"Tarihî Tekerrürler Devr-i Dâimi Aralığına Bağlı Bir Uzun Temenni"

Varlığı canlarımızın cânı, nûru gözlerimizin ziyası Yüce Rabbimiz’e, üzerimizdeki lütufları adedince hamd ve şükür, gönüllerimize aşk u heyecan salan, gözlerimize ışıklar çalan, bizleri ebedler ülkesine hazırlayan Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’ya da hasenâtı sayısınca salât ü selam ediyor, küfrün ve küfranın başını alıp yürüdüğü, her yanda zalimlerin hay-huyunun duyulduğu, ar damarı çatlamış, utanma hissini yitirmiş din, diyanet ve insanlık düşmanlarının ellerini, kollarını sallayarak sokaklarda dolaştığı şu ifritten dönemde, aczimizi vesile yapıp bir kere daha ‘Lâ havle vela kuvvete illâ billâhi’l-azîm’ hazinesinin sahibi Rabbimiz’in sonsuz merhametine iltica ediyoruz:
Ey celâl ve ikram sahibi Yüce Rabbimiz! İhsan ve keremine sığınarak bize dünyada da, ukbâda da afv u afiyet vermeni diliyoruz. Hiçbir şeyi gerçekleştirmek Sen’in için zor değildir; ne olur, başka gidecek kapıları olmayan zayıf ve âciz kullarının bu taleplerini kabul buyur!
Rabbimiz! Allah tanımaz, Peygamber bilmez, Din’e, diyanete saygı duymaz nâdanların yapıp ettikleri kötülükler ve zulümler tahammül edilmez bir hal aldı. Senin bu masum kulların hakkında kötülük düşünüp onlara zarar vermek isteyenlerin emellerini gerçekleştirmelerine müsaade etme.. tuzak kuranların tuzaklarını başlarına çevir.. komplo peşinde olanları maksatlarının aksiyle tokatla.. haklarımıza tecavüz eden ya da etmeyi düşünen ne kadar haddini bilmez varsa, onların hepsini Sana havale ediyoruz; haklarından gel!
Mallarını ve canlarını Rabbilerinin yoluna adayan muhabbet fedailerini hiçbir zaman yalnız bırakmayan Kudreti Sonsuz Rabbimiz! Hayatını Din’e hizmete vakfetmiş masum insanlara karşı kinle, nefretle, hasetle, adavetle diş bileyen amansız zalimlerin yapmak istedikleri şerlere karşı Sen’in inayetine sğınıyoruz. Ehl-i iman hakkında kötülük düşünen ne kadar şerîr insan varsa, Sen bizi onların şerlerinden ve tuzaklarından koru.. zararları bize ulaşabilecek tahrip temsilcilerinin oyunlarını boz ve emellerini gerçekleştirmelerine fırsat verme.. sağlamlardan daha sağlam himayene bizi de al ve bütün şerîrlerin şerlerinden, komplo kuranların komplolarından sıyanet buyur.. kâfirlerin, fâcirlerin ve zâlimlerin entrikalarını başlarına geçir ve bütün inananları ebedlere kadar devam edecek ve başka hiçbir korumaya muhtaç bırakmayacak olan hıfzınla muhafaza et!
Rabbimiz! Münacaatımızın nihayetinde Efendimiz Hazreti Muhammed’e, kardeşleri olan enbiya ve mürselîne, Sen’in mukarreb kulların olan meleklere, insanlardan ve rûhânîlerden salih kullara salât ve selam ederek dileklerimizi gerçekleştirmeni istirham ediyoruz. Bize re’fetinle, rahmetinle, merhametinle, şefkatinle muamele eyle ve bizi haybet ve hüsrana dûçar bırakmak suretiyle imtihan etme!.


Tarihî Tekerrürler Devr-i Dâimi Aralığına Bağlı
Bir Uzun Temenni


İnsanoğlu yaratıldığı günden bu yana, gündüzlerin yanında geceler, ışığın yanında da karanlıklar hiç eksik olmadı. Yerküre üzerinde nur ve zulmetin münavebesi gibi her zaman aydınlıkları kapkara günler takip etti ve ferah feza devirler gidip buhranlı yıllarla noktalandı. Zaman zaman hemen her bucak ilhad ve nifak zulmetleriyle sarıldı. Yollar bütün bütün ışıksız kaldı. İnsanlık karanlığa yenik düştü. Her tarafı bir kısım başıboş ve düşüncelerinin önü-arkası olmayan kimseler tuttu. Dünya onların meş’um uğultularıyla inlemeye başladı. Zaman zaman maşeri vicdan bunların çıkardığı gürültülerle nefesini tuttu ve sessizlik murakabesine daldı. Derken söz, baştan ayağa düştü. Ferman kapı kullarının eline geçti. Yığınlar demagojinin oyuncağı oldu: İstendiğinde bütün kitleler uyutuldu, istendiğinde ayağa kaldırıldı. Olmayacak kimseler yıldız ilan edildi ve tabii pek çok istidadın da yıldızı söndürüldü. Şarlatanlık ve diyalektik mantık ve muhakemenin önünü kesti. Kirli düşünceler nezih fikirlerin yerini aldı. Toplumun şefkat ve merhamet beklediği müesseseler kine, nefrete kilitlenmiş kaba ruhların eline geçti: Bunlar vasıtasıyla insanlar arasına sürekli iftirak tohumları saçıldı ve herkes birbirinin kurdu haline getirildi. Diyanetin ruhunda kapanması çok zor yarıklar açıldı. Şerbet kâselerinin yerini zehir kadehleri ve bal-kaymak tabaklarının yerini de levsiyat çanakları aldı.

Bu kabuslu ve meş’um dönemlerde efkar o denli bulandı ki, artık insanlar en temiz ve nezih şeylere dahi irkilmeden el uzatamıyor, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye güven duyamıyor; duyamıyor ve herkes birbirini vahşilerle aynı çizgide mütalaa ediyordu. Varsa şayet bir kısım din, diyanet ve vicdan erbabı onlar da horlanıyor, hakir görülüyor ve dillerine kilit vuruluyordu. Karanlığın kulları esirip duruyor; ışığa teşne gönüller ise, gözleri hep harikulade lütuflar ufkunda inayet eli bekliyor, doğacak güneş rüyalarıyla oturup kalkıyor ve merhametle tüllenecek günlerin hülyalarıyla yaşıyordu. Bazen bu mülahazalara, bazen de daha başka saiklere bağlı yer yer dudaklarda bir tebessüm belirdiği de oluyordu. Ama, arkadan üst üste esen tasa fırtınaları hemen her şeyi alıp götürüyor ve birkaç dakikalık muvakkat sevinç yerini aylar ve yıllar sürecek yeni kederlere bırakıyordu.

Tarihi tekerrürler devr-i daimi esprisine bağlı olarak günümüzde de aynı şeylerden söz etmek mümkündür. Bakıyorsun pırıl pırıl güneşli ufukları birden bire duman bürüyor; derken göz gözü görmez oluyor, her yanı ürperten bir kasvet sarıyor, neşeyle tüten günler bütünüyle sararıyor, düşünceler kararıyor, iradeler çatırdıyor, ümitler bir bir devriliyor; bazen güneş bir daha doğmayacak, gündüz de gelmeyecek gibi oluyor ve mihrabını bulamamış ruhlar iç içe yeislerle, üst üste inkisarlarla sarsılıyor...

Bize gelince, biz bugüne kadar olduğumuz gibi şu levsiyatla köpürüp duran son hercümercin de çok yakın bir gelecekte musallaya yatırılacağından emin bulunuyor ve kaderin milletimizin yürüdüğü yollara su serpeceği mübarek günlerin çok uzak olmadığını düşünüyoruz. Aslında, bir hayli zamandan beri hemen herkes, her bucakta gönül hikayeleri mırıldanıyor. Şurada-burada temiz ruhlar, bir zamanlar yitirdikleri cennetlerini bulma yolunda soluk soluğa. Yüzler-binler hemen her zaman bu çerçevedeki mülahazalarla oturup kalkıyor; oturup kalkıyor yaratılışın gayesini, fıtratın hikmetlerini düşünüyor. Gerçi kalbî ve ruhî hayatımız itibariyle oldukça tozlu-dumanlı bir dönemden geçiyoruz; zaman zaman poyraz biraz serince esiyor ve her yanda hazan uğultuları duyuluyor. Hatta ümidin, sevincin köpürdüğü yerleri bile zaman zaman bir tasa ve yeis kaplıyor.. Ne var ki artık hepimiz, gamın da, tasanın da tutunamayacağını çok iyi biliyoruz. Hele bir de bu ölçüde olsun, ufuklar aydınlanıp ak-kara birbirinden ayrılınca, gayri yol boyu çekilen sıkıntılar da hafifliyor. Mesafeler cehd u gayrete güler yüz göstermeye başlıyor. Tepeler dümdüz ve düzlükler de pürüzsüz hâle geliyor. Derken mefkure ile yolculuk içiçe giriyor.. ve gaye ufkunun göz kamaştırıcılığı karşısında meşakkatin zerresi dahi hissedilmiyor.

Şimdilerde az dahi olsa, eller gönül ipine uzanmış gibi ve her yanda ruhun solukları duyuluyor. Akıl kalble omuz omuza. Düşünce, o baş döndüren enginlikleriyle ilhamla sarmaş-dolaş. Mantık vahyin önünde bir çömez gibi iki büklüm. İlim dine dellallık yapıyor. Bilgi marifetin dümen suyunda. Labaratuvar mabede çırak yetiştiriyor. İradeler, imanın sunduğu ab-ı hayatla dipdiri ve çelik gibi. Gözler basiretin dolaştığı aynı ufuklarda dolaşıyor ve her yanda fiziğe rağmen metafizik baharlar tülleniyor. Öyle anlaşılıyor ki artık, kar-buz ne kadar şiddetli de olsa ruhlarda tutuşturulmuş bulunan sonsuzun harareti karşısında çok fazla tutunamayacak ve fırtınalar ne kadar sertçe de esse, beşeri fıtratların tabii temayüller fanusu içinde parıldayan meş’aleleri, -Hakk müsaade etmezse- asla söndüremeyecektir. Gerçi, pek çoğumuz itibariyle hâlâ bazen kan kırmızı bir renge bürünerek değişik endişelerle tir tir titrediğimiz, bazen de şiddetli rüzgârlar karşısında telâşa kapıldığımız da oluyor. Ama, buna mukabil, filizinden dışarı fırlayan güller gibi her tarafa sımsıcak gülücükler saldığımız ve daldan dala sıçrayan bülbüller gibi bahar türküleriyle coştuğumuz da bir gerçek.. ve gönüllerimizde ümitlerin, emellerin harekete geçtiği, önümüzde Hızır çeşmesinin çağlayanlarının duyulduğu ve tepemizde “yed-i beyza”nın (Hz. Musa’nın mucize izhar eden eline denir.) dolaştığı da apaçık. Bu mülâhazalara oldukça erken uyanmış ruhlar kendi gönüllerinin serhaddine dayanmış gibi oldukça emin ve uzaktan uzağa olsa da, cennet kokularını hissetmenin heyecanıyla pürneşeler...

Evet, bugün olup-biten hâdiseleri, kalb ve ruh rasathanelerinden temaşa edebilenler âdeta bir nevruz sevinci yaşıyormuşcasına gönüllerinde sürekli bir toy-düğün neşvesi ve yüzlerinde de nevbahar çisentisi, ufuklarında farklı bir edayla pırıl pırıl güneş ve ayaklarının dibinde her tonuyla yemyeşil bir zemin. Himmet ve gayret çağlayanları, ilahî lütuflar mecrasında ve ummana doğru gürül gürül çağıldamakta, hem de hiçbir engebeye takılmadan; karşılarına çıkan maniaların bazılarının üstünden aşarak, bazılarının da kenarından-köşesinden dolaşarak arkalarında bıraktıkları en güzel hendesi çizgilerle kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu bütün teferruatıyla temsile çalışmaktalar. Onlar yürüyor, yollar onlara selâm duruyor. Yürüdükleri her yerde aşılmaz gibi görülen engeller onların karşısında secdeye kapanıp dümdüz kesiliyor; kesiliyor ve âdeta bu kutluların ayaklarına yüz sürüyor.

Aslında bu durum kıvamındaki ruhların her zamanki hâli: Bunlar sürekli bir buhurdanlık gibi tüter ve çevrelerine kokular saçarlar. Bir “öd” ağacı gibi yanar, iniltileriyle herkese yanmadaki zevki duyururlar. Yerinde arslanlar gibi kükrer, karakterlerinin gereğini sergilerler; yerinde bülbüller gibi şakır, ruhlara neş’e ve inşirah salarlar. Onların alınlarına, aziz ve mütevazi olma damgası iç içe vurulmuştur; ne ezilmenin zilletini bilirler ne de ezme ceberrutu gösterirler. (Hele bunların Rabbileri karşısında tevazu kanatlarını yerlere kadar indirip bir mahviyet sergilemeleri vardır ki, doğrusu görmeye değer.) Hasılı bunlar, arslan tavrıyla güvercin töresini iç içe yaşamaya muvaffak olmuş öyle yiğitlerdir ki, onları iç derinlikleriyle tanıma bahtiyarlığına erenler bir daha da onlardan ayrılmak istemezler.

Ne kadar arzu ederdim, böyle bir inceliğe açık olarak Rabbimin karşısında hemen her zaman vücudumun tıpkı salınan ağaçlar gibi tir tir titremesini ve iki elimin birden O’nun kapısının tokmağında bulunmasını! Ne kadar arzu ederdim, gezip dolaştığım her yerde ve gördüğüm her yanlış karşısında kendi alnımın karasıyla meşgul olup başkalarının durumunu görmezlikten gelmeyi!.. Ne kadar arzu ederdim, kalbimin her çarpışında, nabzımın her vuruşunda kendi eksik ve gediklerimi duymayı!.. Çok arzu ederdim hayatımın terazisine konacak değerlerin, iç murakabelerimden süzülen vicdanî hesaplarımın ürünü olmasını!.. Çok arzu ederdim kazanç kefesinin her zaman dopdolu bulunmasını ve kazandıklarımın bütünüyle ondan bilinmesini!.. Hep dilemişimdir, rahatı, rehaveti bütün bütün unutarak kalbî huzurumu zahmete bağlamayı ve meşakketle serinlemeyi.. en küçük hata ve yanlış davranışlarımdan ötürü her zaman Eyyüb gibi inlemeyi, Davud gibi ağlamayı.. ömrüm elverdiği sürece insanlığın huzuru ve itminanı için kendimi unutup her zaman onları düşünmeyi.. sevgide hemen herkese karşı sımsıcak ve herkesi kucaklayacak bir derinliğe sahip bulunmayı; öfkede, kinde, nefrette ise unutkan olmayı...

Şimdi gelin, en içten duygularla kendimizi insanlığı tenvire adayarak, her zaman mumlar gibi cızır cızır yanıp eriyelim ve kendimize rağmen uzak-yakın çevremizi aydınlatmaya çalışalım.. her yerde hakkın dili-tercümanı olarak samimî bir adanmışlık ruhuyla gezip hep O’nu soluklayalım ve O’nu anlatalım. Gelin Hak’la münasebetlerimizde o kadar saygılı ve O’na itimadda o denli içten olalım ki, gökte melekler imrensin bu hâlimize. Ve benliğimizden taşan manalar karşısında ruhaniler birkaç adım geriye çekilme lüzumunu hissetsinler. Gelin her zaman, o gönülden âhların yükseldiği gecelerin seher rengine bürünerek, yaratılıştaki yerimiz itibariyle kendimiz gibi davranalım ve kendimiz gibi olalım. Gelin rahata bir nokta koyarak zahmeti ihtiyar edip ölesiye öyle bir koşalım ki, kuşlar kanatlarını kısıp bizi temaşaya koyulsun ve hakkı, hakikati öylesine yürekten haykıralım ki arslanlar paniğe kapılıp inlerine sığınsınlar. Gelin, arslanlığımız tuttuğunda, insanlar arasında korku salma yerine iradelerimizdeki zincirleri kırmaya çalışalım; ateş olduğumuz zaman da yangın çıkarma yerine mumların fitilleriyle buluşarak çevremize ışıklar saçalım, sellere dönüştüğümüzde hayat olup bağlara, bahçelere akalım, rüzgârlar gibi estiğimizde de tohumları sırtımıza alıp telkih mırıldanalım, havadaki nem parçacıklarını bir araya getirerek bulutlara, rahmete dönüşme adabını öğretelim...

Aslında, Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiklerine bizim de yürekten saygı duymamız icap eder. Allah’ın insanlara karşı muamelesi de, bakışı da çok farklıdır. O yerinde insanı bir mihrab gibi herkesin önüne kor ve kendine tazimde ona bir kıblenüma vazifesi gördürür. Yerinde onun ruhuna varlığın esrarını fısıldar ve onu hususî bir hilâfetle şereflendirir. İmanla, irfanla ufkunu açarak ona maiyyetinin büyüsünü duyurur. Ötede onun için ebedî saadetler hazırlar ve kalbinde de cennetlere menfezler açarak bu dünya zindanını ona firdevslerin bekleme salonu hâline getirir. Burada her işini basirete bağlı götürenleri orada kendi güzelliklerini temaşa ile onurlandırır. Ve bu tek buudlu yaşamaya binlerce derinlik kazandırır. Onların sihirli dünyalarında denizleri gül bitiren cennet yamaçlarına, köpürüp duran cehennemleri de âb-ı hayat kaynaklarına çevirerek onlara akıl almaz harikalardan her gün yeni yeni dünyalar yaratır.

Dünyada kör, sağır ve ölüler gibi yaşayanların ötede bunları duyup hissetmesi zor olsa gerek. Bugün ağlanacak hâline kahkahalar atıp gafilce davrananların yarın sürekli ağlayacaklarından korkulur. Öyle ise gelin, şimdilerde göz ve basiretlerimizin hakkını vererek hep uyanık bulunalım ki, yarın istirahat ve uyku derdimiz olmasın. Bugün gözyaşlarını ceyhun edelim ki, yarın faidesiz “âh u vah” etme hicranı yaşamayalım. Gelin, her zaman varacağımız ufka kilitli kalalım ki, yürüdüğümüz yolun sağında ve solundaki cazibedar şeylerle başımız dönmesin, bakışlarımız bulanmasın. Bu dünyayı bir ticaret pazarı, bir kazanma mahalli kabul edip hayatımızı ona göre düzenleyemez ve aksine her şeyi cismanî arzulara bağlı götürürsek, bir gün semer vurup sırtımıza binerler ise hiç şaşırmayalım. Aslında ufuksuz, emelsiz, başı göklerde ve burnu havada kimselere yapılacak muamele de herhalde böyle olacaktır. İnsanın değeri, Allah’a intisabı ve O’nunla münasebetlerini içten devam ettirmesiyle mebsuten mütenasiptir. Ondan kopuk ve cismanî arzularla kirlenmiş insan şeklindeki bir bedeni, altınla, gümüşle, atlasla bezeseler dahi kıymeti yine çamur yine çamur yine çamurdur...

Öyleyse gel ten kaygısından, cismaniyet derdinden sıyrıl; bütün benliğinle O’na yönel ve ilk mevhibelerinin değerler üstü değerlere ulaşması için gözünü O’ndan asla ayırma!.. Bil ki, O’nun teveccühü ile damla derya, zerre güneş olur ve acz u fakr da müthiş birer kuvvet kaynağı hâline gelir. Aksine, sadece kendi güç ve kuvvetine dayanırsan tek kıvılcımla dolu tankları ısıtmaya kalkışmak gibi bir yola sapmış ve âlemi kendine güldürmüş olursun. Servet ve iktidarının sınırlarını bil; ona göre plânlar, projeler üret!.. Bu önemli hususu görmezlikten gelerek hakikatleri hayaller üzerine bina etmeye kalkışırsan, sonunda yaptığın şeyler başına yıkılır da, altında kalıp ezilen de imanınla, ümidinle yine sen olursun. Sık sık iç murakabe ve muhasebelerle kendini tartıp değerlendir, imkân ve istidatlarına göre duruşunu iyi belirle, özündeki mevhibelerle ortaya koyduğun/koyacağın sa’y ve gayret arasındaki münasebete dikkat et; dikkat et ki sana ne “vefasız bir nimet hamalı” desinler, ne de seni başkasının ihsanlarıyla küstahlaşmış bir şımarık saysınlar.

Hakkın inayetlerine güvenebildiğin kadar güven; amma iradenin hakkını yerine getirmede de asla kusur etme; etme ve tali’ rüzgârlarıyla bir yere geleceğini bekleme; bugün rüzgârlarla havalanıp yüksek bir noktaya yerleşenlerin yarın daha şiddetli bir fırtına ile içinden çıkamayacakları çukurlara sürüklenebileceklerini düşün ve realitelere uygun yaşamaya bak!..

Diyaneti Allah’a yakınlığın yolu bil ve bütün samimiyetinle dinin eteklerine sarıl. Başını imanın o eminlerden emin sığınağına sok; Yaratan’a teslim olmaya çalış! O’na tevekkülde asla kusur etme ve O’nunla muameleni derin bir edep dairesi içinde sürdürerek gösterişsiz ve gürültüsüz bir mü’min olmaya bak! Dolu gönüller, dopdolu cevher kutuları gibi dışarıya ses sızdırmazlar. Doymamış ruhlardır ki, içinde bir-iki yalancı inci bulunan kumbaralar gibi sürekli kulak zarı çatlatırlar. Sen, her an bilmem kaç defa kalbine nazar edildiğini düşün, gönlünü her zaman pak tut ve sadece o ebedî mihrabına yönel! Bugüne kadar o kıbleye yönelenlerden kaybeden, başka kapılardan vefa arayanlardan da kazanan hiç olmamıştır. Aksine o kapıya yönelenler hep diri kalmış, ebediyete mazhar olmuş ve onun eşiğine baş koyduklarından dolayı da başkalarına kul olma zilletinden kurtulmuşlardır. Onu bulup, O’na yönelip O’nun huzurunda iç dökmek bir tesbih ve tazim; susmak ise bir murakabe ve tefekkürdür. O’nun maiyyetine erenler, çölde yaşasalar da hep ab-ı hayat etrafında dönüp durmuş; her işini O’na bağlayanlar –dikenler onlardan uzaktır ama– diken ektiklerinde bile gül dermişlerdir. Yolları –olmaz ya– gidip cehenneme dayandığında dahi bunlar berd ü selâm yaşamışlardır. İşte onların vird ü zebanı:

Hakk’a kul olanlar kula kul olmaz,
Kulluğa erenler yollarda kalmaz..
Ruhlarında vuslat, ruhlarında haz,
Âlem aldansa da onlar aldanmaz.

Kim bilir, belki başka bir gün bu konu üzerinde durma fırsatı da doğar.

Muhammed F.GÜLEN


Konular