"Hüsn'ü zan İbadettir"

Ey bütün hamd ü senâların biricik mercii Yüce Rabbimiz! Hazinelerinden bizlere lütfettiğin bütün nimetler, kalblerimizi donattığın tüm zînetler ve ruhlarımıza sevdirdiğin topyekün güzellikler için biz de Sana hamd ve şükranlarımızı arz ediyoruz.
Bahtına düştük, halimize merhamet eyle ve lütfen bu kadar ikram ve ihsanda bulunduktan sonra bunları geri almak suretiyle bizi ikab etme.. hoşnutluğundan mahrum bırakmak suretiyle cezalandırma!..

Hüsn-ü zan ibadettir
Her zaman vicdana hoş gelen mülahazalarla dolu olmanın ve bir kimse hakkında müsbet kanaat beslemenin ıstılahtaki unvanı "hüsn-ü zan"dır. İyi niyet, olumlu düşünce ve güzel görüş manalarına gelen hüsn-ü zan, insanın iç saffetinin ve hayırhahlığının bir göstergesidir.
Şahıslar ve olaylar hakkında değerlendirmelerde bulunurken, olabildiğince iyi niyetli davranmak ve her hâdiseyi hayra yormak sâlih bir mü'minin şe'nidir.
Biri hakkında kötü düşüncelere sahip olmaya ise "sû-i zan" denir. Cenâb-ı Hak, bir ayet-i kerimede, sû-i zannın çirkinliğini ifade sadedinde, "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın." (Hucurât, 49/12) buyurmuştur. Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) da, "Zandan kaçının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizliliklerini araştırmayın, birbirinizin sözlerine kulak kabartmayın, birbirinizle rekabete girişmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize karşı kin gütmeyin ve sırtınızı dönmeyin; ey Allah'ın kulları kardeşler olun!" demiş; tecessüsten, sû-i zandan ve kardeşliği zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmak gerektiğini ikaz etmiştir.

Bir insan, gözüne mü'min kardeşiyle alakalı bir çirkinlik iliştiği zaman, tecessüs, teşhis ve tesbit peşine düşmeden, o sevimsiz fotoğraflar gönlüne akarak fuad kazanında eriyip bir hüküm kalıbına girmeden, hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşmalı; "Allah'ım günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet!.." demeli ve gördüğünü de unutmalıdır.

Aksi halde, o günahı işleyen kimse bir kere düşmüş olsa bile anında doğrulup tevbe kurnasına koşmuş, günahlarını gözyaşlarıyla yıkamış ve affedilmiş olabilir; fakat ona şahitlik eden ve tecessüsle meseleyi derinleştiren şahıs, hadiseyi her hatırlayışında o çirkin fiili düşündüğünden dolayı zihin kirliliğinden bir türlü kurtulamaz ve sû-i zannın tahribatından azâde olamaz.

Dahası, toplum düzeni ve asayişin temini açısından hukukî şahitliğin belli bir önemi ve yeri varsa bile, İslam'da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Mehâsin-i ahlak kuralları içinde başkalarının kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcup düşürme şeklinde bir madde yer almamaktadır. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapmak, günahları açığa vurmak ve insanları tahkir etmek dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.

Bu itibarla da, bir insanın üzerinde on tane nifak belirtisi, bir tane de iman emaresi olsa, biz yine o insan hakkında elimizden geldiğince hüsn-ü zan etmek mecburiyetindeyiz. Evet, o şahıs, söz konusu mezmum sıfatlarından dolayı kendi hesabına çok korkmalı ve akıbetinden endişe etmelidir; ancak, biz, kat'iyen onun hakkında münafık hükmüne varmamalıyız; sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmayı seçmeliyiz. Tabii ki, iman hizmetinin ve umumun hukukunu gözeterek, üzerinde nifak alâmeti bulunan insanlara bir kısım vazife ve sorumluluklar verip vermeme hususunda daha temkinli olabiliriz.

Töhmet mahallinde bulunmaktan sakının!..

Ayrıca, her zaman hüsn-ü zanda bulunmak bir esas olduğu gibi, başkalarını sû-i zanna sevk edebilecek davranışlardan uzak durmak da çok önemli bir düsturdur. Bazı insanlar, haklarında çirkin düşüncelere sebebiyet verebilecek hal ve hareketlerden gerektiği ölçüde kaçınmıyorlar; yeme-içmeleri, yatıp kalkmaları, iş hayatları, kazançları ve beşerî münasebetleri açısından tenkit edilebilecek tavır ve davranışlar sergiliyorlar. Dolayısıyla, sû-i zanna açık fıtratlarda kötü duyguları ve çirkin mülahazaları tetikliyorlar. Oysa hep hüsn-ü zanna bağlı yaşamanın yanı sıra, herkesin kendi durumunu gözden geçirmesi ve sû-i zan uyaracak hallerden sakınması da icap etmektedir.

Evet, töhmete yol açabilecek hususları, hususiyle de günümüzde tasvip etmek kat'iyen mümkün değildir. Çünkü, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî söz konusudur. Her Müslüman'ın tavır ve davranışının şahs-ı maneviye ve bütün mü'minlere mal edilmesi mevzubahistir. Bundan dolayı, çok önemli gördüğüm dualardan biri de, "Allah'ım bizim tavır ve davranışlarımızdan dolayı kardeşlerimizi yere baktırma, şahsî hatalarımızla onları utandırma!.." yakarışıdır. Zira şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir; tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün Müslümanları zan altında bırakmaktadır.

Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in itikafta olduğu bir gün, Safiyye validemiz (radıyallahu anha) kendisini ziyaret etmiş ve bir müddet İnsanlığın İftihar Tablosu'nun yanında kaldıktan sonra hanesine dönmek üzere müsaade istemişti. Nezaket âbidesi Allah Resûlü, muhtereme zevcesini uğurlamak için onunla beraber dışarıya çıkmıştı ki, o esnada bir-iki sahabî yanlarından geçmiş, kendilerini görmüş ama hiç duraklamadan oradan uzaklaşmaya meyletmişlerdi. İki Cihan Serveri, derhal onları durdurmuş ve Safiyye validemizin yüzünü açarak, "Bakın, bu benim hanımım Safiyye'dir" demişti. Bunun üzerine, o sahabîler büyük bir mahcubiyet içinde, "Maazallah, yâ Resûlallah! Sizin hakkınızda nasıl kötü düşünülebilir ki?" mukabelesinde bulunmuşlardı. Rehber-i Ekmel Efendimiz'in cevabı şöyle olmuştu: "Şeytan, insanın kan damarlarında sürekli dolaşır durur!"

Evet, şeytan, insanla bu kadar içli dışlı olduğuna göre zihne pek çok şüphe ve vesvese atabilir; en nezih kimseleri hiç olmayacak şekillerde sû-i zanna sürükleyebilir. Öyleyse, insan hem her zaman hüsn-ü zanna bağlı kalmaya çalışmalı hem de sû-i zanna sebebiyet verebilecek hallerden fersah fersah uzak durmalı ve hep temkinli yaşamalıdır

Kulumu Cennet'e götürün

İnsanlar hakkında her zaman hüsn-ü zanna memur olan mü'minlerin, Yüce Yaratıcı'nın muamelelerine karşı sû-i zan ifade eden hoşnutsuzlukları da asla düşünülemez.
Bir mü'min her şeyden ve herkesten evvel Mevlâ-yı Müteâl hakkında hüsn-ü zan sahibi olmalıdır.

Rabb-i Rahim hakkındaki güzel mülahazaların ötede nasıl afv fermanına dönüştüğü bir hadis-i şerifte şöyle anlatılmaktadır: Amel sandığında hayr u hasenâtının yanı sıra pek çok günahı da bulunan bir kulun hesabı görülür; mizanda sevap kefesi daha hafif gelince, azap ehlinden olduğuna dair hüküm verilir. Cezaya müstehak o kul derdest edilip perişan bir vaziyette, adeta sürüklene sürüklene mücâzat mahalline doğru götürülürken, ikide bir geriye döner ve bir sürpriz bekliyormuş gibi etrafına bakınır. Cenâb-ı Hak, meleklerine "Kuluma sorun bakalım; niçin geriye bakıp duruyor?" buyurur. (Geriye bakma meselesi bizim anlayacağımız şekilde konuşmanın gereği olarak, fizik âlemiyle alâkalıdır; yoksa Zât-ı Ulûhiyet için mekân ve yön mevzubahis değildir.) Adamcağız der ki, "Rabbim!.. Hakkındaki hüsn-ü zannım böyle değildi; evet, âlem sevaplarla gelirken -maalesef- ben günah getirdim; fakat, Senin rahmetine olan inanç ve itimadımı hiçbir zaman kaybetmedim!.. Recâm oydu ki, bana da merhametinle muamele edesin ve beni de bağışlayasın!.." İşte, bu mülahazalar ve Allah Teâlâ hakkındaki hüsn-ü zan, o insanın kurtuluşuna kapı aralar; neticede adamcağız "Kulumu Cennet'e götürün!" müjdesini duyar.

Aslında, bir mü'min hayatının her diliminde Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanna sarılmalı ve hep bu recayla yaşamalıdır. "Ben günahkâr olabilirim; hatta hâlâ O'na ancak pamuk ipliği ile bağlı olduğum için her an bir kopukluğa da düşebilirim. Fakat, O Gafûr ve Rahîm'dir; gufrân deryasına beni de alacağına dair inancım kavîdir!.." demeli ve bağışlanacağı ümidini beslemelidir. Şu kadar var ki, hüsn-ü zan ve reca duygusu insanı yeni yeni günahlar işlemeye sevk etmemelidir. Hâlis bir mü'min, günahtan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmalı; ezkaza bir cürüm işlemişse, o zaman da hemen tevbeye koşmalı ve yarlığanacağını umarak mağfiret dilenmelidir. Bu meselede çok hassas bir denge söz konusudur; günahlardan uzak durmak ile kazarâ bir cürüm işledikten sonra ye'se düşmemek arasında ince bir husus mevcuttur.

İnsan, hangi hal üzere olursa olsun, "Kur'an-ı Kerim'de kendisini Rahman u Rahîm isimleriyle vasfeden ve hayatını boşa harcayan kimselere hitap ederken bile "kullarım" diyen bir Rabbim varken niçin ümitsizliğe düşeyim ki!.. İşin doğrusu, böyle bir Rabb-i Rahim'e karşı günah işlemek de çok yakışıksız oluyor. Öyleyse, bundan sonra masiyete nasıl girebilirim ki?!." diyebilmelidir. Evet, insan ne kendisini salmalı ne de ümitsizliğe düşmelidir. Muhammed F.Gülen


Konular