. O da kanatları olan bu oyuncağın at olduğunu söyler.

"Efendi'miz, 'Atın kanadı olur mu?' diye sorunca da şu il­ginç cevabı verir:

" 'Sen Hz. Süleyman'ın atını duymadın mı?'

"Bu cevap, Güzeller Güzeli'ni çok güldürür."(İbrahim Canan r.; Aile İçi Eğitim; s. 207-209.)

Efendi'miz, Hz. Aişe'ye, 'Asla sen artık evli bir hanımsın, bırak bunları!' dememiştir.

Bazen Hz. Aişe annemizle koşu yarışması yapar.

Bazı bayramlarda, ona Habeşîlerin oyunlarını seyrettirir

Hem de "Artık yeter" deyinceye kadar, bu temaşaya müsaade eder.

Akşamları, hanımlarına neşeli ve ibretli kıssalar anlatır, Güzeller Güzeli, eşlerine hem şaka yapar hem de onların şa­kalaşmalarına müsaade eder, bu hususta onları teşvik eder:

"Bir gün, Hz. Aişe, Efendi'miz için bulamaç pişirir. Yanlarında Şevde validemiz de bulunmaktadır. Hz. Aişe, Sevde'ye 'Buyur, sen de ye' der. O yemekten çekinir. Bunun üzerine' 'Yemezsen yüzüne bulayacağım' diye onu tehdit eder. Buna rağmen Hz. Sevde, yememekte ısrar edince bulamaçtan alıp Sevde'nin yüzüne sıvar.

"Ortaya çıkan manzaraya Hz. Peygamber (a.s.m.) güler ve elini Sevde'ye koyarak 'Ne duruyorsun, sen de onun yüzüne sür' der. Sevde annemiz de Hz. Aişe'nin yüzüne sürer. Resulullah, ona da güler.

Güzeller Güzeli, Hz. Aişe annemize iltifatın en anlamlıla­rını yapardı. Mesela su içtiği kaptan, su içer; ama o sırada ağzını, eşinin ağzının değdiği yere koyardı.

Yine Hz. Aişe annemizin anlattığına göre ısırarak yediği etli kemiği Efendi'mize uzattığında, o da aynı yerden, eşinin yediği kısımdan yerdi.

"Hz. Aişe'ye, 'Bir hanım hayızlı iken kocası ile birlikte yemek yer mi?' diye soruldu. Hz. Aişe, bu soruyu kendi hayatından örnek vererek cevapladı:

"Evet, dedi. 'Benim kanamam varken Resulullah (a.s.m.) beni çağırırdı, ben de onunla birlikte yerdim. Bu .sırada etli kemiği alır, bana uzatır, önce benim başlamam için bana yemiin verirdi. Ben de onu alır ve bir miktar dişler, sonra Resulullah'a uzatırdım. O da ağzını, kemikte tam benim ağzımı koyduğum yere koyarak yemeye başlardı.'

" 'İçecek bir şey istediği olur, getirince ondan önce benim içmem için bana yemin verirdi. Bunun üzerine, ben de kabı alır, bir miktar içer, sonra bırakırdım. Bu sefer onu Efen­di'miz (a.s.m.) alır, kabın tam benim ağzımı koyduğum yeri­ne ağzını koyarak içerdi.' "(A.g.e., s- 222-223)

Efendi'mizin bu ve benzeri davranışlarından anlıyoruz ki eşe sevgi göstermenin bin bir türlü yolu vardır. Herkes, ken­disine ve eşine göre, onu mutlu edecek birçok yol bulabilir... Eşine sevgi göstermenin tek ve belli çeşidi yoktur. Bu yön­temlerin bazıları, size anlamsız, gülünç ve basit gelebilir. Eşi­nizin hoşuna gidiyorsa siz de o tarzı sevmediyseniz bile hoş görünüz. Eşinin sevdiği tarzda sevgi göstermek için tabii ki onu tanımak ve anlamak lazım.

Ayrıca sevgi gösterirken saygıyı da elden bırakmayanlar, eşinin en çok beğendiği ve arzuladığı tarzlarda gösterir mu­habbetini.

Anlamak ve sevmek, birbirine en yakın iki kelimedir. Anlaşılmak da sevilmeyi kolaylaştırır. Bunun için sohbet ve diyalog gerek. Seven, düşüncesizce kıramaz ve tekrar barışacak şekilde davranır. Seven, anlaşma kapısını sımsıkı kapatmaz; aralık bırakır.

Fırtına, kırar döker; ama daima, sükûnetle neticelenir.

Şiddetli bir atışmadan sonra evdeki barış havası ne kadar tatlıdır!Eğer karı-koca arasında aşılmaz bir uçurum açan kötü sözler söylenmemişse kendiliğinden bir yumuşak hava eser. Her şey bizim anlayışımıza bağlıdır. Anlamak ve sevmek, bir­birine ne kadar yakındır. Fransızlar, "Anlaşılmak, sevilmek­tir" demekte haksız değillerdir.

Sevmek, anlamaktır; zira seven, sevdiğinin hâli ile hallenir. Sevginin gerçekliğini ve sürekliliğini koruyabilmek kolay değildir. Bu iş, kesintisiz bir emek ve çabayla sağlanır.

Şunu da unutmamak lazım ki sevgi, gücünü kaynağından almalı, Sahibine, Yaratıcısına bağlanmalıdır.

Böylece sevgiye maneviyat, ruh ve kutsallık katılır, yücelik kazandırılır.

2- Sabır:



"Sabır imanın yarısıdır" buyurur Efendi'miz. Gerçekten sabır, dertlerin devası, zorlukların çaresi, kurtuluşun anahta­rıdır. "Sabırla koruk helva olur" demiş atalarımız.

Hele de öfkenin, kızgınlığın, hiddetin ilk anında sabrı ku­şanmak çok önemlidir. Böyle olursa sabır musibete, belaya, derde karşı koruyucumuz, kalkanımız olacaktır.

Zor ve dar anlarımızda sabır ilticagâhımız olacak, bizi sakinleştirecek ve yanlışlardan koruyacaktır.

Sabırsızlar, hep pişman olmuşlardır. Sabrı az olanın, keş­ke, demesi çok olur; çünkü öfkeyle kalkan zararla oturur.

Birçok insan, hiddetini sabırla söndüremediği için aile ya­pısında onulmaz yaralar açmış, hatta bu kutsal kurumu bü­tünüyle tahrip edip yıkmıştır.

Sabır, kişinin olgunluğunu gösteren en önemli özelliktir. Bu hususta daralanların, peygamberlerin hayatlarını, özellik­le de Efendi'mizin yaşadıklarını düşünmeleri gerekir. Onların karşılaştığı olumsuzluklar karşısında bizimkilerin minnacık kaldığını göreceklerdir.

Sabır, aile hayatının temel ihtiyacıdır.

İki ayrı ve bambaşka insanı bir arada mutlu etmek için sabır gerekir.

Kısaca seven, sabreder.

Hem sevdiğini söyleyen hem de eşinin bazı hâllerine sab­retmeyen, çelişkili davranmıyor mu sizce?

Eşinden gelen huysuzluğa sabır konusunda da Efendi'miz eşsiz bir örnektir. Onun eşleri de kıskançlık gösterdiler, tat­sızlık çıkardılar, dik kafalılık ettiler, karşı geldiler, isyankâr hâllere girdiler, daha da ileri gidip küstüler ve konuşmadı­lar...

Ancak bütün bu olumsuzlukları büyük bir sabır ve olgun­lukla karşıladı Efendi'miz... En fazla konuşmayı kesti; ama asla kırıcı, rencide edici, suçlayıcı bir tavra hiç girmedi.

Efendi'miz (a.s.m.), Hz. Aişe'nin yanında bulunuyordu. O sırada, diğer bir hanımı ona bir tabak yemek göndermişti. Hz. Aişe, onun eline vurarak tabağın yere düşüp iki parçaya ayrılmasına sebep oldu.

Güzeller Güzeli, Hz. Aişe'ye ne fiili ne de sözlü olarak hiç­bir olumsuz tavır göstermedi. Sadece eğilip yere düşen iki parçayı aldı ve eliyle birleştirdi. Dökülen yemeği de topladık­tan, sonra orada bulunanlara, "Annenize kıskançlık geldi, haydi buyurun, yiyin" dedi.

Eşinin gösterdiği bu şiddetli kıskançlığı çok tabiî ve sıra­dan bir hâl olarak değerlendirdi. En ufak bir kızgınlık ve kır­gınlık alameti göstermedi.

Efendiler Efendisi'nin bu hâli bize açıkça gösteriyor ki sev­gisinde saygı, saygısında sevgi olan, eşinin huysuzluğunu da hoş görür ve sabırla karşılar.

Bu hâlleri kadın psikolojisinin tabii bir tezahürü olarak görüp sabretti; âdeta gülüp geçti.

Sahabe de hanımlarıyla tartışıyordu. Bir gün Hz. Ömer, hanımıyla tartıştı ve Hz. Peygamber'in yanına gelip şöyle ya­kındı:

" 'Ey Allah'ın Resul'ü, bizi bilirsin; biz Kureyşliler, kadınla­ra hâkim kimselerdik; sonra Medine'ye geldik. Burada kadın­ların erkeklere hâkim olduklarını gördük. Bizim kadınlar da onlardan huy kaptı.'

" 'Bir gün hanımıma öfkelenmiştim, bana mırıldanıp karşı­lık vermez mi! Bunu doğru bulmayıp azarladım. Bu sefer, be­ni niye azarlıyorsun, vallahi Resulullah'ın hanımları bile ona karşılık veriyorlar, mırıldanıyorlar. Hem onlar icabında kü­süp gün boyu, geceye kadar Resulullah'ı terk ediyorlar, dedi.'

" 'Hafsa'ya (Hz. Ömer'in kızı, Efendi'mizin eşi) sende mi Resulullah'a karşılık veriyor, mırıldanıyorsun, dedim.'

" 'Evet, hiçbirimiz, o gün geceye kadar yanına uğramayız, dedi.'

" 'Sizden kim böyle yaparsa büyük zarar eder, hüsrana uğ­rar. Hanginiz, Resul'ün öfkesi sebebiyle, Allah'ın gazabına uğramayacağından emin bulunuyor? Alimallah, bir anda he­lak olursunuz, dedim.'

" 'Ben böyle deyince Resulullah (a.s.m.) tebessüm ettiler.'

" 'Hafsa'ya dedim ki sakın Resulullah'a karşılık verip mı­rıldanma ve ondan bir kısım isteklerde bulunma. Bir şey ge­rekirse bana söyle. Sakın bazı arkadaşlarının Resulullah'a senden daha sevgili ve daha gönül alıcı olması seni aldatıp yanlış davranışa sevk etmesin!'

"Hz. Ömer, Resulullah'ın (a.s.m.) burada da tebessüm et­tiğini belirtir."(A.g.e., s. 215-217.)

Güzeller Güzeli'nin eşlerine gösterdiği sabır, bütün evli erkeklere eşsiz bir örnek olduğu gibi Hz. Ömer'in tavrı da iyi bir kayınpeder örneğidir. Kızını sükûnete, uyumlu olmaya ve daha uygun davranmaya çağırması, takdire değer bir du­rumdur.

Efendi'mizin sabır abidesi olduğunu gösteren başka bir olay da şöyledir:

"Bir gün Ebu Bekir (r.a.), Hz. Peygamber'in kapısını çal­mıştı. İçeride Hz. Aişe'nin sesini yükselttiğini işitti.

"Odaya girer girmez, tokatlamak üzere Aişe'yi yakaladı. Resulullah, araya girerek mâni olmaya gayret etti.

"Ebu Bekir, öfkeli bir hâlde dışarıya çıktı.

"Bunun üzerine, Resulullah, (a.s.m.) Hz. Aişe'ye, 'Gördün ya, seni babanın elinden kurtardım' dedi.

"Birkaç gün sonra tekrar gelen Hz. Ebu Bekir, onları barış içinde görünce 'Beni kavganıza dâhil ettiğiniz gibi barışınıza da dâhil edin' dedi.

"Resulullah da 'Ettik, ettik!" diye cevapladı."( A.g.e., s. 217-218.)

Böylece Hz. Ebu Bekir de Hz. Ömer gibi iyi bir kayınpeder olduğunu göstermiş oldu.

Sevgi ve sabırda öncelik

Yıllar önce sevgi konulu verdiğim bir seminerde bir buçuk saat konuşmuştum. Bu konuşmanın ardından beni dinleyen­ler arasından bir ses:

"Hocam, sürekli sevgi dediniz, sevgisiz olmaz, dediniz. Ben bu düşüncenize hiç katılmıyorum. Sevgi nedir ki" dedi ve devam etti:

"Ben bu yaşıma kadar ne sevdim ne de sevildim. Bununla beraber, iyi kötü yaşayıp gidiyoruz. Karnımız tok, sırtımız pek..."

Ben bu sözlere çok şaşırmıştım. Sözlerin sahibi olan Gömlekçi lakaplı Mahmut Bey'di. Kırk yasini aşmış bu kardeşimi incelemeye aldım. Çünkü o güne kadar, "Sevgi ne ki? Sevgi­siz de olur!" diyen birine rastlamamıştım.

Telefonunu ve adresini aldım. İlk fırsatta da ziyaretine git­tim. Mahmutpaşa'da gömlekçi Mahmut ne sevmiş ne de se­vilmiş... Peki, nasıl yaşıyor, nasıl mutlu oluyor? Eşiyle, ço­cuklarıyla arası nasıl? Böylesine sevgisiz bir adam, nasıl es­naflık yapıyor, müşterilerine nasıl gömlek satabiliyor?

Kafamda uçuşan bu sorularla, gömlekçi Mahmut Bey'e ulaştım. Beni çok kibar ve sevecen bir tavırla karşıladı. He­men içimde şu soru uyandı:

"Bu nasıl sevgisiz adam ki beni böylesine kibar, efendice, sevecen karşılıyor?"

Hoşbeşten sonra bana çay da ısmarladı. O sırada bir müş­teri geldi. Ben hem çayımı yudumluyor hem de Mahmut'un bu müşterisine nasıl davranacağını dikkatle ve tabii büyük bir merakla takip ediyordum.

Beklediğimin tam tersine, Mahmut müşterisine çok kibar, çok yumuşak davranıyordu. Müşteri, kelimenin tam anlamıy­la huysuzluk ediyordu. Yarım saate yakın, o marka, bu mar­ka, renk, desen, ebat, o kadar çok gömleğe baktı ki uzun tez­gâhın üstü, kutularla doldu.

Müşterinin her yeni talebi beni korkutuyordu; çünkü sev­giye inanmayan Mahmut Efendi birden parlayabilirdi. Hele de onca yorgunluktan sonra müşteri, keyifsiz bir yüz ifadesiy­le "Cık, bunlar olmaz, hiçbiri aradığım gibi değil!" deyince ben de muhtemel bir kavgayı önlemek üzere hemen ayağa kalktım.

Ama o an yanıldığımı anladım. Gördüklerime ve duydukla­rıma inanamıyordum. Çünkü bizim sevgiye inanmayan Mah­mut Bey, bu huysuz müşteriye etmediği iltifatı bırakmadı.

"Çok memnun oldum efendim, yine beklerim; haftaya yenli çeşitlerimiz gelecek" diyor, adamı kapıya kadar sempatik tavırlarla uğurluyordu.

Benim bile sabrım taşmışken gömlekçi Mahmut'un sabrına hayran kalmıştım. Tezgâhın üzeri birbiri üstüne rasgele yı­kılmış gömleklerle, kutularla karmakarışık olmuştu; ama bundan âdeta memnun görünüyordu. Üstelik bu kadar yor­gunluğa sebep olan adama iltifatlar etti, teşekkürde bulundu ve haftaya tekrar çağırdı.

O gömlekleri tek tek kutularına yerleştirirken ben dedim ki:

"Mahmut Bey, bir daha, 'ben sevgi nedir?' bilmem deme!"

"Ne sevdim ne sevildim cümlesini de ağzına alma. Yahu sen ne kadar sabırlı bir insansın. Seven sabreder. Bu huysuz müşteriye ne kadar sabrettin. Durduk yere benim sabrım taştı, maşallah sen dayandın.

"Adamı çok güzel karşıladın, sevecen ve dost tavırlarla da uğurladın. Bu mu sevgisizlik, bu mu sevmemek? Eminim, bu hâlinle o zat da seni sevmiştir.

"Eğer sen bu sabrı ve sevgiyi evde eşine gösteriyorsan ka­dın melek olur. Çocuklarına böyle ilgi göstersen onların yürek­leri hiç kopmaz yüreğinden. Eviniz, sevgi cennetine döner..."

"Ama Hocam, evdekiler müşteri mi? Dükkânda ister istemez böyle davranıyoruz. Çünkü bu bizim işimiz, ekmek teknesi başka türlü ayakta kalamaz."

"Çok güzel söyledin. Sadece bir gömlek satıp üç kuruş ka­zanmak için böyle davranmaya kendini mecbur hissediyorsun. Tamamen doğru. Yüzü gülmeyen adamdan ben de alış veriş yapmak istemem. Bu yüzden, gülmesini bilmeyen bak­kal dükkânı açmasın, derler.

"Evde de ailen var, eşin ve çocukların. Onların da ayakta kalması lazım. Bu da sevgiyle ve sabırla mümkündür. Sen şimdi burada esnaflığın gereği olarak müşteriye gösterdiğin bu tavrı, evde eşine ve çocuklarına göstermezsen olur mu?

"Sana göre, müşteri mi daha önemli, eşin ve çocukların mı?"

"Tabii ki eşim ve çocuklarım daha önemli. Kazancımız da onlar için değil mi?"

"Peki, öyleyse daha çok önemsediğin ailene, müşterine gösterdiğin ilgiyi, sevgiyi ve sabrı göstermiyorsun? Bunda bir yanlışlık yok mu sence?

"Sen ki evinde sevgi olmadığını söylüyorsun. Neden bura­da müşterine gösterdiklerini, evde daha yoğun ve daha sa­mimi olarak ailene göstermeyesin?

"Üstelik evde göstereceğin sevginin, ilginin, sabrın sana kazandıracakları, müşterinin kazandıracaklarıyla kıyaslana­mayacak kadar çok ve değerlidir."

"Hocam, aslında çok haklı konuşuyorsunuz."

"Madem haklıyım, bu haklılığımı eyleme dökerek uygu­lamaya koyup göstermeni bekleyeceğim senden..."

"Hocam, bu iş evde biraz zor olur."

"Haklısın, başlangıçta biraz zor olur; ama kısa bir süre içinde hem kolaylaşır hem de ektiğin sevgi tohumlarının nasıl ortamı mutluluğun rengine boyadığını görürsün ve artık bu mutluluk vesilesinden asla ayrı kalamaz, hiç başka türlü dav­ranamazsın..."

"Yani denemeye değer diyorsunuz..."

"Hem de nasıl!

Ancak ben, 'Hayırlı işlerde acele ediniz' di­yen Efendi'mize uymanı istiyorum."

"Anlıyorum hocam, inşallah hemen bu akşam, eve, sizin tabirinizle, sadece gövdemle değil, gönlümle de gideceğim..."

'Ve o evden sevgi dolu bir gönülle çıkacaksın.. Verdiğinden daha fazlasını aldığın gönül dolusu sevgiyle işine geleceksin. Böylece müşterilerini de daha çok mutlu edeceksin.

"Evde eşini ve çocuklarını mutlu eden, iş yerinde de mesai arkadaşlarını ve müşterilerini sevindirir.

O gün bu gün, gömlekçi Mahmut, hem evinde hem de dükkânında çok mutlu ve çok başarılıdır.

Eşini mutlu edemeyen, müşterisini mutlu etmekle mutlu olamaz.

Dışarıda ve iş yerinde kibar ve beyefendi olan, evde kaba, kırıcı ve sabırsız olmamalıdır. Asıl kibarlığını, sabrını, sevgi­sini, ilgisini ailesine göstermelidir.

Evde kaba, dışarıda kibar olan, olgun bir insan sayılamaz. Güzeller Güzeli şöyle buyurmuştur:

"Sizin en hayırlınız, eşine ve çocuklarına hayırlı olanınızdır. Ben eşime ve çocuklarıma en hayırlınızım."

Hepimizin görevi, en hayırlı olana benzemek değil midir?

Öyleyse eşimize ve çocuklarımıza hayrımızı, faydamızı, iyiliğimizi her gün biraz daha artırmak, en temel görevimiz olmalıdır.

Bu konu üzerinde fazlaca durmamın sebebi, yıllardır aldı­ğım yoğun şikâyetlerdir. Hanımlar beylerinden, çocuklar da babalarından yakınarak derler ki:

"Dışarıda çok ince nazik, sevecen, eve girince tam tersine kaba, katı; hatta kırmaktan zevk alan bir canavar..."

Böyle bir tavrın, sizce haklı, gerekli ve geçerli bir sebebi olabilir mi?

3- Sadakat:

Sevgi, saygı ve sabır, netice itibariyle insanı sadık yapar. Sadakat, bağlılık demektir. Sadık olan, sadece maddesiyle değil, manasıyla da bağlanır eşine. Gönlü ve ruhuyla da kop­maz bir ilişki kurar.

Sadakatin olmadığı yerde ihanet ve aldatma vardır. Al­datmanın her çeşidi gibi eşini aldatmak da önce aldatana za­rar verir. Çünkü aldatan önce kendisini aldatmıştır. Bu hâl sebebiyle iç dünyasında meydana gelen yıkıntıyı tamir etmek oldukça zordur.

Geniş bir açıdan da baktığımızda evlilikteki aldatma ey­lemi en az üç kişiyi etkiler. Sadakatsizliğin olması için karşı cinsten biri lazımdır. Aldatan eş, aldatılan eş ve aldatmaya ortak olan kişi. Aldatılan eşler ruhen, yani duygusal olarak kendilerini aşağılanmış hissederler. Aldatanlar ve aldatılan­lar, sadakatsizliğin zehrinden etkilenir ve ömür boyu sürecek yürek yaralarının acısını taşımak zorunda kalırlar.

Sadakatsizlik, özellikle de kadınları vurur. Çünkü onlar, yasak bir ilişkiye sadece gövdeleriyle değil, gönülleriyle de girerler. Onlar erkekler gibi değildir. Yanlışlarında da samimi davranırlar. Dolayısıyla da yapı ve yaratılışları gereği, sada­katsizlik yanlışına ruhlarıyla ve bütün varlıklarıyla girerler. Bu yüzden sadakatsiz kadınlar daha çok yara alır, daha çok örselenir ve onulmaz acılara batarlar.

Bazen bir aldatışın bedeli bir ömür boyu sürer. İmanlı ve vicdanlı insan, herkes affetse bile kendisini affetmez.

Bediüzzaman der ki: "Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork! Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar."

Sadakatin evliliğin temel şartlarından biri olduğunu anlıyo­ruz. Sadakatin zedelenmesi kolay, tamiri ise çok zor oluyor.

' Eşleri aldatmaya götüren sevgisizlik, saygısızlık ve sabır­sızlıktır. Öyleyse şöyle diyebiliriz; sadakat bir sonuçtur ve o, sevgi, saygı ve sabrın çocuğudur.

Eşiniz, aradığı sevgiyi, saygıyı, ilgiyi sizde görürse kolay kolay sadakatsizlik etmez. Sebepsiz ve durduk yere sadakat­ten sapan, ancak ruh sağlığı bozuk olanlardır. Bunların ise tedaviye ihtiyaçları var demektir.

Mahmut Toptaş Hoca'mıza bir genç hanımefendi, büyük bir üzüntü içinde dert yanıyor, diyor ki:

"Kocam beni ihmal ediyor; ne ilgi ne de sevgi gösteriyor. Çocuğumuz da yok, bu gidişle beni büsbütün terk edecek diye korkuyorum. Hocam ne olur bana bir dua öğretin de bu durumdan kurtulayım."

Hoca Efendi bu kadıncağıza şu cevabı veriyor:

"Ben sana bir tavsiyede bulunacağım. Asıl fiili dua, bu

davranış biçimidir. Tavsiyemi uyguladıktan sonra yapacağın

dualar da etkili olacaktır.

Kadıncağız, "Buyurun Hocam" deyince de fiilli dua olacak tavsiyesini söylüyor:

"Kızım, kocan bir nataşa için seni terk etmiş... Nataşa de­diğin insan da bir kadındır. Onda olan her şey bir kadın ola­rak sende de vardır. Buna rağmen kocan neden kaç yıllık ka­rısı olarak seni bırakıp ona gidiyor?

"Demek ki o kadın, kadınlığını senden daha iyi kullanıyor. Sen o kadına bak, onun kocana yaptıklarından daha fazlasını yapmaya çalış. Bakalım kocan seni bırakıp ona gider mi?"

Sadakatsizliğin hayalinden bile uzak durulmalıdır. Çoğu zaman, sadakatsizlik de diğer günahlar gibi önce hayalde başlar. Bu yüzden zihinlerimizi korumalıyız. Filmlerde işle­nen aldatma senaryolarından, romanlardaki aldatan kahra­manlardan, bu tarz yazılan hikâyelerden ve hatıralardan ha­fızamızı uzak tutmalıyız. Olumsuz şeyler zihnimizde yer et­mekle kalmaz, zamanla bizi etkilemeye de başlar.

Bediüzzaman'ın deyimiyle, "Batılı iyice tasvir, safi zihinleri idlal eder."



Yani kötü, çirkin ve asılsız şeyleri, özeye bezeye iyice açık­lamak, saf ve temiz zihinleri saptırır.

Sadakatin sağlanmasında birinci temel unsur, iman; ikin­cisi ise vazgeçemediğimiz "iki s": Sevgi-saygı ve sabır. Birinci unsura gelince Allah'a karşı olan sadakat anlayışımız; o, bü­tün bağlılıkların üstünde ve ötesindedir.

Bir insanın, Allah'a karşı sadakati, bağlılığı, sağlam ve canlı ise onun dostlarına karşı hissettiği sadakat de sürekli olur. Yani o sadakat bağı ne kadar sağlamsa eşlerin birbirle­rine olan sadakati de o oranda güçlü olur.

"İnsanın içinde kaynayan Allah sevgisi, onun bütün hisle­rine ve bütün heyecanlarına kılavuzluk eder. Onu her çetin denizden selamet ve emniyetle geçirir. Şahsî tecrübeleriyle bu sevginin ne demek olduğunu anlayanlar, hiçbir vakit, bir kimsenin bahtiyarlığına kastetmezler. Üstelik bir kimseyi bedbaht etmemek için bütün feragatleriyle çalışırlar."( Psikolog W. E. Sargent, Evlilik Hayatında Daha Bahtiyar Olmanın Yolu, s. 30.)

Ölüm, aşk ve sadakat

Aşk ve sadakat deyince hep hatırlarım rahmetli Prof. Fa­ruk Özerengin Bey'i. O eşi ölünce bile ona sadık kalmıştı. Eş­ler arasında gerçekten sevgi varsa onu hiçbir şey kesintiye uğratamaz. Her hâl ve durumda sevgi varlığını sürdürür; ölüm bile onu sona erdiremez. İşte bu gerçeğin örneğidir Fa­ruk Bey.

O, eşine âşık bir insandı. Emel Hanımefendi de o derin aş­ka layık bir gönül yüceliğindeydi. Uzun yıllar süren dostlu­ğumuzda, onu eşinden bahsederken hep mutlu olan adam olarak görmüştüm. Emel Hanım'ın adı her geçtiğinde, gözle­rinin içi gülerdi.

Emel Hanım, Kazım Karabekir Paşa'nın kızıydı. Bir gün, o da ecel şerbetini içiverdi; ancak Emel Hanım'ın dünyasını de­ğişmesi, Faruk Bey'i de tamamen değiştirmişti. Artık ne sağlı­ğı ne neşesi ne de yaşama sevinci eskisi gibi değildi.

Bir gün ona, "Hocam, herhalde hayatınızı ikiye ayırmak gerek. Emel hanımlı ve Emel hanımsız" demiştim. Birden gözleri dolmuş ve "İsabet buyurdunuz" demişti.

Emel Hanım'sız bir hayat, hayat gibi gelmemişti ona. Has­talandı. Gırtlak kanseriydi. Bir ziyaretimde, Maraş'tan bakla­va getirmiştim. Şu sözünü hiç unutamam:

"Kardeşim Vehbi Bey, bu baklava ağzıma çamur tadı veri­yor. Ha çamur çiğnemişim ha baklava..."

Faruk Bey'in sadece ağzının tadı değil, gönlünün tadı da yoktu artık. Çünkü Emel Hanım yoktu.

Bir gün şöyle demişti Faruk Bey: "Onsuz hayat, hiç dü­şünmediğim bir şeydi. Dolayısıyla, böyle bir hayata hiç hazır değilmişim."

Gerçekten de hiç hazır olmadığı bu hayata fazla katlana­madı ve Rahman'ın rahmetine gidiverdi.

Sevgi, sabır, sadakat timsalleri: Çanakkale anneleri

Çanakkale anneleri, sevginin, sabrın ve sadakatin bütün renklerini en güzel biçimde yansıtmış güzel örneklerdir. Onlardan sadece birkaç tanesini, Çanakkale'de Şahlananlar isim­li eserimden özetlemek istiyorum. Kızlarımız yüreklerini o harika yüreklere ayarlasınlar ve uyarlasınlar diye... Oğulla­rımız, eş ararken yürek kalitesine de önem versinler, hep gö­rüntüye takılıp kalmasınlar diye...

Cemal Gürsel'in annesi

Kocası subaydı. Balkan Savaşı'nda bulundu. Osmanlı, hiç de alışık olmadığı türden bir yenilgi almıştı.

O da hava deği­şimi olması amacıyla yıllardır görmediği eşine ve çocuklarına döndü.

Eşi onu karşılamaya gitmedi. Evde de "Hoş geldin" demedi. "Eeee hanım, görüyorsun ki ben geldim. Bunca ayrılıktan sonra bir hoş geldin bile yok mu?" diye sitem etti. İşte o an kükredi, o muhteşem Osmanlı kadını: "Sen benden nasıl hoş geldin, beklersin? Hoş mu geldin ki! Sen Balkanlar'da, üç buçuk soysuzun önünde, koca Os­manlı Ordusu'nu perişan eden kumandanlardan biri değil misin? Bu sıfatınla benden nasıl hoşluk ve muhabbet bekler­sin!"

O an her şey durmuş ve donmuştu. Ortalığı hiç bitmeye­cekmiş gibi görünen sopsoğuk bir sessizlik kaplamıştı. Evin beyi, bir süre öylesine kalakalmıştı.

Neden sonra kendine geldi ve "Haklısın Hanım" dedi. Gözyaşlarıyla eşine sarılırken de ekledi:

"İnşallah, bir gün o bozgunun lekesini zaferle temizlemiş bir ordunun subayı olarak çıkarım karşına..."

Böylece bu muhteşem kadının yüreği, bir askerin yüreği­ne, bir zafer kıvılcımı atmış ve galibiyet yemini ettirmişti.

Çanakkale Zaferi'mizin arkasında, bu annelerin desteği, teşviki ve duaları vardır.

Şemsi Nine

Adı, Şemsi Nine idi. 16 yaşında evlenmiş. Evliliği sadece üç gün sürmüş. Eşi, yedek subay olarak

Çanakkale'ye çağı­rılmış. Orada şehitlik şerbetini içmiş.

Şemsi Nine, kocasının Çanakkale'den kendisine yazdığı ve hepsi de "Şemsi'm, Güneşim diye başlayan mektupları, evinin duvarlarına yapıştırmış. Yıllar yılı her sabah, bu silik ve sa­rarmış mektupları birer kere okur; her birinin karşısında şe­hit kocasının ruhuna Fatihalar gönderir, sonra da rahlesinin önünde diz çöküp kaldığı yerden Kur'an okumayı sürdürürmüş.

Şemsi Nine, evinden dışarı hiç çıkmazmış. Dermiş ki "Ko­cam Çanakkale'ye giderken bana 'Gençsin, güzelsin ne olur, ben gelinceye kadar sokağa çıkma. Gözüm arkada kalmasın' dedi. Nasıl çıkarım dışarı!"

Yıllar sonra cenazesini çıkarmışlar evinden...

Şemsi Nine'nin, üç günlük eşine gösterdiği vefa ve sada­kat, şimdi ülkemizdeki bütün eşlere bölüştürülse hepsini de vefa ve sadakat timsali yapmaz mı?

Kadir Amca'nın annesi

Rahmetli Ali Kadir Amca çocukluk yıllarını şöyle anlatır: "Babam Çanakkale'ye gittiğinde, ben altı aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Resmi bile yok; ama ben kendimi bildim bile­li, eve her geldiğimde, annem ayağa kalkar, "Beyimin yadigâ­rı" diyerek benim elimi öperdi.

Asıl eli öpülecek anne, şehit eşinin hatırası, yadigârı, tim­sali olarak evladının elini öpüyor. Bu sadakat, sözle değil, ancak gözyaşlarıyla yorumlanabilir.

Nişanlı ölen nine



Nişanlısı Çanakkale'de şehit olan nine, kendisiyle beraber bir torbanın da gömülmesini vasiyet etmiş.

Torbanın içinde saçları ve dişleri varmış. Çanakkale şehidi olan nişanlısına diyormuş ki:

"Senden başkasına yar, demedim, bu dişler şahidimdir. Saçlarıma senden başkasının eli değmedi, bu saçlar şahidim­dir."

Bu iffet abidesi anneler, cephenin gerisini öyle sağlam tut­tular ki hiçbir Mehmetçiğin gözü arkada kalmadı.

Edremitli Halil Efendi'nin eşi



Edremitli Halil Efendi, oğlu Ali'yi Çanakkale'ye yollamış. Fakat yetmemiş, kendisini çağırmışlar. Kırk yaşından sonra gönüllü gitmiş Çanakkale'ye. Gidişi ani olmuş. Gideceği gün eşine demiş ki:

"Bilirsin kuru fasulyeyi çok severim, akşama yap da yiye­lim."

O gün diğer gönüllülerle birlikte hemen yola çıkması ge­rekmiş. Bu yüzden de o akşam eşinin pişirdiği kuru fasulyeyi yiyememiş. Eşi, o akşam sofraya onun için de bir tabak koy­muş...

Yıllar geçmiş gelmemiş Halil Efendi; ama o evde her ak­şam kuru fasulye pişmiş ve sofraya da boş bir tabak kon­muş...

Torunu diyor ki:

"Ninem, hayatı boyunca, her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi o yemekten ağzına bir tek lokma koymadı. Hep bize yedirirdi.

"Ninem, ölünceye kadar, her akşam, o boş tabağı sofraya koydu ve kaldırdı."

Bu eli ayağı öpülesi muhteşem anneler, arkada sıra dağlar gibi sapasağlam durdukları için Mehmetçikler de hep "Allah, Allah!" diyerek dönmeyi düşünmeden koştular düşman üstü­ne...

Bugün de bu sadık ve vefalı annelere şiddetle ihtiyacımız var.

Kızlarımızın yürekleri hazır mı, onlarınki gibi olmaya?

Oğullarımız, böylesine bir sevgiye layık olacak gönle talip mi?

Sabır Timsali Beyler

Hanımına sabrederek büyüyen veli kulları; örnek insanları bir kitapta toplayacaktım. Daha sonra bu projemden vazgeç­tim. Çünkü kısa bir araştırmadan sonra gördüm ki bu konu kitaplık değil, ansiklopedilik çaptadır. Ancak onlardan birkaç tane gönül sultanını kaleme alıyorum:

Kırklar meclisinde bir veli

Mübarek bir adam eşinden bir ömür çekmiş. Hiçbir nasi­hat, hediye, güzellik, bu hanımı yumuşatamamış. Kızdığı za­man, gözü hiçbir şey görmez, konu komşuyu da hiçe sayarak ortalığı birbirine katarmış.

Eşi, komşulardan özür diler, çaresizlik içinde, olan biteni sessizce seyredermiş. Adamcağız, kısa sürede kasabada sabır kahramanı olarak tanınmış.

Daha sonra da "Bu adam evliyadır" demişler ve her sıkış­tıklarında adamın duasını almaya başlamışlar.

Güzel ahlakıy­la örnek, derin bilgisiyle gençlere öğretmen olmuş bu müba­rek adam. "Bu hanımla yaşanır mı? Boşa onu!" diyenlere hiç aldırış etmemiş.

Nihayet, o da bir gün, eşini ahirete yollamış. Çok geçme­den de kendisi vefat etmiş.

Bu güzel insan, dünyada eşinden çektiği eza ve cefalara sabrettiği için veliler meclisine seçilmiş.

Kırklar meclisine ka­tılınca çok sevinmiş ve "İyi ki dünyanın sınırlı hayatında eşi­me sabretmişim" diye düşünmüş. Fakat o da nesi! Bir bakmış ki o Allah dostlarından oluşan mecliste eşi de var. Hemen ayağa fırlamış ve "Haydi bana müsaade" demiş.

"Aman" demişler, "Nereye? Böyle bir meclis terk edilir mi?"

Heyecan ve telaş içinde:

"Ne olur, bırakın beni, gideyim. Bizimki de burada. Ben ondan dünyada neler çektim. Şimdi, bir de burada uğraşamam!"

Kırklar meclisi hep birden gülümsemiş ve demişler ki:

"Korkmana gerek yok. O hanım da bizden biridir. Dünya­daki görevi seni olgunlaştırmak ve Hakk'a yaklaştırmaktı."

Bir konferansımda bu kıssayı nakletmiştim. Birçok erkek dinleyicim, "Hocam, yoksa benim eşim de görevli biri mi?" diye sormuşlardı. Anlaşılıyor ki günümüzde de eşinden evliya olanların sayısı hiç de az değildir.

Ancak çektiren hanımefendiler de biraz insafa gelip eşle­rine çekemeyecekleri yükü yüklememelidirler.

Tabii ki birçok hanımefendi de beyinden çekmektedir. Yani beylerden de görevli olanlar bulunabilir. Her iki taraf için de çözüm sabırda ve kadere imandadır.

Eza çeken hangi taraf olursa olsun, "Benim de imtihanım, eşimdenmiş" diyerek sabra sarılmalıdır.

Çünkü beterin de be­teri vardır. İmtihansız dünya da mümkün değildir.'

Eşi delilenen, kendisi velileşen adam

Allah dostlarından biri, sinirli ve kavgacı bir hanımla ev­lenmiş. Daha ilk gün, eşinin leblebiden nem kapan, alıngan ve sabırsız bir kadın olduğunu da anlayıvermiş ve hanımıyla bir pazarlık yapmış:

"Hanım," demiş. "Anladığım kadarıyla sen, sert ve sinirli bir insansın. Benim de sabrım sınırlıdır.

Lakin Allah nasip et­ti, eşim oldun. İnşallah bir ömür birlikte olacağız. Bunu başa­rabilmek için sana bir teklifim var."

Hanımı, kocasının teklifini merak etmiş ve sormuş. Eşiyle her şeye rağmen geçinmeye niyetli olan bu mübarek adam, teklifini açıklamış:

"Sen kızdığın zaman, ben sabredeyim; ben kızdığım za­man da sen sabret. İkimiz birden kızmayalım.

Kızgınlık, bir bakıma delilenmektir. Yani geçici bir deliliktir. Bu bakımdan, ikimiz birden delilenmeydim. Birimiz delilendiğinde, diğe­rimiz velilere mahsus olan sabır güzelliğine sarılıp velileş-sin...

"Böylece birbirimizi idare edelim de şu iki günlük dünya­da geçinip gidelim..."

Hanımı, bu tek maddelik teklife "Peki," demiş ve uzun bir ömrü birlikte geçirebilmişler.

Eğer birlikte kızmaz, eşimiz bağırıp çağırdığında, kapıyı vurup gitmezsek o evlilikte mutluluk olur.

Biz erkekler, kadınımızı kendimiz gibi görmez; onun duy­gusal derinliğinin ve ruhsal hassaslığının farkında olursak ev­liliğimizi huzurlu bir yuvaya dönüştürürüz.

Eşimizin kadınsı hassasiyetlerini görmezlikten gelir de hiddetlendiği zaman, "Bunda kızılacak ne var?" yüz asmış, kaş çatmış ve yumruk sıkmış olarak karşısına dikilmezsek an­layışlı bir şekilde sükûnetimizi ve akl-ı selimimizi muhafaza ederek sabrı kuşanırsak kazanan biz olacağız.

Hem eşimizin kalbini, hem yuvamızın huzurunu hem de çocuklarımızın sevgisini ve takdirini kazanacağız. Bu kazanç­ların biri bile değmez mi, delilenene karşı velileşmemizi ge­rektirmez mi?

Öyleyse öfkelenene karşı neden öfke?

Öfke ki yarım deliliktir... Öteki yarısını da biz gösterip de­liliği tamamlamak, aklı başında olana, hele

de sevgisi gön­lünde bulunana yaraşır mı?

Böyle bir eşin arkasından ağlanır mı?

Hasan Harakani Hazretleri, Allah dostlarından olan bü­yüklerden biriydi. İlmi, irfanı ve takvasıyla, tanıyanların hay­ret ve hayranlık duyduğu bu güzel insan, çok huysuz ve ge­çimsiz bir hanımla evliydi.

Eşinin, ters ve aykırı bütün hâllerini, hep sabırla karşıladı. Asla şikâyet etmedi. Onun beddualarını duymazlıktan geldi, kendisi ona dualar etti. Eş olarak üzerine düşen görevleri hiç ihmal etmedi. Her küskünlüğü, kendisi düzeltti. Yuvasını yı­kılmaktan korumak için uzun yıllar bir sabır abidesi gibi yıl­madan, yorulmadan dayandı.

Bütün komşuları, tanıyanları, dostları, onun bu zorlu ta­hammülüne hayrandılar. Nihayet emr-i Hak vaki oldu ve eşi vefat etti. Hasan Harakani Hazretleri dışında herkes, bu ölüme memnun olmuştu.

Çünkü bu hanımın nasıl bir cadı oldu­ğuna onlar da çok şahit olmuşlardı.

"Sonunda, bu güzel insan, karısının eziyetlerinden, işken­celerinden kurtuldu" diyorlar ve onun adına da seviniyorlar­dı. Fakat Hasan Harakani çok üzgündü. Kederini hiçbir teselli gideremiyordu. Onun bu hâli, insanları şaşkına çevirdi.

"Ne hayır görmüştü ki bu huysuz hanımdan? Bu kadar kedere ve gözyaşına ne gerek vardı yani?"

Bu düşünceler kulağına gelince dedi ki:

"Bende gördüğünüz olumlu hâller, hep bu hanım sebebiy­ledir. Çünkü ben, onun huysuzluklarına sabırla buldum, bul­duklarımı... Şimdi onsuz geçen şu birkaç gün içinde, manen yerimde saymaya başladım, bazı hâller kaybolmaya başladı. Ben ağlamayayım da kim ağlasın."

Eşinden Filozof Sokrat

Ünlü filozof Sokrat'ın eşi dünya cadılık tarihinin gözdelerindenmiş. Bu yüzden Sokrat'ı da hanımından filozof saymak pek yanlış sayılmasa gerek.

Beyler, kendi eşlerinin kıymetini daha çok bilsinler diye, Sokrat'ın hanımını da tanıtmak istiyorum.

Bir gün, hanımı, Sokrat'ı rezil edip göndermiş evinden. Sonra da hırsını alamamış olmalı ki talebelerine ders verdiği yere gelmiş, başlamış avazı çıktığı kadar bağırıp çağırmaya. Bununla da hızını alamamış ve orada duran bir kova suyu, kocasının başından aşağı boca etmiş.

Sokrat, bu olup bitenlere hiç karşılık vermeden sadece te­bessüm ediyormuş. Talebeleri hayret etmişler ve sormuşlar:

"Efendim bunca bağırıp çağırmadan sonra bir de tepeden aşağı ıslattı sizi. Buna rağmen hiçbir karşılık vermediniz."

"Sürpriz değildi," demiş Sokrat. "Eğer şimşek çakar, gök gürlerse peşinden muhakkak yağmur gelir.

Bizimki de esip gürledi, ıslatması normaldir."

Talebeleri, böylesine bir olumsuzluktan sonra onun ne ce­vap vereceğini merak edip sormuşlar:

"Efendim, bize evlenmeyi tavsiye eder misiniz?"

"Evet," demiş Sokrat. "Siz de mutlaka evlenin. İki ihtimal var; karınız ya iyi çıkar ya da kötü. İyi çıkarsa mutlu olursu­nuz, kötü çıkarsa da benim gibi filozof olursunuz."

Sabır Timsali Hanımlar

Seminerlerimden birinde; hanımlar eşlerinden şikâyet edi­yorlardı. Bir hanımefendi, şikâyet eden hanımları dinledikten sonra hiçbirine hak vermedi ve dedi ki:

"10 senedir felçli ve yatalak hâlde bulunan eşime bakıyo­rum. Sabrediyorum, hiç şikâyet etmiyorum.

Bu hanımlar, ne­lerden dertleniyorlar, doğrusu çok şaşırdım. Lütfen, bu ha­nımlar, minicik dertlerini dev bilmesinler; bir damla yağmuru sel sanmasınlar."

O hanımı dinleyince sabır kahramanlarından birkaç örne­ği kaleme almak istedim. Çünkü aileyi, dolayısıyla toplumu ayakta tutan sevgi ve şefkat kahramanı hanımlar arasında, çok sabırlı olanlar var.

Çok şükür ki hâlâ varlar. Rabb'im sayı­larını çoğaltsın...

Sabır ve şefkat kahramanı bir hanımefendi

Üç çocuk anası bir hanımefendi, Ahmet Şahin Hoca'mızın yanına geliyor ve "Hocam, derdim derindir,

bana bir yol gös­terin!" diyerek yardım istiyor ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

"Kocam, içki bağımlısı; gece yarılarına kadar meyhanede içiyor. Sonra da geliyor, kapıyı yumruklamaya başlıyor. Ço­cuklar duyup da huzursuz olmasınlar diye, hemen kalkıp ka­pıyı açıyorum.

"Buyur, deyip saygıyla karşılıyorum. Bazen, gecenin o saa­tinde yemek istiyor. Akşamdan hazırladığım yemekle sofra kuruyorum. Bu defa beğenmiyor, bunlar beklemiş, bana ye­niden yemek yap, diyor.

"Çocuklar okula gidecekler, uyanıp da rahatsız olmasınlar diye, yine mutfağa giriyor, yeniden yemek yapmaya başlıyo­rum. Arkamdan geliyor, hazırladığım yemeğe bakıyor, 'Ben bunları yemem, başka yemek yok mu?' diye bağırıp çağırma­ya başlıyor. Ben de 'Kazanabildiğim parayla, ancak böyle ye­mek yapabiliyorum; sen yardımcı olursan istediğini yaparım' deyince kıyamet kopuyor.

"Kazandığını başıma mı kakıyorsun, diyerek tencere tabak ne varsa havada uçuşuyor. Yine çocuklar duymasın diye se­simi çıkarmamaya gayret ediyorum; ama nafile! Başıma fırla­tılan tencere-tava sesine çocuklar uyanıp geliyor, ortalık ana-baba günü oluyor. Bağrışmalar, ağlaşmalar, bir kıyamettir gidiyor."

Hocamız soruyor: "Kocanızın işi ne? Nerede çalışıyor?"

Hanımefendi, "Ne çalışması Hocam? Geceyi meyhanede geçiren adam, gündüz çalışabilir mi?

Akşama kadar horul horul uyuyor. Akşam,tekrar arkadaşlarının yanına çıkıyor" diyor.

"Peki, öyleyse, evin ihtiyaçlarını kim karşılıyor?" deyince Hocamız, bu şefkat kahramanı her şeyi kendisinin karşıladı­ğını ifade ediyor:

"Kocamdan ümidimi kesince komşuların ev temizliğine gitmeye başladım. Kocamın durumunu bilenler, sağ olsunlar, ev işlerini bana yaptırıyorlar. Yani evin ve çocuklarımın ihti­yaçlarını ben karşılıyorum; hatta kocamın masraflarını da ben temin ediyorum."

Ahmet Şahin hayretler içinde kalıyor: "Yani meyhane masraflarını da mı sen veriyorsun?"

"Ne yazık ki öyle oluyor. Evden çıkarken para istiyor. Ver­mezsem ev başıma yıkılacak hâle geliyor. Çaresiz kalıp mey­hane harçlığını da ben vermek zorunda kalıyorum. Benim için bunların hiçbirisi mühim değil. Ben kapıcı olarak da ça­lışmaya razıyım. Allah'a şükürler olsun, elim ayağım tutuyor, çalışabiliyorum; hatta onun harçlığını da verebiliyorum" di­yor fedakâr kadıncağız.

Hocamız da bu sefer "Öyleyse bana neyi sormak istiyor­sun?" diyor ve şok edici bir cevap alıyor:

"Korkarım, bu hâli onu Cehenneme götürecek. İşte buna razı olamıyorum. Kocamı Cehennemden kurtarma çaresi yok mu? Acaba, diyorum; temizlik yaparak kazandığım üç beş kuruştan artırıp da kocamın adına sadaka versem Cehen­nemden kurtulmasını sağlayabilir miyim? Ne de olsa bu adam benim çocuklarımın babası... Düşünsenize herkes tek­me atıyor, ben de tekme atanlardan olmayayım diye düşünü­yorum."

Bu düşünceleri dinledikten sonra hocamız, hanımlara şöy­le sesleniyor:

"İşte size eli öpülecek insan ve duası alınacak yılın hanı­mefendisi! Gelin görün sabır nedir? Sadakat nedir? Kötü gün dostu vefalı eş nasıl olur?

"Ne dersiniz hanımefendiler! Sizin sabrınız, sadakatiniz, düşene tekme vurmayıp kaldırma vefanız da böyle mi? Siz de aynı sabır kahramanlığını gösteriyor, şefkatli eş örneğini ve­riyor musunuz?

"Yoksa böyle biriyle imtihana tabi tutulmadığınız için size hâlinizden dolayı şükretmek mi kalıyor?"( Ahmet Şahin, Ailem, s. 14-15.)

Hayatını eşine adayan doktor

Bir konferans için gittiğim küçük bir Anadolu şehrinde, engin ve zengin bir gönül taşıyan bir doktor hanımefendi ta­nıdım. Yatalak hâlde bulunan emekli albay eşine, tam on beş yıldır yüksünmeden bakan bu doktor hanım diyordu ki:

"On beş yıldır, bütün hayatımı onun bakımına, rahatına ve huzuruna adamış durumdayım. Onun mutluluğu, benim mut­luluğum oluyor. Onunla gülüyor, onunla üzülüyorum.

"İşimi sınırlı tutuyorum. Kariyerimi rölantide götürüyo­rum. Çünkü benim asıl işim, eşimin rahatı ve huzurudur. Yemem, içmem, uyumam, uyanmam, hep ona ayarlı... Hava-.. sı, suyu ona iyi gelecek, burada daha rahat edecek diye, bu ilçeye tayinimi istedim. Ama bu hayat tarzımdan asla şikâ­yetçi değilim. Beyimin başına geleni, ben de yaşayabilirdim. O durumda, onun bana nasıl davranmasını isterdim, diye dü­şünüyorum ve ona öyle davranıyorum."

Toplumumuzda hâlâ böyle eşler var; yani hâlâ gerçekten aşk var, muhabbet var. Demek ki kıyamet çok yakın değil!

Sabır ve sadakatin böylesi

İrfanlıydı. İmanlıydı. Dosttu. İç dünyası zengindi. Hani şu nesli tükenmeye yüz tutmuş, nezaket timsali beyefendilerin-dendi. Kültürlüydü, yazardı. İşte bu bey rahmetli İrfan Ata-gün Ağabey idi. Kısacası adının tecellisi üstünde olan bir be­yefendi idi.

Sadece bir ayağı aksardı. Yakınları başka aksayan yanını görmediler.

Evlenmeye niyetlendiğinde, eşini de belirlemişti. Eş adayı yanı başındaydı. Çünkü yakın akrabasıydı.

Her şeyi ile mü­kemmel bir kızdı. Ancak genç kızın yakınları, ona "Evet" de-dirmemek için çok uğraştılar;: zira görünürde haklı oldukları epey engeli vardı bu işin...

İrfan Bey, iyi, hoş adamdı; ama yaşça ondan epey büyük­tü. Üstelik bir ayağı topaldı. Genç kız ise gençti, güzeldi, çok daha uygun talipleri olabilirdi.

Ama bu hanım kızımız fazla düşünüp taşınmadan bütün ısrarlara karşı direndi ve İrfan Bey'e, "Evet" dedi. Çünkü tey­zesinin oğlu, gerçekten insandı. Ahlak ve karakteriyle, kültü­rüyle, olgunluğuyla, örnek bir kişiydi.

Genç kızın "Evet"i, mutlu bir yuvanın temeli oldu. Uzun yıllar örnek bir mutluluğu yaşadılar. İki evlatları oldu. Fakat bir gün, İrfan Bey, aniden hastalandı ve yatağa düştü. Tıbbî olarak her türlü müdahale yapıldı; ama bir çözüm olmadı. İr­fan Bey, bitkisel hayata girmişti. Ne konuşabiliyor ne de tam duyabiliyordu. Bütün konuşmalara ve sorulara, ancak gözle­rindeki parıltıyla karşılık verebiliyordu.

Hanımefendi, "Allah'tan ümit kesilmez" dedi ve İrfan Bey'in tedavisine devam etti. Yıllar yılları kovaladı. Vücut ha­reketleri tamamen sona eren hasta, sürekli serumla besleni­yor ve artık yaşamıyordu sanki.

Tıbbî olarak şifa beklenmeyen noktaya gelinmişti. İrfan Bey'in, hayata dönmesi imkansızlaşmıştı.

Uzmanlar, yapacak bir şeyin kalmadığını çoktan söylemişlerdi. Yapılması gere­ken, onu hayata bağlayan fişin çekilmesiydi. Ancak eşini ger­çekten seven bu hanımefendi, en yakınlarının, en güvendiği doktorların ve en candan dostlarının teklifine hiç kulak asmadı, irfan Bey'e, çok zor şartlarda, evinin bir odasında bir bebek gibi baktı.

Usanmadı, yılmadı, yorulmadı. Tam tersine, onun varlığı­nı ve zaman zaman gözlerinde beliren parıltıyı en derin bir mutluluk vesilesi saydı.

Tam 20 yıl baktı sevgili eşine, sevgisini ve ilgisini hiç ek­siltmeden... Asla yüksünmedi, usanmadı, şikâyet etmedi. Çünkü sevgisi gerçekti. Gerçek sevgiler, maddî şartlara bağlı olamazdı. Sağlığında nasıl seviyorsa bakıma muhtaç bir hasta olduğunda da aynı şekilde sevmekteydi. Özel yatağında sü­rekli sırt üstü yatan, hiç konuşamayan, duyup duymadığı bel­li olmayan, artık bir başka dünyanın insanı olan eşini hep sevdi.

2002 yılındaki ziyaretimiz sırasında, "Aramızdaki aşkı hiçbir sebep azaltamaz" diyordu.

2007 yılı Haziran'ında, bu müthiş aşkın odağı İrfan Bey, Hakk'a yürüdü...

Evet, aşk buydu ve böyle de yaşanabilirdi. Demek ki ek­ranlardan "aşk" diye yansıtılanların gerçek aşkla ilgisi yok.

Sizce de bu hanımefendi madalyalık bir insan değil mi? Herhalde ona layık aşk ve sadakat madalyası henüz icat edilmedi.

Sevgi iletişiminin asıl ustası, kadındır

Evin kadınıdır, sevgi iletişiminin asıl ustası. Çünkü onun eli sadece ışığı yakmaz, Işığa sevginin nurunu da katıp gönülleri aydınlatır. Isıttığı suya, şefkatinin sıcaklığını da ekler. Üşümez eder ruhları...

Pencereleri açan bir kadın,

Rüzgâra şifa ve teselli havası katar.

Muhabbetiyle pişirir yemeği,

Acısı bile tatlanır.

Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.

Sevgi iletişimi için "üç z" prensibi

Aile seminerlerimde yıllardır tavsiye ettiğim "Üç Z" pren­sibiyle çok iyi sonuçlar alınıyor. Bilhassa hanımefendilerin hassasiyet göstermesi gereken üç önemli kural... Bu kurallar, alfabemizin son harfiyle başlıyor; ama ailede sevgi iletişimini kopmazlaştıran ilk prensipler aslında:



1-Zarafet:

Hanımlar, daima zarif olmalıdır. Onlara kaba-sabalık, da­ğınıklık yaraşmaz. İç güzelliğini yansıtan bütün incelikler, za­rafettedir.

Tabii ki erkekler de zarif olmalı; ama bu güzellik asıl ka­dına mahsustur ve ona daha çok yakışır.

Zarif bir hanımefendiyi kırabilmek için bir erkeğin çok ka­ba ve hiç yontulmamış olması gerekir. Yani hanımların zarif oluşu, muhataplarını da öyle olmaya mecbur eder.

Pis, pasaklı, kendini bırakmış hanımlar, bu hâllerini ma­zur gösterecek haklı bir sebep bulamazlar.

Çünkü zarafet için pahalı elbiselere, zengin makyaj malzemelerine ve lüks takı­lara ihtiyaç yoktur.

Tam tersine asıl zarafet, temizlik, sadelik ve kişiliğini sa­mimiyetle konuşturarak sağlanır.

Giyimiyle, haliyle, diliyle zarif olmasını bilen bir kadın, hanımefendidir. Böyle bir kadının kocası da beyefendi olur ya da kendinde öyle olmak mecburiyetini hisseder.

Ailede sevgi iletişimini kolay kuran hanımlar, zarif olmayı başaranlardır.

2- Ziyaret:

Sevgi iletişiminin sürekliliğini sağlayan önemli bir kural, ziyarettir. Bu, gezmekten öte bir güzelliktir.

Ziyaret, anne-ba-ba, eş-dost, konu-komşu, hısım-akraba ziyaretlerinden, hasta ziyaretine, hatta mezarlık ziyaretine kadar çeşitlilik gösterir.

Bu ziyaretleri birlikte yapmak, eşleri birbirine yaklaştırır. Aslında her ziyaret, gönüllere giden yolları genişletir.

Ama ailede sevgi iletişimini sağlayan asıl ziyaret, gönül ziyaretleridir. Eşini sürprizlerle sevindirerek onun gönlüne giden yollara düşenler... Gönül yolunun düzü, yokuşu, pati­kası, şosesi asfaltı, yani bütünü mutluluk verir.

"Kalpten kalbe yol vardır" denilir; ama kaç eş, bu yolun yolcusu olmayı iş edinir?

Yapı ve yaratılışları gereği hanımlar, bu yollan daha çok bilir, sezer ve yolcusu olmayı da severler.

Eşinin gönlüne giden yolları ziyaret ederek donanan gö­nüller; eşine daha fazla bağlanır.



3- Ziyafet:

Kendim ve hemcinslerim adına söylemek biraz zor olsa da gerçekler gizlenmemelidir diye düşünüyorum. Bu yüzden de gayet açık yazıyorum:

Erkeğin kalbine giden yol, midesinden geçer. Aç bir adam­la, sevgi iletişimi kurmak çok zordur. İşte bu sebeple hanım­lar, ziyafet konusuna çok Önem vermelidirler.

Eşinin alışkanlıklarına uygun zamanda, severek yiyeceği bir yemeği önüne koymayı asla unutmamalı ve mutfak mari­fetlerini konuşturmaklar, zira mutfağın dili, sevgi iletişimini kurmakta çok işe yarar.

Bu konuya önem vermeyen hanımlar, çok önemli bir sevgi iletişimini göz göre göre kaçırmış olurlar.

Bazı hanımlar, se­minerler sırasında, bu ısrarımıza itiraz ediyor ve diyorlar ki:

"Hocam, erkekler seveceği yemeği bulamazlarsa kızacak kadar maddeci ve mideci midirler?"

"Atalarımız, aç ayı oynamaz, demişler. Erkekler de onlar gibi mi?"

Tabii ki bu itirazlardaki haksızlık daha fazladır. Elbette ki aile muhabbeti sevgiye endeksli olmamalıdır. Ancak şunu da kesin olarak bilmeliyiz ki bir hanımefendinin mutfak marifet­leri ve o husustaki dakikliği sevgi iletişimini çok güçlendirir. Bu hususta başarılı olan hanımefendiler, kalpten kalbe giden yollan en geniş hâle getirmiş olurlar.

Bu hususa itiraz eden hanımlara verdiğim misallerden bi­rini, burada da arz edeceğim:

Erkek işe gidiyor, çalışıyor; akşam üzeri mesaisi bitiyor eve gelmek için trafikle boğuşuyor. Yoldayken bütün düşüncesi, bir an önce bu trafik hengâmesinden kurtulup kapağı eve atmak. Bir sükûnet ve sevgi ortamında, gün boyu olup biten­leri unutup rahatlamak; yani evde güler bir yüz ve hazır bir sofra bulmak hayali içinde. Bu beklenti içinde evinin kapısını çalıyor.

Bir de hanımın dünyasına bakalım. Bu esnada hanım da başka bir beklenti içinde, tabii. Eşinin gelişine çok seviniyor; çünkü akşama kadar içinde biriktirdiklerini, bir an önce eşine anlatıp rahatlamak, o gün gelen faturaların sorumluluğundan kurtulmak, çoluk çocuktan, komşulardan yansıyanları pay­laşmak vs. gibi anlatacak çok önemli konuları var.

Adam, daha selam verip ayakkabılarını çözmeden, kadın günün bütün birikintilerini makineli tüfek gibi noktasız, virgülsüz peş peşe sıralamaya başlıyor.

Zaten bütün gün yorulmuş, dopdolu ve patlamaya hazır bir bomba gibi eve gelmiş olan adam, daha ilk cümlelerde, "Bırak şimdi bunları! Zaten canım burnumda!" diye tepki ve­riyor.

Bu önemli tepkinin arkasındaki volkanı fark etmeyen ha­nımı söylenmeye devam ediyor.

"Ben sana kendi derdimi mi anlatıyorum. Bunlar evin işi, senin işin. Bu faturayı ödemek de senin vazifen. Elektriğin hepsini ben mi yaktım? Suyu bütünüyle ben mi içtim ki bırak bunları diyorsun!"

Eğer şikâyet çocuktan ise adam, "Çocuğuna da..." diye patlayacaktır.

Kadın, anlayışsızlığını devam ettirir de bu patlamaya öf­keyle karşılık verirse günlerce sürecek bir kızgınlık, kırgınlık; hatta küskünlük başlayacak demektir.

Peki, bu işin doğrusu nedir?

Akıllı ve anlayışlı bir hanım, kocasını hoş karşılar. Zarafe­tiyle, güler yüzüyle, sevgi dolu gönlüyle eşini karşılar; sela­mını alır. Gözlerine bakıp gönlünü görmeye çalışır. Ayakkabı­sının bağcığını çözmekten hiç alınmaz. Eş sevgisini olanca samimiyetiyle gösterir.

Adam üst baş değiştirip, belki bir duş alıp iş hayatının ve dışarının havasından çıkar. Koltuğuna oturup ayaklarını uza­tır ve evde olmanın huzuruna erer.

Bu gönül ziyafetini, sofra ziyafeti takip eder. Sofra temiz, özenli, düzenli, zevkli ise yani mütevazı bir şölen havasında ise erkeğin mutluluğuna diyecek yoktur, hatta bu ortamda yemeğin tadında, tuzunda veya biberindeki eksiklik veya faz­lalık fark bile edilmez. Edilse bile muhtemelen adam hoş görme nezaketinde bulunur, ses çıkarmaz.

Yemekten sonra kocasının alışkanlığı üzere, çayını, kahve­sini verir.

Bu sırada, hâl hatır sorulur, sohbet ortamı yakalanır. İşte o sırada, kocanıza sizin ve evinizin dertlerini rahatlıkla açabi­lirsiniz. O zaman karşınızda iyi bir paylaşımcı, bir dert ortağı görür, çözüm üreten birini bulursunuz.

Elinizdeki faturaları koyduğunuz zaman önüne, alacağınız cevap, "Canın sağ olsun, öderiz!" cümlesi olacaktır. Hele de hanımefendi sevgi üslubu ile konuşuyorsa hiçbir maddî isteği kocası tarafından reddedilmeyecektir. Yeter ki istekleriniz mantıklı, ölçülü ve gerekli olsun...

Hanımların, kocalarına sevgi üslubu kullanmaları da ayrı ve bambaşka manevî bir ziyafettir. Mesela biraz yüklüce gel­miş bir faturayı önüne koyarken "Aslansın, kaplansın" dese­niz yahut "Hayatım, yuvamın direği" diye söze başlayıp sonra da "Biraz fazlaca geldi, kusurumuza bakma, bir dahaki sefere daha dikkatli oluruz inşallah" deseniz...

Bu tarz üsluplar, eşinizle aranızda tartışma, tatsızlık, kav­ga çıkar mı?
İçine sevgi ve şefkat katıldığında, bazen bir dürüm, bir kap çorba, bir tas ayran ziyafettir. Sevgisiz hazırlanmış nice bol çeşitli sofradan ise sadece kavga, gürültü çıktığı çok gö­rülmüştür.
Yemeğinize daima bir ölçek de sevgi katınız!
1970'li yılların ortalarında, bir günlük gazetede, "Leyla Kafkas" adıyla hanımlara mahsus bir köşe hazırlıyordum. Orada, kocalarının yemek konusundaki huysuzluklarından şikâyet edenlere, bir tavsiyem olmuştu. Bu tavsiye çok beğe­nilmişti, takdir edildi ve uygulayan herkesi de çok mutlu etti.
O yıllardan itibaren de birçok yemek kitabının ön sözünde yer aldı; hatta bazı yemek kitaplarının adına da ilham kay­nağı oldu. Hanımlara yaptığımız bu tavsiyenin özü şu idi:
Hazırladığınız yemek ne olursa olsun, acı, tatlı, ekşi fark etmez, içine mutlaka bir ölçek de sevgi katın.
Yemeğinizi sev­giyle pişirin, isteyerek zevkle, içinizden gelerek yapın. Sev­giyle pişirdiğiniz yemek, sevgi vesilesi olur.
Sevgisiz ve isteksiz pişirdiğiniz ise hem sizi daha fazla yo­rar hem de kalbe giden yolu açmaya yaramaz.
'Yemeğin mükemmel olması için sen de onunla birlikte pişeceksin..." Ninelerimiz, hep böyle derlerdi genç hanımla­ra.
Pişirdiğiniz yemeğin lezzeti, yüzünüze yansıyorsa o lezzet, muhabbetle en az ikiye katlanacaktır.
Sevdiğiniz kişiyi sadece maddeten değil, manen de do­yurmak istiyorsanız hazırladığınız yemeğe bir ölçek de sevgi katınız ve yemekle birlikte siz de pişiniz. Böylece, yemeğe sa­dece maddî malzeme katmış olmayacak, aynı zamanda ma­nevî gıdalarla da zenginleştirmiş ve takviye etmiş olacaksınız.
Yemekle birlikte pişmeyi öğrenmiş beyler de vardır. Mese­la onlardan biri de değerli dostum Necat
Gonca Beyefen-di'dir. Onun elinden yediğiniz acı olan çiğ köfte bile tadıdır. Çünkü malzemeyi eliyle değil, gönlüyle yoğurur, maddî ener­jisine muhabbetini de katar, lezzeti ikiye katlar. Acı çiğ köfte böylece tatlılaşır.
Bir aile seminerinde, "Turşu kuruyorsanız bile içine bir öl­çek de sevgi katın, tadını ikiye katlayın" demiştim.
Soru faslında bir hanım, bu tavsiyeme itiraz etti:
"Hocam, hanımlar yemek yapmayı iyi öğrenir de suyunu, yağını, tuzunu, biberini tam ayarlarlarsa sevgi falan katmaya gerek kalmaz!"
Sevginin sırrından habersiz olan bu hanıma, ben cevap vermeden, başka bir hanımefendi elini kaldırdı ve ona şu il­ginç uygulamasını anlattı:
"Hocam, ben bu hanıma hiç katılmıyorum. Çünkü sizin tavsiyenizin ne kadar doğru olduğunu, ben kendi tecrübele­rimle defalarca görmüşümdür.
"Bazen, eşim beni kırar; aramız biraz açılır; ama ne olursa olsun, akşam yemeğini hazırlamam gerekir.
İçim kırık, buruk ve hüzünlü olduğu için isteksiz çalışırım. Yemek yaparken de bu kırgınlığı dışa vurur, kendi kendime söylenirim:
'Beni gereksiz yere kırıp gittin. Sen bu kabalığını belki de çoktan unuttun; ama benim kalbim hâlâ yaralı. Akşam da ge­lip hiçbir şey olmamış gibi davranır, yaptığım yemeğe yumu­lursun. Zehir zıkkım olsun!'
"Eşim akşam gelir, ya en iyi yaptığım yemekte bile mutla­ka bir kusur bulur, beğenmez ya da bir karış suratla, mutsuz tavırlarla sert ve sinirli durur, bir teşekkür bile etmez.
"Bazen de eşim beni çok mutlu ederek çıkar evden. Tabii o gün de akşam yemeği yaparım; ama o yemeğe gerçekten sevgimi katarım, gönlümü eklerim. Güle oynaya, şarkılar, ilahi­ler söyleye söyleye neşeyle hazırlarım.
O yemek, eksiği de olsa bir mutluluk yemeği olur. Kocam ne tuzunu fark eder ne de yağını, biberini.
"Eline sağlık, der; teşekkür eder. Yani içine sevgi kattığım ve isteyerek yaptığım yemek, mutlu bir gecenin başlangıcı olur..."
Evet, netice itibariyle şunu bir daha ve ısrarla söylemek is­terim ki sevgi her şeyi olduğu gibi yemekleri de tatlandırır. Siz de pişirdiğiniz her ne ise bir ölçek de sevginizden katın, lezzetini çoğaltın.
Beyefendiler de bu güzellikten nasiplenebilirler. Bunun için müsait zamanlarda mutfağa girip marifetlerini gösterebi­lirler; pişirdiklerine sevgilerini katmayı unutmamak şartıyla."
Sevilmek, sevildiğini hissetmek güzeldir; ancak bu güzel­liğin devamı için sevmek ve sevdiğini hissettirmek gerekir. Sevgiyi hissettirmenin en önemli yollarından biri de mutfak­tan geçer. Bu yüzden eşler, bazen mutfağı da paylaşmalılar.
Yine hiç unutmayalım ki eşler arasındaki sevgi iletişimi ne kadar güçlü ise birlikte vakit geçirdikleri mekânlar ve zaman­lar çoğalır.
Yemek konusunda hep hanımlara iş düşmemeli tabii. Me­sela bazen olur ki eve gelen bey, sofrayı hazır bulmayabilir. O zaman beyler nasıl davranmalı, ne yapmalı?
Kahvaltı gecikmişse, akşam yemeği olması gereken zama­na yetişmemişse hatta herhangi bir sebepten dolayı hiç hazırlanamamışsa eşler birbirlerine ne demeli, nasıl davranmalı­lar?
Elbette böyle istisnaî durumlarda, onlara düşen görev, du­rumu anlayışla karşılamaktır. Bu anlayışlı tavır, seven eşi, sa-kin olmaya ve durumu anlamaya yöneltir. Kırmadan, kızma­dan, aşağılamada ne olduğunu kavramaya çalışır. Gecikme süresini kısaltmak için eşine yardım eder.
"Yetiştiremedim" diye üzülen eşini teselli eder, "Canın sağ olsun hanım; Allah başka keder vermesin. Bu bir şey değil" demesini bilir.
Tabii ki hanımlar da bu tür aksamaları alışkanlık hâline getirmemeli, gösterilen anlayışı istismar etmemelidir.
Eşlerin her ikisi de çalışıyorsa "Hayat müşterektir" düstu­ru, mutfağa da yansımalıdır. Mademki hanım da çalışıp evin geçimine maddî katkıda bulunuyor, o zaman bunun karşılığı olarak bey de mutfak faaliyetlerine eşit olarak katılmak du­rumundadır.
Bu hususta, netice olarak şunu söylemek isterim:
Eşler arasında gerçekten hakikî bir sevgi varsa yemekten, tuzdan, yağdan, biberden kavga çıkmaz.
Yemek, içmek yü­zünden yahut tuz, biber, yağ meselesinden kavga eden eşler, gönül âlemlerini hemen gözden geçirmeliler. Orada sevgi azalması olmasa bunlar olmaz.
Çözüm, sevgiyi yeniden keşfetmek ve bereketlendirmektedir. Sevgi tam ve mükemmel olarak gelince eksikler, nok­sanlar, hatalar görünmez olur.
Sevgi önem kazanınca ve öne çıkınca siyah, beyaz olur, bakır altınlaşır, gecekondu saraylaşır.

Yazar:
Vehbi Vakkasoğlu