Değişimin neresindeyiz?

Bu nasıl bir değişimdir ki, gece ile günümüz birbirine girmiş; gelişigüzellik almış yürümüş; tek vuruşlu sazların sesi, orkestranın armonisini bastırmış, hayata anlam veren renk cümbüşü solmuş; doğallığın yerini, süslü, renkli ve boş hayatlar almış; dürüstlük, erdem olmaktan çıkmış, kalabalıkta yalnız, gürültüde sessiz, renkli camların arkasında ışıksız kalanlarımız, alimim diyenlerimiz çoğalmış. En acısı da dil, kulak, göz, burun birbirini tamamlayamaz ve güzellikleri hissedemez olmuştur.
Sorular

Dünyayı kasıp kavuran değişim dalgasından nasıl etkileniyoruz acaba? Kişiler, aileler işletmeler ve toplum olarak, değişim dalgalarının girift kıvrımları arasında kaybolup gidiyor muyuz? Yoksa değişim dalgalarını yönetebiliyor muyuz?

Takım çalışmalarının ayak sesleri giderek belirginleşip öne çıkarken; biz, kendini merkez alan (ego–centric) bireyci, bir insan modeli olmaya doğru mu gidiyoruz? Birbirimizi tamamlayarak değişeceğimiz bir dönemde enerjimizi birbirimizle didişmeye mi harcıyoruz? Çabamızın ne kadarını bizi gerçekten geliştirecek değişmeye, ne kadarını değişime dirence harcıyoruz. Kişisel gelişim davamızda aldığımız yol nedir? En önemlisi, kendimizi aşmak ve kendimize egemen olmak kaygısıyla bir arpa boyu bile olsa yol aldık mı!

Hangi değişim?

Bütün bu soruların cevabı hem bizi hem yazımızın hacmini aşar. Ancak amacımız sorular yoluyla değişimi, ilgi alanımız olan insan ve insani gelişme açısından irdelemektir.

Öncelikle değişimden ne anladığımız konusuna bakalım: Sözlükte değişim “bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütünü” biçiminde tanımlanmıştır. Böylece değişim pozitif yönde yani arzu edilen yönde olabileceği gibi arzu edilmeyen yönde de olabilir. Olması gereken, kişiyi mevcuttan daha ileriye, yeniye, güzele götüren değişmedir ki biz bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Günümüzde yaşananlar, küreselleşme sürecinin arzu edilen ve bizi geliştiren değişim rüzgarından çok arzu edilmeyen ve belki de bizi geriye götürebilen değişimden fazlasıyla etkilendiğimizi düşündürüyor.

Bu nasıl bir değişmedir ki, yeryüzünde intihar edenlerin sayısı çığ gibi artıyor, evliler boşanıyor, sigara ve alkol yaşı giderek küçülüyor, psikolojik yardım görenlerin sayısı yükseliyor, aynı mekanda birbirine yabancılık normal sayılıyor, kalabalıklardaki yalnızların oranı çoğalıyor, kendisiyle barışı bozulanlara her yerde rastlanıyor, tek tip insan modeli yayılıyor ve en önemlisi yüzlerdeki tebessümler çıkar gözetiyor, insani değerler alaşağı olup, nerede sabah orada akşam anlayışı model olup yayılıyor.

İlk insanlardan bilgi toplumuna

İnsanlar toplumsal yaşam biçimleri bakımından ilk insanlar, tarım toplumu, sanayi toplumu ve nihayet bilgi toplumu olarak kabaca ayrılabiliyor. İlk insanların en belirgin özelliği, vücut yapıları yani güçleri, kuvvetleri, göçebe hayatlarıdır ve tüm uğraşları yaşamlarını sürdürmektir. Nihayet insanlık toprağı keşfedip, ekip, biçmeye başlayınca yerleşik hayat, küçük el aletleri, mal mübadelesi, temel eğitim, tarım toplumunun belirleyici özelliklerini oluşturdu. Bu dönem insanının temel zenginlik kaynağı toprak olmuştur. 1860’lı yıllarda buhar gücünün ulaşımda kullanılması ile başlayan makineleşme süreci kalabalık kentlere, işçi sınıfının doğuşuna ve yeni iş alanlarına yol açan sanayi toplumunu oluşturdu. Nihayet 1940’lı yıllarda başlayan ve günümüze kadar giderek daha fazla insanın hayatına giren bilgisayar ile birlikte yeni bir toplumsal yaşam biçimine geçilmiştir. Bilgi toplumu olarak adlandırdığımız bu dönemin temel kaynağı ise “bilgi”dir. İlk insanlardaki kas gücü, tarım toplumundaki toprak, sanayi toplumundaki makine, yeni dönemde yerini bilgiye bırakmıştır. Bilgisi çok olan egemen olmaya başlamıştır. Bu dönemin en ayırıcı özelliği hızlı bilgi artışı, değişim ve dönüşümdür.

Bilgi çağında zorlanan insan

Bilgiyi üreten, pazarlayan ve tüketen olarak insan, bilgi toplumunun merkezi konumundadır. Bir anlamda insanlık ilk günlerinden bu yana hep başka şeylerle uğraşmış nihayet günümüzde, kendisi ile buluşmuş, kendisini keşfetmiştir. Ancak hızlı bilgi artışının oluşturduğu değişim ve uyum ihtiyacı, günümüz insanının adeta baş belası haline gelmiştir.

İnsanın uyum gücü giderek zorlanıyor. Dolayısıyla günümüz insanı giderek daha çok mutsuz, uyumsuz, umutsuz, stresli, iletişimsiz, dengesiz, plansız... İnsani değerler yıpranırken monotonluk ve rutin, bir hayat tarzı olarak yerleşiyor. Şu halde küreselleşme süreci, ileri götüren ve arzu edilen değişmeler kadar kişiyi geri götüren değişmeleri de beraberinde getirmektedir. Tercih bizimdir, değişmenin hangi yüzünde yer almak istiyoruz? Değişmeyi gelişme olarak anlayan ve bu yönde çaba gösteren kişi, şirket ve toplumlar ilerliyor. Değişmeyi salt değişme, mevcuttan farklılaşma, etiket değiştirme, başkalarına özenme olarak algılayanlar, arzu edilmeyen değişmenin girdabında kayboluyor, ellerindekilerden olup, özendiklerine ise ulaşamıyorlar.

Değişmeyelim mi?

Tabii ki çevremize uyum sağlamak için değişeceğiz. Ancak bu değişmenin bizi geliştirmesi gerekiyor. Gelişmenin çekirdeği olan bilgilenme için “gerekirse Çin’e gideceğiz”.

Özümüzden uzaklaşmadan bizi biz yapan temel değerlerimizi eritmeden, aynı zamanda aklın tutsak olduğu önyargılardan arınarak değişmeli ve gelişmeliyiz. Kendi ayıp ve kusurlarımız başkasına bakmayı engellemeden gelişemeyiz. İçinde bulunduğumuz dar çevrede öncelikle kendi kendimize bir ışık, bir umut, bir örnek olma endişesi taşımadan gelişemeyiz. Tek tip fikir çözüm, yaklaşım ve tek tip insan modeli, öncelikle zihnimizde zenginleşmeli ve renklenmelidir. Bir anlamda karşıtların birlikte yaşamaları sanatı olan demokrasiyi bir kültür olarak benimsemeliyiz. Unutmamalıyız ki kişisel uzlaşma ve hoşgörü irademiz, aile, işyeri ve nihayet toplumsal uzlaşmaya yol açmaktadır. Enerjimizi birbirimizi tamamlayarak korumaya ve geliştirmeye yöneltmeliyiz. Ancak bu şekilde bilgi toplumunun getirdiği, yeni ekonominin, dijital ışık hızını yakalayabilir ve küreselleşme yarışındaki yerimizi alabiliriz.

Kaynağı ve amacı ne olursa olsun her türlü fanatizmin günün birinde terörizme kadar gidebileceğini göz ardı etmemeliyiz. En az karnımız kadar kafamız ve en önemlisi kalbimizi gıdasız bırakmamalıyız. Körelen kişisel ve toplumsal duygusallığımızı doyasıya yaşamalıyız.

Yaşam enerjisi azalmış, kendisini çaresiz ve ümitsiz hissedenlerimiz varsa kusuru önce kendi dinamizmlerinde, çözüm üretme gayretlerinde, değişmeyi günlük alışkanlıklarının ötesine taşıyamamalarında aramalıdırlar.

Konumu, eğitimi, yaşı, görevi ne olursa olsun her insan, aranan sevilen arzulanan, bir değeri, bir anlamı, rengi, belirgin duyguları, bir vizyonu ve misyonu olan, özetle müşterilerince aranan bir marka olabilir. Marka olan insanlarımız çoğalmadan, marka üreten işletmelerimiz artmaz, alelade bir toplum olmaktan kurtulup marka bir toplum olamayız.

Bizi zenginleştiren kültürel farklılıklarımız, dünyanın dört yanına dağılmış ve en ileri saflarda yer alan bilim adamlarımız, girişimcilerimiz, çok az topluma nasip olan coğrafyamız, jeopolitiğimiz, genç nüfusumuz... Bizi ileriye daha ileriye götürebilecek altyapıyı ve kaynağı zaten sağlamıştır. Bunlara çabamızı katmamız yeterlidir.

Unutulmamalıdır ki sıraladıklarımız olgun bir insanın temel karakteristiklerindendir. Duygusal, sosyal ve zihinsel altyapısı ile insan, olgun bir insan olmaya zaten meyillidir, yeter ki biraz çaba gösterelim. Yeter ki umutlu olmayı, başarılı olmayı, lider olmayı, aşk ve heyecanla isteyelim. İstemekle de kalmayalım daha dünden başlayarak uygulamaya geçelim.

İlhami Fındıkçı
Dr, İÜ İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi