Medya ve Magazin Dünyası Cinselliği Neden Özendiriyor?

Gençler sanat dünyasına özendiriliyor

Bazı şeyler vardır, anlatmakla öğrenilemez; ancak yaşamakla öğrenilir. Yaşamayan bilmez. Çocuğa ateşin yaktığını ne kadar anlatırsanız anlatın, onu tatmadıkça, acısını hissetmedikçe gerçek manada ateşin ne olduğunu anlayamaz.

Yaşamadıkça zararının tam olarak anlamanın mümkün olmadığı hususlardan biri de şöhret ve paradır. Bilhassa gençlerimiz bu iki arzuya kavuşmak ve “sanatçı” olmak için maddi-manevi pek çok değerlerini feda ediyorlar. Halbuki “Dışı seni, içi beni yakar” misali arzulardır bunlar.

Bu arzuların zararlarını Sevgili Peygamberimiz bakınız kısa ve öz olarak nasıl ifade buyuruyorlar: “Mal ve şöhret hırsının insana vereceği zarar, iki aç kurdun bir koyun sürüsüne saldırdığı zaman vereceği zarardan daha çoktur.” “Bir vadi dolusu altını olan, bir vadi dolusu daha ister!” (Buhari, Rekaik 10)

Akıllı insanlar, dinimizin bildirdiği nasihatlerden, başkalarının tecrübelerinden istifade etmesini bilirler. Küçük çocuklar ve ahmaklar ise kendileri tecrübe etmedikçe gördüklerine, başkalarının tecrübelerine inanmazlar.

Şimdi sözün burasında şan-şöhret sahibi bir hanım sanatçımızın yaşadıklarını, şöhret ve paranın insanı ne hale getirdiğini kendi ağzından sunmak istiyorum. Bu röportajı magazin yazarı Kenan Erçetingöz yapıyor. Sanatçımız şu ibretlik sözleri söylüyor:

“Bu para denilen illet, insanı hakikaten yoldan çıkartır. Yani deli gibi para harcarsın, 55 metrelik yat yetmez 75 metre alırsın. Evin içinde 10 hizmetçi yetmez 20’ye çıkarırsın. Budur yoldan çıkmak. Sokaktaki aç insanı unutuyorsun. Dinini unutmaya başlıyorsun. Ben hayatımda domuz eti yemedim, ama benim çevremdeki herkes domuz eti yiyordu ve ben bunu gördükçe midem bulanıyordu. Para bende, öyleyse güç bende oluyorsun. Yaratanını unutuyorsun. Ve O da bir gün sana öyle bir tokat atıyor, ‘kendine gel’ diyor.

Şimdi, o lüks hayatı değil, eski günlerimi özlüyorum. Biz bir apartman dairesinde, üç oda bir salon bir dairede oturuyorduk. Keşke o kadar paramız olmasaydı. Keşke tekneler, uçaklar hiçbiri olmasaydı. İşte insanlara bunu anlatamıyorum.

Manevi duygularını yitiriyorsun. Maddi duygular ön plana geçiyor. Nerede olduğun değil, kiminle olduğun önemli. Sen bir çadırın içinde çok sevdiğin bir insanla yaşıyorsan, o çadır sana saray gibi gelir. Ama sen bir sarayın içinde tek başına yaşıyorsan o saray sana hapishane gibi geliyor. Yani maddiyat öne çıktıkça kibirleniyorsun. İnsanları hor görmeye başlıyorsun. Yani bu para denilen illet, insanı hakikaten yoldan çıkartıyor.”

Bunlar bir sanatçının ağzından dökülen ibretlik ifadeler. Satır aralarındaki pişmanlık ifadelerini eminim siz de yakalamışsınızdır. O yüzden gençlerimize şunu söylüyoruz: “Gençler, aman dikkat! Ekranlarda gördüğünüz ışıltılı hayatlara sakın özenmeyin.”

Geriye pişmanlıklar, günahlar ve acılar kalabilir

Ünlü manken ve sinema oyuncusu Yaşar Alptekin’in “Namazla Yeniden Doğdum” ismiyle kitaplaştırdığı dönüş hikâyesi de ibretlerle dolu... İşte onun dilinden dökülenler:

“Mankenlerin ve sanatçıların şöhret oldukları dönemde nasıl yaşadıkları, ne yaptıkları çok ilgi çeker ve merak edilir. Ama ya sonra?

Çoğu kez unutulur gider. Hele de eskiyen mankenlere hayatın ne yaptığıyla bugünlerde, bunca debdebe arasında kaç kişi ilgilenir ve kaç kişi böylelerinin yaşadıklarından süzülüp kalanlardan kendisine bir ders çıkarır, bilemiyorum. Tek bildiğim, bu dünyaya geldim ve gidiyorum.

Bazen büyük bir toplulukta, bir camiada tek kişinin yaşadığı her şey, orada bulunanların tamamının yaşadığı ve yaşayacağı her şeyin özeti olabilir. Çünkü şöhret, tek kişilik bir hayat değildir! Şöhret, bir insanın bedeninde kalabalıkların bir yöne doğru akışı gibidir. Alkışlayan ya da yuhalayan o kalabalıklar, size, yani şöhretinize bakarken, kendilerinde yaşadıkları ve yaşayamadıkları her şey adına yapıyordur bunları.

Bu hâldeyken geriye dönüp hayatıma göz attığımda, çevremdeki bazı kişilerin biraz da alaycı bir üslupla sordukları, ‘Yaşar Alptekin bu kadar iş yaptı, bu kadar popüler oldu; ona şöhret, para, kadın, itibar ve her türlü nimet sunuldu. Peki, o şimdi bunlardan neye sahip oldu, elinde avucunda ne kaldı geriye’ sorusuna tüm kalbimle verdiğim cevap şu:

Öncelikle ben bu âleme sahip olmaya değil, şahit olmaya geldim. Benim için çok şeye sahip olmaktan ziyade, en az şeye ihtiyaç duymak önemli. Eski hayatımdan bugüne pişmanlıklar, günahlar ve acılar kaldı. Bunun bilincinde olup tövbe ederek kazandığım tecrübelerle hidayet yolunda ilerlemek, Rabbimin bana bağışladığı en büyük lütuf…

Benim yaşadıklarımı okuyan gençlerin, ‘Aaa, biz de 30'a-40'a kadar gönlümüzce yaşayıp sonra hidayete erip sıyrılırız’ demelerinden korkuyorum! Çünkü bu hayatta kimsenin yarın ne olacağı belli değil…

Ayrıca ben, eski hayatımdaki para, şöhret, kadın gibi, gençlerin ilgi duyacağı imkânları elimdeyken terk ettim. Benim bulunduğum mankenlik ve oyunculuk ortamında 50-60 yaşına kadar aynı hayatı sürdürenler var. Ben, ‘Artık bu şekilde yaşayamam, yaşım da ilerledi. Bari hidayete ereyim’ diye düşünmedim. Tam tersine, 42 yaşındaydım ve pekâla aynı hayatı sürdürebilirdim. Ancak imanın, namazın ve Allah'a kul olmanın güzelliği, geçmişimdeki her türlü çekicilikten daha cazip ve tatlı geldi.

Dünüm ve bugünümle yaşadığım her şey, inişlerim ve çıkışlarım bana gösterdi ki, aldığım her nefes bir sonraki nefesle birlikte hükmünü yitiriyor... Hayat da bir podyuma benziyor. Moda dünyasında düzenlenen defilelerde nasıl her elbiseyi giyip çıkartıyor ve yeni kreasyonlarla yeni yeni elbiseler taşıyorsak, alıp verdiğimiz her nefes de tıpkı üstümüzde taşıdığımız farklı elbiseler gibidir.

Bilhassa genç kardeşlerime sesleniyorum; çünkü gençler, sanat ve sinema dünyasındaki ışıltılı hayata özenebiliyorlar... Eğer o hayat, insanı mutlu etseydi, eğer aklını, ruhunu, kalbini, duygularını doyursaydı, ben o debdebeli ve tantanalı yaşamı bırakıp Yunusvari, dervişane bir hayata sığınmazdım...

Yanlış anlamayın! ‘İslam'ı yaşamak’ demek, dünyayı, sanatı, eğlenceyi bırakmak demek değil; sadece seçici olmak, dinimize uygunluğuna dikkat etmek demek. Zaten meşru daire, keyfimize ve zevkimize yeter; haram eğlencelere girmeye hiç gerek yok...

Ben de mankenliği, televizyonu ve sinemayı tamamen terk etmedim; ama seçici davranıyor, dinimize uygun olmasına dikkat ediyorum. Sonuçta sanat da bir tebliğ aracı değil mi? Hakkını vererek, ihlasla yaparsak sevap bile kazanabiliriz!”

“Basın hürriyeti” ifadesi altına sığınıyorlar

Ne yazık ki günümüzde açık saçıklık ve ahlaki hassasiyetlerin kaybedilmesi adeta modernliğin ön şartı olarak kabul ediliyor. “Bu müstehcendir, edebe aykırıdır, zararlıdır” gibi tepkiler gösterenler de gericilik ve çağ dışılıkla suçlanıyor. Bu yaklaşım, müstehcenlikle mücadelede Türkiye’nin en büyük açmazlarından birini oluşturuyor.

Dünyanın her yerinde basın ve medya hürdür, sansür edilemez. Basın hürriyeti, medyanın doğru, tarafsız ve güvenilir yayıncılık yapmasının teminatıdır. Bu anlamda, basın özgürlüğü, basın kuruluşlarına tanınmış bir ayrıcalık değil, halkın anayasal bir hakkı olan “haber alma özgürlüğünün” bir gereğidir.

Ancak, müstehcen muhtevalı yayınlar sadece haberlerle sınırlı değil. Reklamlar, diziler, filmler ve bir çok programın basın hürriyeti ile ne ilgisi olabilir ki?

Müstehcen muhtevalı yayınların denetlenmesi basın hürriyetini kısıtlamaz. Basın hürriyeti, müstehcen içerikleri ne kadar yayınlayabildikleriyle ölçülemez. Çünkü müstehcen içerikler olmadan da yayıncılık yapılabilir. Nitekim toplum değerlerine uygun çerçevede yayın yapan birçok gazete, dergi, televizyon ve radyo mevcuttur.

Medya kuruluşları, müstehcenlikle mücadeleyle ilgili yasal düzenlemelere “basın hürriyeti engelleniyor” şeklinde karşı çıkmak yerine, önce kendilerine bakmalı; toplum düzenini, kültür ve değerlerini gözetip gözetmediklerini düşünmelidirler.

Keza, yasalar basın ve medyaya hürriyet tanımış, fakat bu kuruluşların kamu hizmeti yapan kuruluşlar olduğunu da belirtmişlerdir. Kamu hizmeti sunan yayınlar, kültür ve değer paylaşımını sağlayan, birlik ve beraberliği pekiştiren nitelikte olmalıdır. Bu çerçevede, müstehcen muhtevalı yayınlar, kamu hizmeti anlayışına da ters düşmektedir


1 yorum

artık nefsani zevkler o

artık nefsani zevkler o kadar arttı ki herkes nefsani şeylere eğilimli ondan yoksa islamı düzgün yaşayabilsek elbbette böyle kanllar da olmayacak

17.05.2008 - şeriat

Konular