Azınlık Gibi Düşünmek

Image Hosted by ImageShack.us

İki sene önceydi. İstanbul’da kış. Eminönü’nden kalkan vapur, nefeslerini soğuk havaya buhar buhar savuran insanlarla dolu. Herkes bozukluklarını çıkarıp çay söylüyor. Isınmak lazım. Rengarenk atkıların, eldivenlerin, berelerin, şalların arasından kaşık sesleri şıngır da şıngır duyuluyor. Şehir beyazları zarif bedenine bir geçirmiş ki görmeyin. Hırıltılı, kaba, huysuz taraflarını kapatmış. Hoş bir bakışı var şimdi İstanbul’un. Sanki Peygamberimizin: “İstanbul bir gün fetih olunacaktır” sözlerini ilk duyduğu an gibi siması: Utanmış. Bembeyaz utanmış.

Vapur iskeleye yaklaşıyor. Kabanların içinde kaybolmuş insanlar birer ikişer ayak basıyorlar Üsküdar’a. Seyyar satıcılar kar tanelerinin süslediği dev oyuncaklar gibi tezgahlarının etrafında zıp zıp zıplayarak ısınmaya çalışıyorlar. Herkes üşümeyi seviyor. Sonra genç bir delikanlı eli, yerden bir avuç kar kopartıp esnaftan orta yaşlı birine fırlatıyor:

-Ahmet amca, al bakalım.

-Görürsün sen, sırılsıklam oldum be!

Sonra Ahmet amca durur mu? Dev göbeğini sallaya sallaya koşup delikanlıyı yakalıyor, ardından da kocaman bir kartopunu delikanlının sırtına nasırlı ellerliyle zoraki sokuyor. “Yapma amcacığım ya” cümleleri gümbürtüye giderken, Üsküdar esnafı savaş çıkmış da seferberliğe çağrılmışlarcasına kar topu savaşına başlıyor. Eller soğuktan kırmızıya oradan da koşa koşa mora çalıyor. Vapurdan inenlerden birkaç adam da katılıyor bu oyuna. Kimse kimseyi tanımıyor ama herkes kıyak bir keyifle kar savaşına giriyor. Kimseye çaktırmadan ben de bir iki kartopunu alıp sağa sola atıyorum. Kimseye isabet etmiyor ama olsun. Belki beş dakika, belki de daha az süren oyuna dalıyoruz.

O esnada televizyon seyreden insanlar ise haberlerden cazgır cazgır gelen şu cümleleri dinliyorlar: Beyaz Felaket, Soğuk Ölüm, Karın Acımasızlığı … Birkaç haberci karamsar, tatmin olamayan gözleriyle gördüklerini mutlak gerçekmiş gibi böyle dikte ediyor insanlara. Onlar dar dünyalarıyla öyle algılıyorlar diye, biz de öyle algılamak zorundaymışız gibi felaket tellallıklarını gözümüzü gözümüze sokuyorlar. Kar da kızıyor bu işe. İstenmediğim yere gelmem diyor. Üsküdar’daki Ahmet Ağabeyi, o gürbüz delikanlı kartopuna tutup sırılsıklam edemiyor bu kış.

Onlar nasıl düşünüyorsa öyle düşünmemizi bekliyorlar.

İstanbul Zincirli kuyu’daki mezarlığın girişinde: “Her nefis ölümü tadacaktır” levhası üzerine bir yazar köşesinden kalemini: “Bu nasıl gericilik” diye bağırtıyor, televizyon dünyasındaki bir avuç insan: “Evet bu gericilik” diye tekrar ediyor ve bu fikre bizim de katılmamızı bekliyorlar. Onlar mezarlıkları ancak korku filmlerinde görmeye tahammül ediyor diye bizim Fatihalarımızı küçümsüyorlar. Sadece hayattakiler için kuruyorlar düzeneklerini. Sadece bedeni seviyorlar. Mübarek günlerde türbelere gidip usul usul gözyaşı dökenleri komik buluyorlar. Çünkü göremediklerini sevmeyi beceremiyorlar. Bizim de sevmemizden rahatsız oluyorlar.

Dizilerde Türk ailelerinin hepsi içki içiyor, çünkü karamsar azınlık öyle yaşıyor. Filmlerde sadece hizmetli kadınlar tesettürlü oluyor, çünkü karamsar azınlığın evlerini o kadıncağızlar temizliyor. Haberlerde “İnsanlar mutsuz, huzursuz, cinnetin eşiğinde, daha fazla tüketmeye istekli, hastalıklı, bencil” gösteriliyor. Çünkü karamsar azınlık gözleriyle dünyayı bu şekliyle algılıyor.

Televizyonu insanın ne kadar ve ne şekilde seyredeceğine muhakkak kişi kendi karar vermeli. Ama mutsuz ve huzursuz bir avuç insanın depresyonlarını ve dar görüşlülüklerini yansıttıkları programları insan ne denli saygı duyup izleyebilir ki. Her şeyi sıkıntılı tarafından emen bakışlarına açıkçası ben tahammül edemiyorum. Bunca lezzetli şey varken neden kendime eziyet edeyim.

Ayşe SEVİM