Bakış açısı

BU VARLIK ÂLEMİNDEKİ EŞYAYI Allah namına, O’nun isimlerine ayna olma yönüyle tefekkür etmek mânâ-i harfî ile, bu kutsî mânâları düşünmeksizin incelemek ise mânâ-i ismî iledir. Yani, “mânâ-i ismi,” bir şeyin bizzat kendisini, özelliklerini bilip tanımak, mânâ-i harfi ise o şeyi “sahibini ve yapıcısını göstermesi” yönüyle tanımak demektir.
‘İsim’ tek başına bir mânâ ifade eder; ‘harf’ ise başkasının mânâsını göstermek için bir alettir. Meselâ, ‘ev’ kelimesi bir isimdir ve başlı başına bir mânâsı vardır. Ama ‘e’ tek başına bize bir şey söylemez. Fakat ‘eve’ kelimesinde ‘e’ harfi ‘ev’ kelimesine yardımcı olarak bir görev yapmıştır.

Günlük konuşmalarımızda birisinden söz ederken, bazı zaman, asıl maksadımız o şahsın kendisi olur; “Falan kimse çok dürüst, çalışkan ve güvenilir bir insandır.” dememiz gibi. Bazen de o şahsın kimliği değil görevi bizim için önem arz eder. “Şu adam falan şirketin genel müdürüdür.” sözünde olduğu gibi. Birincisinde o kimseden söz edişimiz ‘mânâ-i ismî’ ile, ikincisinde ise mânâ-i harfi iledir.

Şimdi, o şahsa şirketinde görev vermek isteyen ve bizimle istişarede bulunan bir dostumuza, onun şahsiyeti hakkında vereceğimiz bütün bilgilerin doğru olması gerekir. Aksi halde adamı yanıltmış olabiliriz.

“mânâ-i ismi, sadık, kâzib her hükme mahal olur.”

O şahıs hakkında verdiğimiz bilgi doğru ise bize sadık (doğru sözlü) denilir, aksi halde kâzip (yalancı) damgasını yemekten kendimizi kurtaramayız

İkinci durumda ise bizim ondan söz edişimiz, zatı için değil şirketi içindir. Sözümüzün devamında artık onu unutur, şirketin büyüklüğünden, ürünlerinin kalitesinden, ihracat rakamlarından söz ederiz. Bu bilgiler sağlam olduğu taktirde, o şahsın zatı hakkındaki bilgimizin noksanlığı veya yanlışlığı sözümüzün doğruluğunu etkilemez.

“Mânâ-i harfi, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin inceliklerine tedkikat yapılamaz.”

Faraza, bizim genel müdür sandığımız o şahıs, gerçekte şirketin pazarlama müdürü olmuş olsun. Birisi kalkıp diyemez ki, “Senin sözünü ettiğin şirket hiç de dediğin gibi değil; çünkü o şahıs, şirkette genel müdürlük değil, pazarlama müdürlüğü yapıyor.”

Ondan mânâ-i harfiyle söz ettiğimiz için bu bilgi noksanlığımız sonucu etkilemez.

...

Bir konuyu açıklarken fen sahasından örnekler verdiğimiz olur. Bu örnekler mânâ-i harfi cihetiyle verilmişlerdir. Yani asıl maksadımız muhatabımıza fen bilgisi vermek değil, anlattığımız konuya o bilim dalından delil getirmektir.

Meselâ, biz ‘kâinat- insan ilişkisi’ üzerine bir konuşma yapalım. Kâinat ağacının insan meyvesi verdiğini örneklerle açıklayalım. Başımızda uzayan saçlarla, dağ başlarında boy gösteren ormanlar arasında bir ilgi kuralım. Kanımızı ırmaklara benzetelim. Bu arada dünyanın da, insan vücudunun da büyük çoğunluğunun su olduğundan söz edelim ve bu konuda dörtte üç gibi bir oran verelim. Bizim maksadımız Allah’ın harika bir eseri olan insan ile bu âlem arasındaki bazı benzerlikleri yakalamaktır. Ama su misalimizde, yer küresinin ve insan bedeninin üçte ikiden fazlası su olduğu halde biz dörtte üç demişizdir. Maksadımız, yer küresini ve insan bedenini anlatmak olmadığından bu yanlış bilgimiz aleyhimize bir delil olarak kullanılamaz. Yani denilemez ki; “İnsanla kâinat arasında bir ilgi yoktur. Çünkü yer küresinin ve insan bedeninin dörtte üçü değil, üçte ikisi sudur.”

“Mânâ-i harfi, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz.” hükmünce, biz o yanlış bilgimizden dolayı kınanmayız. Çünkü, bedenden söz etmemiz mânâyı harfiyledir.

Ama bir anatomi hocası insan bedeni üzerinde konuşma yapıyorsa, onun bedenden söz etmesi mânâ-i ismiyle olur. Yani bizzat bedeni anlatmak için kürsüye çıkmıştır. Vereceği bilgilerin, gerçekten hiçbir sapma göstermemesi gerekir. “İnsan bedeninin onda dokuzu sudur.” diye konuşsa hemen itiraza uğrar. Çünkü, “mânâ-i ismi, sadık, kâzib her hükme mahal olur.”

O zat, bedenden ‘mânâ-yı ismî’ ile söz ettiğinden, verdiği bilgiler için doğru veya yanlış hükmü verilir ve kendisi buna göre ya alkışlanır yahut tenkit edilir.

Bazı tefsir alimlerimiz âyetlerin açıklamalarını yaparken, asırlarının bilim seviyesine göre misaller verirler. Daha sonraları bu bilgiler hükmünü kaybederler. Ama bu hâl, yapılan tefsirin doğruluğuna tesir etmez. Çünkü müfessirin bu konulardan söz etmesi mânâ-i ismiyle değildir, mânâ-i harfiyledir.

Konunun devamında şöyle buyrulur:

“Bu sırra binaendir ki mânâ-yı ismî ile kâinata bakan felasifenin kitablarında kâinata ait hükümler, nefs-ül emirde örümceğin nescinden zaîf ise de, zahire göre daha muhkem görünüyor.” Mesnevî-i Nuriye

Demek oluyor ki, bu kâinat kitabını yazan, ondaki her sistemde, her canlıda, her hücrede nice mânâlar yerleştiren Cenâb-ı Hakk’ın, o sonsuz ilmini ve hikmetini hiç nazara almadan yapılan araştırmalar, ilk bakışta muhkem yani sağlam ve mükemmel görünseler de gerçekte örümcek ağından daha zayıftırlar.

Onların yaptığı, bir eserin yazarından hiç söz etmeden sadece kitap üzerine uzun uzadıya konuşmaya benzer.

Prof. Dr. Alaaddin Başar