Aşkın Ölümü

Gitgide daha fazla insanın dünyasında aşkın öldüğü bir zamanda yaşıyoruz.

Kimileri, şehvetle aşkı karıştırıyorlar. Karşıdakini bir ‘insan’ olmaktan ziyade,

bir beden, hatta elde edilecek bir ‘av’ olarak görenler zuhur ediyor.

Bu ise, aşkı öldürüyor. Çünkü aşk ruhların beraberliğidir;

bedenlerin değil…

* * *

Hayatım boyu, ‘duygusal’ biri olmayı beceremedim. Bir ‘çocukluk aşkım’ olmadı meselâ. İlkgençlik yıllarım boyunca da, ne zaman kendimi ‘âşık oluyor gibi’ hissetsem, bunun bir ‘gibi’den ibaret olduğuna inandırdım kendimi. Aşk denilen şey öyle ‘-miş gibi hissederek’ gerçekleşen bir duyguysa çok temelsiz olmalıydı. Yok eğer aşk çok esaslı bir duyguysa, aşk, kendini ‘âşık oluyor gibi’ hissetmekten son derece farklı olmalıydı. Etrafıma baktığımda, ilkokul, ortaokul veya lisede âşık olduğu—yani, benim anlayışımca, âşık olduğunu düşündüğü—biriyle evlenmiş hiç kimse yoktu. Ama okul yıllarını ‘âşık oldum’ sarhoşluğuyla boşlayıp, hayatının ilerleyen yıllarında boşa kürek sallayan çoktu.

Bu gözlemlerimin eşliğinde, orta öğrenimim boyunca, ne zaman kendimi birine ‘âşık oluyor gibi’ hissetsem, bunun bendeki yansıması derslerime daha bir sıkı sarılmam oldu. Aşkın gerçekte hayatın daha sonraki dönemlerinde gerçekleşen, ciddi ve dolayısıyla ciddiye alınması gereken bir duygu olduğunu farketmiştim. Bu farkedişle, hayatımın o müstakbel yıllarına hazırlık namına, çevremdeki kızlar yerine, derslerimle ilgilenmiştim.



* * *



Gelin görün ki, insanın kendisini kalabalıklar içinde bir zombi gibi hissetmesine sebep olan bir durumdu bu. Sınıf içinde kızlarla oğlanlar sapır sapır âşık olup durur ve ders arası muhabbetler “duydun mu filan falana aşıkmış-filanı falana mektup verirken gördüm-falanla filan gene barışmışlar-sen kime âşıksın-hoop oğlum, o kıza ben göz koydum”lar ile geçip giderken, birileri ve birileriyle bir yerlerde gezmek yerine kendi köşesinde öylece işine bakıp dersine çalışıyor olmak, ya ‘ot gibi yaşamak,’ ya ‘ineklik,’ yahut ‘anormallik’ti.

Neyse ki, o beğenmediğimiz takvim yapraklarında yıllar önce okuduğum bir hikâyecik yetişiyordu imdadıma. Yanlışı çok sayıda insanın yapmasının doğrunun değerini eksiltmediğini kavrayacak yaşta ve doğru bildiğim noktada diretebilecek kavrayışta sayılırdım. Zombi gibi görülmek, ‘uzaylı garip yaratık’ muamelesine maruz kalmak kolay değildi gerçi; ama, okul içindeki modaya uyup, birilerine âşık olmaya çalışıp mektuplar yazmayı, çiçekler koparmayı denemedim.

Hayatımın ilerleyen yılları, ilkgençlik yıllarımda edindiğim bu düşünceyi şükür ki boşa çıkarmadı. Rabbim, aşkın bir hevesten öte bir duygu olduğunu, ‘-mış gibi olma’nın ötesinde insanı gelişip değiştiren, inceleştirip olgunlaştıran bir duygu olduğunu bilfiil gösterdi bana. Gün geldi, âşık da oldum; ama savrulmadım, dağılmadım, dağıtmadım. Gönül borcu duyduğum acılar yaşadım gerçi. Hissettiklerimin ‘-mış gibi’nin ötesinde olup olmadığını anlama çabası içinde sevgimi henüz açamadığım sevdiğimin, ben sevgimi ifade edemezken başkalarına yâr olması ihtimalinin sancısıyla yaşadım. Ama o sancılar, “Rabbim! Onun için hayırlısı ben isem, bizi birbirimize nasip et! Değilsem, hakkında hayırlısı kim ise, onu ona nasip et!” gibi dualar öğretti bana. Rabbimi, ‘kalbler kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’ olarak tanımayı öğretti. “Hasbünallahi ve ni’mel-vekîl” diyerek, işi ve eşi için, Rabbü’l-âlemîni vekil tutmayı öğretti.

Aşk, bana bütün bunları ve çok daha fazlasını öğrettiği için, son derece değerli bir duygu olarak kaldı hep benim için. Değerli, gerçek, ciddi, ciddiye alınması gereken bir duyguydu aşk. Soylu bir duyguydu. İnsanın gerek kişilik olarak incelmesi, gerek Rabbini her işine vekîl tutmayı öğrenmesi için âşık olmasının lüzumuna da inanır olmuştum; ama ortalıkta görünen ‘aşk’ muhabbetleri bana benim anladığım aşktan söz etmiyordu. Ayağı yerden, duygusu gerçeklikten kesik bir melâl hali, bir sevda, bir hülya; hayır, aşk bu olamazdı. Aşk, önce ayağı yerden kesilmek, sonra da dümdüz yere çakılmak sûretinde yaşanması mukadder bir duygu olamazdı. Bir sevmede, bir bakmada, bir öpmede insanı batıran bir kör nokta olmamalıydı o.

* * *



Düşünceyle duygunun ayrıştığı bir çağda yaşıyordum oysa. Aşka böylesi bir yaklaşım, olabildiğine kuru, ruhsuz ve duygusuz geliyordu kimilerine. ‘Aşk uzmanları’ vardı ortalıkta; üç-beş süslü söz, beş-on uçuk benzetmeyle aşkı tarif edip geçiveriyorlardı. Onların dillerinden dökülenlere bakılırsa, sizinkine ‘aşk’ denmesi asla mümkün değildi. Ama, varsın öyle desinler, yaşadığınızı siz biliyordunuz. Yaşadıklarınızın ışığında, aşkın ayağı yerden kesilmek, gerçeklikle bağını koparıp bir noktaya odaklanmak anlamına gelmediğini biliyordunuz.

Ama, sizin darı olmadığınızı biliyor olmanız, tavukların da biliyor olması anlamına gelmiyordu. Başka pek çok şey kadar, ‘düşünce’yle ‘duygu’nun ayrışmaya maruz kaldığı bu çağda, ‘duygusal’ değilseniz ‘duygusuz’ oluyordunuz. Öyle bir çağdı ki bu, ‘duygulu’ olmayı ‘duygusallık’la karıştıranlar kadar, ‘düşünce’yi ‘duygusuzluk’ olarak anlayanlar da vardı.



* * *



Hayatımın en önemli keşiflerinden biri, işte böylesi bir iklimde gerçekleşti. Bu, duygusuzluk ile duygusallık arasındaki orta çizgiye tarif getiren bir keşifti ve üç sacayağı vardı: ‘hüsün,’ ‘cemal’ ve ‘hüsn-ü mücerred.’

Risale yolculuklarım esnasında, bu üç kavramdan ilk ikisi arasındaki nüansı farketmiştim öncelikle. Anladığım kadarıyla, ‘cemal’ daha ziyade dışa dönük bir güzelliğin ifadesi iken, ‘hüsn’ içe dönük bir güzelliğe işaretti. Her iki kelimeyi de ‘güzellik’ ile karşılayan Türkçe’nin bu noktadaki kısırlığına bedel, cemal zahire, hüsün ise bâtına bakan bir güzelliğe işaret ediyordu. Meselâ, yüzün güzelliği ‘cemal’de ifadesini bulurken, ruh güzelliği ‘hüsün’le ifade olunuyor; ve en önemlisi, ruhun hüsnü yüzün cemaline yansıdığında güzellik tamam oluyordu. Hüsünsüz cemal, tek başına, bir değer olmuyordu ve olamazdı bu yüzden. ‘İhsan,’ ‘mehasin,’ ‘hasene’ gibi Kur’ânî terminolojide de yeri olan, imana dair ve de ‘güzellik’ yüklü kavramların ‘hüsn’ün türevleri olması, bu bakımdan, bir tesadüf değildi. ‘Hüsn-ü mücerred’ kavramı ise, bu kelimeye ilave bir derinlik kazandırıyordu.

‘Hüsn-ü mücerred,’ en basit ifadeyle, ‘soyut güzellik’ti elbette. Ama bu kadarlık bir tarif, insanı bu güzelim kavramın içerdiği zenginlikten soyutlamaya yarıyordu sadece. Zihninden eserine aktardığı kavram haritasından hep hayır gördüğüm Risale müellifinden anladığım kadarıyla, hüsn-ü mücerred, nizamdan, düzenden, âhenkten, hakikatın tenasübünden hasıl olan birşeydi. Nizam, düzen, tenasüp ise tam olarak ancak akılla birlikte kavranabildiğine göre, ‘hüsn-ü mücerred’in zımnında, akılla kalbin, düşünceyle duygunun buluşması vardı. Hüsn-ü mücerred, bu açıdan bakılırsa, güzel ile doğruyu ayrıştırıp “Sanat güzeli, bilim doğruyu konu alır” gibi tasniflere girişen modern yaklaşımın bir reddiydi. Bize, ayrıştırılan bu unsurların beraberliğini haber veriyordu. Buna göre, bir yerde bir güzellik varsa, bir güzellik okunuyorsa, orada akla ve hakikate bakan bir yön, bir uyum, bir âhenk, bir tenasüb, bir yerli yerindelik vardı. Yine buradan hareketle, mühendislikle mimarinin, matematikle müziğin niye birbirine bakıp birbirini tamamladığını kavrayabilirdi insan. Tenasüb olmayınca güzellik gerçekleşmiyordu zira. Öyleyse, güzeli doğrudan, estetiği ilimden, duyguyu düşünceden ayrı düşünmenin gerçekte imkânı yoktu. Hakikatsiz bir ‘güzellik’ten söz edilemediği gibi, bir dizi hakikatin uyumsuz ve uygunsuz biçimde harmanlandığı bir ‘güzellik’ten de söz edilemezdi.

Bu keşif, daha sonraları, ‘belagat’a dair bir keşifle, biraz daha açılacaktı. Muhakemat gibi akıl yüklü bir eserin üç makalesinden biri olarak “Unsuru’l-Belagat”ı yazmış olan kılavuzum, belagatı da, düşünceyle duyguyu buluşturan bir çizgide tarif ediyordu. Bugün, belagat deyince, ‘süslü kelimeleri ardı ardına sıralamak’ geliyordu akla. Oysa hayır, bu değildi belagat. Belagat elbette güzel birşeydi, elbette kesin bir estetik içerik taşıyordu; ama ondaki bu güzellik, anlamsız söz oyunlarıyla filan edinilemezdi. Hayır; belagat, süslü kelimeler kullanmak, lafızperestlik, üslubperestlik, kafiyeperestlik yapmak değildi; ‘nazm-ı maânî’ idi, yani, anlamların tutarlı bir biçimde dizilmesi, fikirlerin okuyanı veya dinleyeni ‘bu da nereden çıktı?’ sorusuna sevketmeden, bir suyun pınardan süzülüp akarak denize kavuşması suretinde, pürüzsüzce akıp gitmesi idi. Ama işin bu kısmı zor geldiği için, acemiler, mânâya uysun uymasın sözlerin kafiyeli biçimde dizilmesine belagat demeye başlamışlardı.



* * *



Nitekim, şu zamanda da, ‘belagat’ deyince, ‘güzel söz’ deyince, hakikatin âhenkli bir biçimde, güzellikle sunulduğu sözler değil de, süslü kelime oyunları geliyordu akıllara. Güzellik deyince de, ‘hüsn’ün uzağında, yalnızca ‘cemal’i kastediliyordu.

Bu çağda, akılla kalb bölünmüş, doğru-güzel-iyi parçalanmış, doğru bilime, güzel sanata, iyi ahlâka verilmiş haldeydi. Bir şeyin doğruysa güzel ve iyi, iyiyse güzel ve doğru, güzelse doğru ve iyi olduğu gibi bir açıklamaya kulaklar kapalıydı artık. Bu parçalanmanın eşliğinde, ruhunu yitiriyor, bütünlüğünü kaybediyordu herşey. Ki, bu çağ, ruhun da inkâr edildiği bir çağ değil miydi zaten? Şefkat gibi, aşk gibi duyguları “insan beynindeki kimyasal faaliyetlerle” izaha yeltenenler, neyin nesiydi?

Böylesi bir çağda, Eliot gibi bir cesur yürek, hikmetin yerini bilginin, bilginin yerini malumatın, malumatın yerini ise verinin aldığı bir alçalıştan dert yanıyordu bir şiirinde. Herhangi bir gün herhangi bir kanalda ‘haberler’i izlediğinde, insan bu düşüşü, bu alçalışı görebiliyordu rahatlıkla. Kur’ân-ı Hakîm Nebe sûresinde bize ‘o büyük haber’den söz ederken, keza Hz. Peygamberin sözleri hadis literatüründe ‘haber’ kelimesiyle de ifade edilirken, bugün haber diye önümüze sunulanlar en iyi ihtimalle malumat, ama ondan da ziyade bir dedikodudan ibaret değil miydi?

Böylesi bir zeminde, inkâr edilen ruh’la birlikte, ruh güzelliğinin, iç güzelliğinin, derunî güzelliğin ifadesi olan ‘hüsn’ün unutulup güzelliğin ‘cemal’le sınırlı kalması kazara değildi. Hüsün unutulunca, cemal de, hüsünden bağımsız olarak anlaşılacaktı elbet. Nitekim, gazetelerde, TV kanallarında ‘güzel’ deyince, iffetsiz ve ismetsiz olmanın ötesinde, kırk türlü psikolojik rahatsızlığı rahatlıkla sergileyen insanların kastediliyor olması, bir tesadüf değildi.

Hüsnün unutulduğu bir zeminde ise, Şeyh Galib’in o müthiş Hüsn ü Aşk’ı ile belgelediği üzere gerçekte hüsne karşı duyulan aşk adlı o güzelim duygu, yalnızca dışa dönük bir biçimde anlaşılır olacaktı. Daha da vahimi, bu dışa dönüklüğün, gün gün yalnızca bedenlere, daha sonra da yalnızca bedenin bazı kısımlarına mahsus hale gelişiydi. İçinde karşısındaki insanı kendine esir etme, süründürme, çılgınlar gibi peşinde koşturma arzusu taşıyan bir insan, yüzü veya teni ne kadar güzel olursa olsun, ‘güzel insan’ olabilir mi; orası sorulmaz olmuştu artık. Yüzü güzelse, boyu posu yerindeyse, teni alımlıysa, ‘güzellik’ için bunlar yetip de artıyordu bile.
Sonuçta, aşk ölüyor, ama insanlar içlerinde uyanan bir bedenî arzuyu, bir şehveti ‘aşk’ sanmaya başlıyordu. Böyle olmasa, birilerinin gömlek değiştirir gibi ‘sevgili’ değiştirmeleri ve buna rağmen ‘aşk’tan söz edebilmeleri mümkün olur muydu?

Oysa, aşk’a dair, yaşanmış ve yaşanası o kadar güzel hatırası vardı ki insanoğlunun. Meselâ, çağları aşıp gelen Leyla ile Mecnun öyküsü, aşk adlı duygunun kalitesini ve asaletini belgeleyen bir mühür gibiydi. Leyla’dan geçip Mevla’yı bulan Mecnun, aşk-ı mecazî’den aşk-ı hakikî’ye geçişin timsali iken, aşk-ı mecazî’ye de razı olduğumuz günler görmüştük. Bir Cyrano de Bergerac da, bir David Copperfield’de ‘aşk-ı hakikî’ teması, Mevlâ’yı bulma düşüncesi yoktu meselâ. Ama onlarda dahi, aşkın asaleti ve kalitesi vardı. Sevdiğine olan sevgisinden dolayı kendinden feragat edişin örnekleriydi bunlar. Ama, haydi bırakalım dünün İslâm klasiklerini, dünün Batı klasiklerine yer etmiş bu aşk tasvirine karşılık, şimdilerde “aşk eşittir ilk fırsatta cinsellik” anlamına gelen romanlar, filmler kaplamıştı ortalığı… Öyle ki, içlerinde, ‘aldatma’yı normal, evliliği ve sadakati ise ‘anormal’ ilan edebilenler vardı. Feragatin semtlerine asla uğramadığı, kendi benliklerine en ufak bir toz konmasına tahammül etmekten aciz, kendilerine toz konduğunu hissettiği anda avazı çıktığı kadar ortalığı velveleye vererek çekip giden insanlar, herkesin gözünün içine baka baka, ‘âşık olmak’tan söz ediyor ve sözümona habire ‘âşık oluyor’lardı. Bu sözün ne anlamda kullanıldığına birazcık dikkat ettiğinde, gerçek mânâda aşkın ölümüne pekâlâ hükmedebilirdi insan.“Filana âşığım” sözü, şimdilerde, “Filanın bedenine karşı şehvet duyuyorum” demeye geliyordu yalnızca.



* * *



Sözün kısası, elbette herkesin dünyasında değilse de, giderek daha fazla insanın dünyasında aşkın öldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Gitgide daha fazla sayıda insan, kendini âşık hissetmekle aşkı, sevdayla aşkı, arzu duymakla aşkı, şehvetle aşkı karıştırıyor. Karşıdakini bir ‘insan’ olmaktan ziyade, bir beden, hatta elde edilecek bir ‘av’ olarak gören insanlar zuhur ediyor böylece. Böylesi bir duygulanım ise, en başta, aşkı öldürüyor.

Çünkü aşk, bir bedenin bir diğer bedene duyduğu ilgi değildir. İki insanın, Allah’ın kalblerine koyduğu bir sevgiyle insan olarak birbirlerini sevmesidir. İnsanı insan yapan ise, bedeni değil, ruhu, aklı ve kalbidir. Bir başkasına duyulan bedenî bir ilgi, insanı insan yapmaz; zira, böylesi bir ilgi, tek başına, ‘hayvanî bir ilgi’den ibarettirve akıl ve kalbe değil, bedenî arzu ve hevese baktığı için zamanla dağılıp gitmektedir. Bir ‘kullan-at’ ikliminde sözümona ‘aşk’ yaşayan insanların zaman içinde birbirlerine olan ilgilerinin dağılması, araya aldatmacaların girmesi, bu ‘aldatma’lara göz yummaya mecbur kalınması, elbette tesadüf değildir.

Oysa aşk, iki insanın beraberliğidir; dolayısıyla, öncelikle iki kalbin, iki aklın, iki ruhun beraberliği… Bu bakımdan, bedene endeksli bir aşk tarifi, gerçekte aşka yapılan en büyük kötülük hükmündedir, zira aşkı öldürmektedir.

Zaferdergisi, Metin Karabaşoğlu