Bir toplumu çökerten beş husus

Ey Muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman (artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah’a sığınırım. Bu beş şey:
Allah’ın rahmeti, bereketi, selamı üzerinize olsun.

Bu konumuzda sizlere Allah Resulü (sav) Efendimizin Ümmetini sakındırdığı beş husus hakkında aydınlatmaya çalışacağım.

Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

İbnu Ömer (ra) anlatıyor: “(Bir gün) Resulullah aleyhissalatu vesselam yanımıza gelip şöyle buyurdular:

“Ey Muhacirler!

Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman (artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah’a sığınırım.
(Bu beş şey şunlardır:)

1- Zina: bir millette zina ortaya çıkarsa ve aleni işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o millette taun hastalığı yaygınlaşır ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görülmeyen hastalıklar yayılır.

2- Ölçü-tartıda hile: Ölçü-tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.

3- Zekât vermemek: Hangi millet mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.

4- Ahdin bozulması: Hangi millet Allah ve Resulünün ahdini (Kitap ve Sünnete bağlılığı) bozarsa, Allahu Teala hazretleri o millete, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindekilerin/servetlerin bir kısmını onlar alır.

5- Kitabullahla hükmetmeyi terk: Hangi milletin imamları Kitabullahla ameli terk ederek Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah onları kendi aralarında savaştırır.”
(Sünen-i İbn-i Mace, Kitabü-l Fiten, bab: 22, zevaid2de şöyle denmiştir: Bu, (senedinin sağlıklı olması bakımından) amel edilmeye müsaid bir hadistir. Ayrıca birçok hadis otoritesi bu hadisi sahih saymışlardır.)

Resulullah (sav) ashabını öyle bir günden sakındırıyor ki; “Ben sizlerin o şeyler (dönemin)e erişmenizden Allah’a sığınırım.” buyurmaktadır. Belki burada/gelen ifade doğrultusunda “sakındırmak” kelimesi zayıf kalır. Sakındırmaktan öte o günde yaşamaktan “Allah’a sığınma” vardır. “Allah’a sığınırım” ifadesi ancak işin önemini vurgulamak için söylenir. ‘Harama el uzatmaktan Allah’a sığınırım, Cehennemin azabından Allah’a sığınırım, İmansız ölmekten Allah’a sığınırım’ ifadeleri gibi. Onlara (sahabeye) dikkat çekici başlangıç ifadesi dahi işin ehemmiyetini ortaya koyar mahiyettedir. Vurgu ağırdır. Hatta başka hadisler ayrı ayrı zamanlarda söylenmiş olsada mahiyet açısından bu vurguyu destekler niteliktedir. Ebu Hureyre (ra)’dan: (Allah Rasulü (sav) buyurdu):

“Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki, kişi bir kabre uğrayıp üzerine abanarak; “Keşke bu kabrin içinde ben olsaydım’ demedikçe kıyamet kopmaz. Halbuki bu sözü ona söyleten din değil, bela olacaktır.” (Malik, Buhari ve Müslim. Büyük hadis külliyatı c. 5 s. 360)

Ebu Hüreyre (ra)’dan rivayet edildiğine göre Resulullah (sav) Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer ümeranız/idarecileriniz sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimseler ise, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız; bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır. Yok, eğer ümeranız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise; yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)

Bu hadisler ve daha birçok hadisi bir araya getirdiğimizde ortak noktası harama düşmekten sakındırma vardır.

Sahabe (Allah onlardan razı olsun) o günlere/fitnelere ulaşmaktan imtina ettiler ve şiddetle sakındılar. Hatta öyle ki; zamanlarının o günlere kapı aralamasından dahi korkar vaziyette hayatlarını yaşadılar. Hz. Ömer (Ra) bu konuda önemli örneklerden bir tanesidir. Hz. Ömer (ra) fitne konusunda sorunca Huzeyfe (bin el-Yemen) (ra)’dan şöyle demiştir:

“…Ey Müminlerin Emiri! O fitne ile senin ne ilişiğin var? Şüphesiz seninle o fitne arasında kilitli bir kapı vardır, dedi. Ömer (ra):

O kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı? diye cevap verdi. Huzeyfe (ra):

Hayır, kırılacak, diye cevap verdi.

Ömer (ra): Kırılan kapı açılan kapıya nazaran hiç kilitlenemez, dedi.” (Sünen-i İbn-i Mace)

Evet, hadis günümüzü anlatıyor ve bizlerde o şanlı Resulün ümmeti olarak bu günlerde yaşıyoruz. Yani sahabenin böylesi bir günden imtina ettiği, fitnelerle dolu bir dönemi yaşıyoruz. Sahabelerin yaşadığı döneminde zuhur etmeyen hadisteki olaylar maalesef bulunduğumuz dönemlerde zuhur etmiştir. ‘Zuhur etmeyen’ derken şunu unutmamak lazım; bu hadiseler her dönem ortaya çıkma yapısına sahiptir. Ancak onu bastıracak, ona zemin vermeyecek güç bulunduğu müddetçe ortaya çıkması mümkün değildir. Sakındırma ise İman edenleri koruma amaçlıdır. Bundan dolayı doğrudan Müslümanları ilgilendirmektedir. Yalnız şunu unutmamak gerekir; yeryüzünü fesattan koruma işi Müslümanların vazifeleri arasındadır.

Burada olayın ehemmiyetini elden bırakmadan, hadisi şerifi önümüze alarak Müslümanlar olarak muhasebemizi yapmak zorundayız. Sakındırılan, o gün için hakkımızda iki seçenek vardır;

- Ya bütün bunlara razı olup sorumsuzca yaşamak,

- Ya da bu ortamdan kurtulmak için meseleyi ölüm-kalım noktasına taşımaktır. Çünkü durum ölüm-kalım meselesidir ve de o derece vahimdir. Bu hem bizim için, hem ahiretimiz için hem de bütün insanlık için önemlidir.

Gelin isterseniz bu durumu ölüm-kalım meselesi kılan hale bir bakalım:

1- Zina:

Zina, fuhuş ve zinaya giden yollar günümüzde baskın bir hal almıştır. Hatta dünya çapında büyük bir sektör oluşturmuştur. Devletler bu sektör için bakanlıklar tayın etmiştir. Cumhurbaşkanlarından tutun birçok devlet yetkililerinin dahi bu işle iştigal eder vaziyette olduğunu görür-duyarsınız. Belediye başkanları işi turizm noktasında değerlendirerek davullu zurnalı Gay’ları (eşcinselleri) karşılamaktadır. Resmi törenlerle açılışlar ve karşılamalar yapılmaktadır. Devlet bütçelerinden bu sektöre milyarlarca dolar para aktarılmaktadır. Turizm adı altında sergilenen yapılanmada sahil kenarları, İslam beldelerinin, ülkelerin en güzel yerleri bu işlere/fuhuş yatağına dönüştürülmüştür. En lüks binalar, yüzme havuzları, görüntülü veya yazılı medya, reklâmlar, fotoğraflar, internet, moda hepsi bu alanın kolları durumundadır. Körpecik çocuklar, kadınlar, erkekler, hatta hayvanlar bu sektörün birer aleti yapılmıştır. Güzellik yarışmaları, güzellik salonları, cinselliği tümüyle neşreden giyim-kuşam ahtapotun kolları gibi insanlığı kuşatmıştır. Endüstrinin bir kolunu oluşturan eğlence ve turizmi dışlamak artık güç yetirilemeyecek noktaya taşınmıştır. Girdiği her yerde devlet/otorite, baskın güç olmuştur. İnkârı suç, kaldırmak için çalışmaksa cezalandırılmakla karşılık bulmaktadır. Sokaklar çırılçıplak mankenlerin açık alanları, gösteri podyumlarına dönüşmüştür. Hatta camilerin etrafları bu sektörde iş görenlerin buluşma noktaları olmuştur. Cadde ortasında sarmaş-dolaş zina işleyen sapıklara dokunmak kanunlara aykırı davranış sayılmaktadır. O da yetmezmiş gibi devlet fuhuş için fiyatlar biçmekte, savaştan dönen kafir askerleri için özel karşılamalar ve rahatlarını sağlamak için düzlemeler yapmaktadır.

Bunlarla ilgili elimize basından geçen, yalnızca İslam beldelerini değil tüm dünyayı saran zina ile ilgili verileri kısaca sıralamak istiyoruz:

Uluslararası Göç Örgütü'nün verilerine göre:

- Her yıl insan kaçakçılığı mağduru olan 600 bin ila 800 bin insanın yüzde 80'i kadın.

- Her yıl insan kaçakçılığı şebekeleri tarafından Avrupa Birliği ülkelerine yasadışı yollarla 120 bin kadın ve çocuk getiriliyor.

- Londra'da 2004 yılında hazırlanan bir rapora göre, şehrin genelevleri, saunaları ve masaj salonlarında çalışan toplam 8000 fahişenin dörtte üçü yabancı.

- 2002 verilerine göre; ABD'de, her 6 dakikada bir kadına tecavüz ediliyor. İngiltere'de, her 7 kadından biri birlikte olduğu erkek tarafından tecavüze uğruyor. Fransa'da, her ay 6 kadın aile içi şiddet nedeniyle hayatını kaybediyor. http://www.ihd.org.tr/basin/bas20021125.html

- Afrika’da resmi kayıtlara göre her yıl 30 000’in üzerinde erişkin kadın; 20 000 kız çocuk tecavüze uğramaktadır. Türkiye’de tecavüze uğrayan kadın sayısı 1993 yılı için 5860’dır. http://www.hacettepem.org.tr/makaleler

- 1960'lı yıllarda Tayland, Güney Kore, Filipinler gibi Asya'nın çeşitli ülkelerinde kurulan ABD askeri üslerinin, bölgede fuhuş piyasasına talebi artırdığı ve birçok yoksul ailenin geçimlerini sağlamak için kız çocuklarını fuhuş piyasasına sokmasını sebep olduğu biliniyor.

- Birleşmiş Milletler (BM) askerlerinin Balkanlar'da kadın kaçakçılığına bulaştığına yönelik raporlar olduğu gibi, geçtiğimiz sene de, Liberya'da BM askerlerinin yaşları 12'ye kadar düşen kız çocuklarıyla yiyecek ve yardım karşılığı fuhuş yaptıklarına ilişkin haberler çıktı.

- 1996 senesinde bir tahmine göre, ABD, Batı Avrupa, Avustralya ve Japonya'dan yaklaşık 5 milyon turist seks endüstrisinin müşterisi olmak için Tayland'ı ziyaret etti. Bu turistlerin yaptıkları harcamadan ülkenin 26.2 milyar dolar gelir elde ettiği tahmin ediliyor. Bu rakam bilgisayar yapıp satmaktan 13 kat daha fazla gelir getirici.

- Fuhuş sektörü, Endonezya, Malezya, Tayland ve Filipinler'de gayrisafi milli hâsılanın yüzde 2 ila 14'ünü oluşturuyor. ILO'ya göre, bu ülkelerde seks sektörü, ülkenin "ekonomik, sosyal ve siyasi yaşamına entegre" olmuş durumda.

- Japonya'da seks endüstrisinin yıllık kârı 83 milyar dolar. Kanada'da geçtiğimiz seneye kadar, yabancı striptizcilerin ülkeye girebilmesi için "egzotik dansçı" vizesi uygulaması vardı. Hollanda'da seks endüstrisinin yıllık gelirinin 1 milyar dolar olduğu söyleniyor.

- Fuhuş sektörünün yasal olduğu ve vergilendirildiği Almanya'da 400 bin fahişe var; her gün 1.2 milyon erkek fuhuş sektöründe müşteri olarak yer alıyor ve sektörün yıllık cirosu 18 milyar dolar. (http://www.bianet.org/2006/10/13/86376.htm)

- Türkiye’de bu sektörün yıllık geliri 7-8 milyar dolar. 2001 yılında ölen genelev patroniçesi Matild Manukyan’ın 1944 yılından itibaren birçok kez vergi rekortmeni olduğu, bu örneğin bile fuhuş sektörünün, parasal açıdan dev bir sektör olduğunu ortaya koymaya yettiği belirtiliyor. Buna rağmen bu sektörün vergi kaçağı diğer bütün sektörlere parmak ısırtıyor. http://www.ntvmsnbc.com/news/278844.asp?0m=S11Y

- Çocuk porno sektörü Türkiye’den idare ediliyor. Çekimler ve pazarlama İstanbul üzerinden yapılıyor. 3 yaşındaki çocuklar fuhuş sektörüne pazarlanıyor ve bu iş için yurt dışından binlerce turist geliyor. Emniyetse bildiği halde bunu engellemiyor. Çocuk porno CD’leri İstanbul’un birçok semtinde açıktan satılıyor ve internet üzerinden de diğer ülkelere pazarlaması yapılıyor. Bu sektörün yıllık geliri 26 milyon dolar. Cnn Türk 13 00 haberleri ajanstan alıyorsunuz 27.10.2006

- NATO bizzat fuhuş sektörünün örgütleyicisi durumundadır. Özellikle Balkanlar’da ve Ortadoğu’da beyaz kadın ticaretinin örgütlenmesine aktif biçimde katılıyor. Kosova’da kadınlar fahişeliğe zorlanıyor, alınıp satılıyor. Bununla da kalmayıp işkence görüyor, tecavüze uğruyor, kötü muamelenin her türlüsüne maruz kalıyor. Yaklaşık 2 bin kadın fuhuş ticaretinde yer alıyor. Kadınların %80’i 18, üçte biri ise 14 yaşın altında. http://www.kizilbayrak.org/2004/sikb26/sayfa_23.html

Bu sektöre hizmet eden insan sayısı net olarak bilinmiyor. Resmi çalışanların dışında gayri resmi çalışanların geliri hesap edilemiyor. Her türlü pisliğin kaynağı olan fuhuş sektörü maalesef halklar tarafından da destek bulmaktadır. Kolay yoldan para kazanma, insan nefsinin çılgınlıklarını yaşaması rağbet görüyor. Binlerce dolarla ifade edilen pozları verebilmek için sıra kavgası veriliyor. Artık ekmek kapısı sayılıyor ve aileler bu sektörün ucundan kıyısından nasiplenebilmek için mücadele veriyor. Bu sektör girdiği her yerde aile yapısını darmadağın ediyor. Çılgınlık sınır tanımıyor. Evladına saldıranlar, kaçırılanlar, kocası tarafından satılanlar, okullarda zinadan dolayı çocuk düşürenler artık sorgulanmıyor. Hatta devlet okullarda cinsel ilişkiyi teşvik mahiyetli dersler veriyor. Bunlarda yetmiyor; Rusya’dan, Romanya’dan, Macaristan’dan ve diğer ülkelerden akın akın fuhuş için gelen kadınlara sınırlar arkasına kadar açılıyor. İstanbul bu sektörün dünyaca en önemli merkezine dönüşmüş vaziyettedir. Burada eğitilenler dünya pazarlarına sunuluyor. Ne vahşet Allah’ım!

Evet, maalesef insanlığı bu kadar rencide eden bir dönemde yaşıyoruz. Tarihte eşi görülmemiş bu cürümden kendimizi ne kadar korumaya, gözlerimizi ne kadar sakındırmaya, uzaklaştırmaya çalışırsak çalışalım ateş etrafımızda yanıyor. Bacımız dediğim, kardeşimiz dediğimiz, yavrumuz dediğim, komşumuz dediğim insanlardan teker teker çalıp ağına düşürüyor. Gözlerimizi kapasak ta, kulaklarımızı tıkasak ta bu işler etrafımızda dönüyor. Toplum helak olmuştur, insanlık helak olmuştur ve de Müslümanlar helak olmuştur. Vakıayı görelim, görelim de kendimizi kısır işlerle, sözlerle avutmayalım. Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

Zeyneb bint-i Cahş (ra)’dan rivayetle:“Zeyneb (ra) demiştir ki: Ben ya Resulullah! İçimizde Salih (yani Allah’a itaatkâr, iyi ve temiz mü’min)ler bulunduğu halde biz helak olur muyuz? diye sordum. Resul-i Ekrem (sav): (Evet,) fuhuş, günah ve fasıklık çoğaldığı zaman (helak olursunuz) diye cevap verdi.” (İbn-i Mace)

Bu sektöre kapı aralayan toplumlar sadece namus, aile, insan anlayışını yıkımla kalmadı hadisi şerifte de beyan edildiği gibi birçok hastalıkları da beraberinde getirdi.

Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, 1 milyardan fazla insan XXI’inci yüzyıla “modern tıbbın” harikalarından yararlanmadan giriyor. Sıtma, kolera, ishal ve aids gibi sıradan hastalıklar hortluyor. 40 milyon insan AİDS (HIV) virüsü taşıyor ve bunlardan 25 milyonu Afrika’da bulunuyor. Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Dünya, Sosyal Sefaletin, Ekolojik Felaketin, Etik Yozlaşmanın Kökeni, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı: s. 323

Bugüne kadar yaklaşık 65 milyon kişi HIV virüsü kaptı ve 1981'de keşfedildiğinden beri 25 milyondan fazla insan AIDS'den öldü. 2005 yılında, HIV pozitif olan 38,6 milyon kişinin çok büyük bir çoğunluğu, bu durumundan habersiz yaşıyor.

2005'te AIDS 2,8 milyon insanın ölümüne yol açtı ve 4 milyon yeni insan bu virüsü kaptı.

HIV virüsü taşıyan nüfusun hemen hemen yarısını kadınlar oluşturuyor (17,3 milyon) ve bunların 13,2 milyonu Sahra-altı Afrika ülkelerinde yaşıyor (HIV'li toplam kadınların %76'sı).

Sahra-altı ülkeleri dünyada hastalıktan en çok etkilenen bölgeler. HIV taşıyan kişilerin üçte ikisi Sahra-altı Afrika'sında yaşıyor (2005'te bu bölgede 24,5 milyon HIV hastası vardı.)

Hastalık, Doğu Avrupa ve Orta Asya'da da salgın boyutunda artıyor. 2005'te bu bölgelerde 220,000 yeni insan HIV'ye yakalandı. http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=515

Sağlık kurumlarına maliyeti ise sadece Afrika’da 15 milyar dolar. Ülkelere göre dağılımı da bunlara eklerseniz birçok devletin bütçesinden kat kat fazla bir harcama karşımıza çıkıyor. http://www.hatam.hacettepe.edu.tr/ekonomi.shtml

İnsanlar hastanelerde kan almaktan korkar durumdadır. Bulaşan, bulaştığında da hayatı cehenneme çeviren hastalıklar karşısında tıp sadece seyretmekle yetiniyor. Bu felaket değil de nedir?

Bir dönemin Hilafet merkezi ‘İslambol’ ‘zinabol’ olmuş, aynı pisliklerle kirletilmiş, dünya kirletilmiş, toplum fesada uğramış bizler hala çevremizi güllük-gülistanlık görmeye çalışıyoruz. Hala hutbelerde vaizlerde gözleri (kör olanlar) pislikler içerisinde yüzen beldeleri Cennet köşesi diye yutturmaya çalışıyor. Hayır! Cennet tahirdir/temizdir asla kirli olamaz!

İşte, Resulullah (sav) ashabını bu günlerden sakındırdı, kendisine tabi olanları bu günlerden sakındırdı, bizleri bu günlerden sakındırdı…

2- Ölçü-tartıda hile:

Ölçü ve tartı ekonomiden bir parçadır. Bugün ise dünyada kapitalist ekonomik sistem hâkimdir, bu sistemse temeli sömürüye dayalıdır. Sömürü menfaat ilkeleri üzerine kuruludur ve acımasızdır. Günümüzde İslam beldeleri en ücra köşesine kadar bu sömürünün tesiri altındadır. Kapitalist ekonomik sistem içerisinde temiz kalınamaz ve kalmak imkânsızdır. Bu sistemin pislikleri mutlaka Müslümanları kıyısından-kenarından etkilemiş her taraflarını kuşatmıştır. Ölçüde, tartıda, ticaretin her alanında yalan ve hırsızlık haddi aşmış vaziyettedir. Nerede ise her malın sahtesi üretilmekte, kilo yapacak şekilde uyarlanmakta, yalanlarla alış-veriş yapılmakta daha çok kazanmak için her türlü yola başvurulmaktadır.

Bir toplumda ölçü ve tartıda sahtekârlık doğmuşsa o toplum helak olmuştur. Bu sadece işi yapan kişilerde kalmayıp tüm toplumu etkisi altına alır.

Bir toplumda adaletin sağlanabilmesi, karşılıklı hakların korunabilmesi için her şeyden önce ölçü ve tartının doğru ve düzgün olması gerekir. Bunu temin etmek için iki şart vardır:

- Bizzat ölçeği tam yapmak; eksik" fazla veya yanlış alet kullanmamaktır.

- Allah’tan korkup, hesap gününü hatırlayarak tam ve doğru alıp tartmaktır.

Ölçme ve tartmanın doğru olması, bir hak, adalet anlayışı, iman ve şer’i kavrayış meselesidir. Ölçüyü ölçeği ve tartıyı doğrultacak olanlar bunlardır. Hayattan Allah korkusunu kaldırıp insanları şer’i hükümlerden uzaklaştırdığınız takdirde doğru aletle ölçerken bile insanlar yanlışlık yapmaktan kaçınmayacaklardır. Altını tartarken çok hassas olan tartının üzerine hava üfürttürerek gramda ağırlık sağlayarak alçalanlar kazançlarını haramlarla süsleyenlerin durumu gibi.

İnsanlar başkalarının haklarını kendi haklarıyla bir tutarak ölçü ve tartıda şer’i hükümleri gözetmekten yoksun oldukları sürece; alırken fazla, verirken eksik yapmaktan kurtulmaları mümkün olabilir mi? Hırsızlık olanlar için kaçınılmaz bir hal alır. Ayrıca Hak gözetilmeyen toplumda kul hakkını hafife alarak kurtuluş elde edilebilir mi? Bu toplum bu haliyle, adaletsizliğe göz yummakla helak olmaktan başka açık kapı bırakmamıştır.

Ölçü ve tartı bir vicdan meselesi değil helal ve ramları gözetme meselesidir. Bu da Allah korkusu ve ahiret inancını sürekli hatırlamakla mümkündür. Bundan dolayı Allah’ın elçileri insanları sık sık bu konuda uyarmışlardır.

Kur'an-ı Kerim'de ticaret erbabı ölçü ve tartıda eksiklik yapmamaları için şöyle uyarılır:

"Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, insanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler." (Mutaffifin, 83/1-3)

“Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın.” (Şuara 181)

“Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.” (Hud 87)

Hud suresi 87. ayette Şuayb (as) önce onları, insanlara verdikleri zaman ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan men etmiş, sonra ise verme ve almalarında adaletle ölçü ve tartıyı tam tutmalarını emretmiş, yeryüzünde fesada koşmaktan onları men etmiştir. (İbn Kesir tefsiri c.8 s.3976)

Ölçü-tartıdaki adaletsizlik kolayca geçiştirilecek bir konu değildir. Bugün toplumda öz güven kaybolmuşsa bunun etkisi vardır. Babanın evladına güvenini sarsacak derecede etkilidir. Günümüzde ise yalan dolan ticaretçiler arasında temel ölçü kabul edilmiştir. Aldatma, yalan, dolan her kesimi yakar kavurur. Bu gün ticaretle uğraşan kesimi şöyle bir yokladığınızda esnaf arasında temel kaide olarak; ‘yalan söylemeden ticaret yapamazsın’ anlayışının yerleşmiş olduğunu görürsünüz. Durum böyle olunca halk birbirini kandırmakla meşgul, yöneticilerde halkı kandırmakla meşguldür. Böylesi bir toplumdan nasıl hayır beklersiniz!

İslam beldelerinde ticaretin/ekonominin ipleri IMF’ye teslim edilmiştir, İMF’den gelen yüklü faiz’de halkın sırtına yıkılmıştır. Vergiler altında ezilen halk kazancının elinde kalan kesimi ile ayın sonunu zor getirmektedir. Borç ve yoksul ülke sayısı 60’ın üzerindedir ve bunların çoğunluğunu İslam beldelerindeki devletçikler (!) oluşturmaktadır. Somali, Afganistan, Sudan, Pakistan, Türkiye, Irak, Habeşistan vb. ülkeler bu sınıftadır.

Ölçü ve tartıdaki adaletsizlik dünya dengesini de bozmuştur. Bu konuda yapılan bazı araştırmalardan bazı bölümler aktaralım:

- Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) yıllık raporunda, dünyadaki gıda üretiminin 6 milyar insan için yeterli olduğu, ancak çeşitli nedenlerden ötürü insanlara yiyecek ulaştırılamadığı ya da üretim yapılamadığı belirtilmiştir. Küreselleştirmenin Acımasız-Bilinçli Silahı: Yoksullaştırma, Ahmed Saltık, 3/330-350.

- BM raporuna göre, dünyanın en zengin 225 kişisinin serveti, dünyadaki 2.5 milyar yoksula yetecek boyuttadır. 225 zenginin serveti l trilyon doları bulmaktadır. Dünyanın en zengin 3 kişisinin servetleri, en yoksul 48 ülkenin milli hasıla geliri toplamını aşmaktadır. Zengin ülkelerin tüketimi rekor seviyeye ulaşırken yoksul ülkeler her zamankinden daha çok açlık, sefaletle kıvranmaktadır. Oysa zenginlerin sadece kedi-köpek mamalarına harcadığı parayla yoksulların eğitim ve sağlık hizmetlerinin karşılanabileceği ifade edilmektedir.

ABD'de 60 milyon, Avrupa Birliği ülkelerinde 80 milyondan fazla insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Dünyanın en zengin ülkelerinde de çok fakir ve evsiz-barksız insanlar var. Chicago'da kira ödeyemediği için, 80 binden fazla insanın evsiz olduğu bildirilmiştir.

Birleşmiş Milletler 2000 İnsani Gelişme Raporu'na göre; dünya nüfusunun neredeyse yarısı, yani yaklaşık 3 milyar insan, günde iki dolar, 1.2 milyar insan ise bir dolardan da az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Diğer bir ifadeyle dünya nüfusunun yaklaşık yüzde yetmişi yoksuldur. Dünyanın en fakir 61 ülkesinin dünya toplam gelirinden aldıkları pay sadece % 6 kadardır. Az gelişmiş 43 ülkede yaşayan 582 milyon insanın toplam gelirleri ise, sadece 146 milyar doları ancak bulmaktadır. İstatistiklere göre, 800 milyon insan, yani her 7 kişiden biri her gün yatağına aç giriyor. http://www.koprudergisi.com

- Türkiye’de 2002 Hane halkı Bütçe Anketi verileri kullanılarak, Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından ilk kez yoksulluk göstergeleri kamuoyuna sunulmaktadır. Bu konudaki çalışmalar, periyodik olarak sürdürülecek olup, 2003 Hane halkı Bütçe Anketi üzerindeki yoksulluk çalışmaları devam etmektedir. Türkiye nüfusunun yüzde 1.29'u açlık sınırının, yüzde 25.6'sı ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

- Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) belirlemelerine göre 2004 yılında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 182 YTL, yoksulluk sınırı da 429 YTL olarak hesaplandı. 2004 yılında yapılan çalışmaya göre Türkiye'de 11 bin kişi satın alma gücü paritesine göre 1 doların (780 bin lira) altında, 1 milyon 752 bin kişi günlük 2.15 doların (2 milyon 680 bin liranın) 14 milyon 681 bin kişi de 4.3 doların (3 milyon 350 bin liranın) altında bir harcamayla geçiniyor. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=178710

İslam âlemine şöyle bir bakın! Dünyanın enerji kaynakları üzerinde, verimli topraklarda oturmalarına rağmen yoksulluk, kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmü altındadır. Yardım kuruluşlarının en çok faaliyet gösterdiği alan İslam beldeleridir. Yüzlerce yardım kuruluşu yarışırcasına hareket ettikleri halde ne yoksulluğun, ne kıtlığın ne de adaletsizliğin önüne geçebilmektedir.

Ceplerini şişirip, İslam beldelerindeki kaynakları sömürgecilerin eline teslim eden, halkını sefalet içerisinde sürünürünken, yardım kuyruklarında çektiği rezilliğe zevkle seyretmekten zevk alan, tek amaçları Müslümanlarla savaşmak olan İslam beldelerindeki hain idarecilerin zulmünü burada sıralama niyetinde değiliz. Çünkü yaptıkları cürümler sayılamayacak kadar çoktur.

Felaketin boyutunu görmemek mümkün mü? Kul hakkıyla yaşamak doğal olmuştur. Kul hakkına önem vermeyen toplum diğer değerlerine nasıl önem verebilir ki?

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin…” (Bakara 188)

Resulullah (sav) şöyle buyurdu:

“Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.” (Buhari)

“Kişi namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerini yerine getirmiş olarak Allah’ın huzuruna gelir. Bununla beraber öyle günahlarla gelir ki kimine sövmüş, kiminin kanını akıtmış, kiminin malını yemiş, kimine de iftira etmiştir. Bu durum karşısında onun ibadetlerinden elde ettiği sevaplar kendisinden alınarak hak sahiplerine dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyilikleri, ihlal ettiği kul haklarını ödemeye yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından alınıp kendisinin günahlarına eklenir. Böylece sevapları gitmiş, günahları artmış, neticede iflas etmiş olarak cehenneme gönderilir.” (Müslim Birr 59)

3- Zekât vermemek:

Zekat İslam’ın temel taşlarındandır ve bu konu insanların vicdanlarına asla bırakılamaz. Zekat vermek istemeyene karşı şiddetle karşı çıkılır, gerekirse bu yolda savaşılır.

Resûlullah sallâllahü aleyhi ve sellem'in vefatı üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a) halife olup Arapların bir kısmı zekât vermemekte direnince Hazreti Ebû Bekir (r.a), onlarla savaşmaya karar vermişti. Bunun üzerine Hazreti Ömer (r.a):

- Ey Müslümanların halifesi! Bunlara karşı nasıl savaş açarsınız? Hâlbuki Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem 'Allah’tan başka gerçek ilâh yoktur' deyinceye kadar insanlarla savaşmaya memur edildim. Kim ki 'Allah’tan başka ilah yoktur' düsturunu kabul ederse, insan hakkı müstesna olmak üzere, malını canını benden kurtarmış olur; içlerindeki gizli küfür ve günahlarından dolayı olan hesaplarına gelince o hesabı görmek Allah'a kalmıştır, buyurdu diye itiraz etti. Hazreti Halife (r.a) cevaben:

-Vallahi! Namaz ile zekâtı birbirinden ayıran kimse ile hiç bakmam savaşırım. Çünkü (Namaz bedeni bir vazife olduğu gibi) zekât da malî bir haktır, Allah'a yemin ederim ki, bunlar, Resûlûllah'a vermekte oldukları deve yularını bile benden esirgeselerdi, bu yüzden onlara harb açardım' buyurdu.

Bunun üzerine Hazreti Ömer (r.a):

-Vallahi anladım ki, dinden dönenlerin katli hususunda Ebû Bekir'in hükmü, Allah'ın onun gönlünde yarattığı, engin bir anlayışın eseridir. Bu sayede Ebû Bekr'in düşüncesinin doğru olduğunu anladım.

Kur’an-ı Kerim’de: “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin...” (Bakara, 2/43, 110; Hac, 22/78; Nur, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzzemmil, 73/20);

“Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, arıtıp yücelteceğin bir sadaka al ve onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe, 9/103) buyrulmaktadır.

Resulullah (sav) şöyle buyurdu:“Zekat vermeyenlere Allah lanet etsin!” [Nesai]

Daha düne kadar zekâttan asla taviz verilmemiş İslam devleti zekât memurları ile zekâtı toplayıp zekât düşen kişilere ulaştırıyordu. İhmal etmekten, adil davranmaktan Allah’a sığınıyor, hatta zekât memurlarının zekâtın dışında ek bir şey alınmasına müsaade edilmiyordu. Sistem öylesine oturmuştu ki; zekât müessesi eksiksiz çalışıyor ve zekât verilecek insan bulunamadığı dönemler yaşanıyordu.

İslam direklerinden biri olan zekât savaş konusu edilecek kadar önem taşırken günümüzde zekât vicdanlara havale edilmiştir. Devletler zekâtı kurumları yolu ile toplayarak istediği gibi kullanıyor, ümmet ise zekâtını nasıl ve nereye vereceğini dahi düşünmekten imtina eder hale gelmiştir. Zekât verecekler ise güvenecekleri bir yer bulmakta zorluklar çekmektedir. Zekâtın mahiyeti karıştırılmış, asli olan yerlere verilmesi gerekirken mecrasından uzakta kullanılmaya başlanmıştır. Verenlerin sayısı da günden güne azalmaktadır. Çoğu zamanda zekât, bağış anlayışı içerisinde verenler kişilerin şovuna dönüşmüştür.

Bu gün zekâtın neden verilmediğini sorgulayacak bir devlet olmadığı gibi sorgulayacak bir ümmette yok. Böylesi bir dönemde yaşıyoruz. İsyan isyan isyan!

Ne diyordu Hadisi Şerif hatırlayalım; “…zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir…”

Evet, kimle konuşursanız konuşun; ‘eskisi gibi yağmur yağmıyor, ekinler yeşermiyor, toprak eskisi gibi verim vermiyor, tarlalar susuzluktan çatladı’ diye dert yanacaktır. İşte size kuraklıkla ilgili bazı veriler:

- 22. yüzyıl kuraklık yüzyılı olacak. www.msnbcntv.com

- BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), geçtiğimiz yıl mayıs ayında yayımladığı bir raporda, küresel ısınmanın çok sayıda ülkede gıda üretimini azaltabileceğini ve dünyadaki açlığı artıracağını açıklamıştı.

Doğu Afrika’da son 20 yılın en büyük kuraklığı yaşanıyor. 11 milyon kişi açlıktan ölme tehdidiyle karşı karşıya Kuraklıktan en çok etkilenen ülkeler Somali, Kenya, Etyopya ve Tanzanya. http://www.istanbulfm.com.tr/haber/?mview=makale&mid=10430

- Türkiye, 2005 yılında uzun yıllar ortalamasına göre yüzde 5, önceki yıla göre de yüzde 10,9 daha az yağış aldı. Kuraklık nedeniyle Konya’daki barajlar son 72 yılın en düşük seviyesine ulaştı. Zaman 24.7.2006

- Somali'de kuraklık yüzünden yüz binlerce kişinin hayatının tehlikede olduğu, su bulamadığı için kendi idrarını içmek zorunda kalan insanlar bulunduğu bildiriliyor. Cumhuriyet 17/02/2006

- Son yıllarda üzerinde en çok konuşulan konu kuraklık; hayatın günlük yaşantısından modern cihazlara kadar bütün alanlara zincirleme etki eder. Kuraklık sonucunda; susuzluk, kıtlık, açlık, işsizlik, iflas, göç, hastalık, savaş ve ölüm gibi çok kötü etkiler meydana gelir. 2000 yılı Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre 200.000 insan kuraklıktan ölmüştür. B.M. raporuna göre; 2025 yılında Türkiye su sıkıntısı çekecek, 2040 yılında da elindeki su rezervleri yüzünden, Türkiye’ye savaş açılacak. http://www.dicle.edu.tr/~insaat/kurak.htm

- “Türkiye’de yağış ortalaması, uzun yıllar 631 mm. iken, 1999 yılında %15 oranında, 2000 yılında ise %7 oranında azalmaya devam etmiştir. Ortalama yağışın azalması yanında, yağış rejimindeki sapma dikkat edilmesi gereken en önemli husustur. Yağış miktarında meydana gelen bu azalışlar ve yağış rejimindeki sapmalar, tarımsal üretimi olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim, ülkemizin bazı önemli hububat üretim merkezlerinde ürün kayıplarının %40-50 oranına ulaştığı gözlenmektedir. Ayrıca, kuraklığa neden olan şartların devam etmesi durumunda, önümüzdeki yıllarda daha büyük sıkıntılar meydana gelebilecektir.” http://www.tarim.gov.tr

- Şanlıurfa'da birçok camide, 2 aydır yağmur yağmaması sebebiyle yağmur duasına çıkıldı. Cemaat, ellerini açarak yağmur yağması için dua etti. http://haber.ihya.org

- Uzun süredir yağmur yağmayan Karaman'da, vatandaşlar yağmur duasına çıktı. http://www.karamanrehberi.com

- Dünya borsalarındaki buğday fiyatları, üretici ülkelerdeki kuraklık ve global talepteki artış nedeniyle son 10 yılın en yüksek seviyesine ulaştı. http://www.ekinvest.com

Veriler bu şekilde devam edip gidiyor. Getirdiği felaketler sayılmakla bitmez. Bazı bölgelere bir-kaç damla yağmur düşüyorsa o da Hadisi Şerifte bildirildiği gibi;

“…Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.”

Düşünün! Böylesi bir ortamda Allah kullarına olan merhametini, rahmetini değil diğer canlılara olan merhametini ve rahmetini öne çıkartıyor. Onlarda olmasa insanlık su yüzü göremeyecek. Yaşanan bu durum insanlığın Allah’ın lanetini üzerine çekmesi değil de nedir?

İşte, bundan dolayı Allah’ın Resulü ashabı için ve ümmeti için o günde olmayı istemedi. Fakat biz Müslümanlar hiçbir şey yokmuşçasına bu ortamda yaşamaya razı oluyoruz. Hala meseleyi ölüm-kalım noktasına taşıyamıyoruz. Felaketlerden kurtuluşun ancak ve ancak Müslümanların eliyle olacağını bildiğimiz halde. Resulullah (sav)’in şu hadisini hatırlayın:

"Ümmetimin son zamanında bir hâlife olacak. Malı adetle saymadan avuçla avuçlayacaktır." Ravi diyor ki; “Ben (bu hadisi Rasulullah (sav)'den nakleden) Ebu Nadra ile Ebu Alâ'ya; bunun Ömer b. Abdülaziz olacağını zanneder misin?” diye sordum. Onlar; “hayır cevabını verdiler.” (Müslim)

4- Ahdin bozulması:

Ahdin bozulması baştaki meselelerde olduğu gibi doğrudan doğruya Müslümanları alakadar eden bir konudur. Zaten hadisin devamında da; “…Allah ve Resulünün ahdini (Kitap ve Sünnete bağlılığı) bozarsa…” ibaresi vardır.

Ahid; söz verme, bağlanma, inandığı tasdik ettiği, hayata bakışlarına yön kıldığı, akidesinden kaynaklanan anayasa ve kanunlarına kaynak olarak benimsediği kaideleri yerine getirmedir. Ahid vefa gösterilmesi farz olan bir misak/sözleşmedir. Allah Azze ve Celle Müslümanlar üzerine ahidleştikleri zaman ahidlerine bağlı kalmayı farz, onu bozmayı ve ahdin kendisine verildiği kimseye de ihanet etmeyi onlara haram kıldı. Ayrıca İslam, Allah Azze ve Celle katında hürmetinin büyüklüğüyle birlikte yeminde kefareti kabul etmesine rağmen kefareti ahid'te kabul etmeyerek ahdi korumanın kıymet derecesini açığa çıkarmıştır. Allah'ü Teala şöyle buyurdu:

“Ahde vefa gösteriniz. Zira ahid sorumluluğu gerektirir.” (İsra 34)

Yine Allahu Teala şöyle buyurdu:

“Ahidleştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir.” (Nahil 91)

Abdullah İbn-i Ömer'den Nebi' (s.a.v)in şöyle dediği rivayet edildi:

“Dört şey vardır ki; onlar kimde bulunursa halis münafık olur ve kendisinde onlardan bir haslet bulunan kimse onları terk edinceye kadar nifaktan bir haslet bulunmuş olur: kendisine emanet edildiği zaman ihanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, ahitleştiği zaman sözünde durmaz ve husumetleştiği zaman da yan çizer." (Müttefikun aleyh)

Şüphesiz biz biliyoruz ki; Müslümanlar dünyanın her tarafında bir zillet ve hakirliğe maruz kalmaktadırlar. Fakat her halükarda bu, biz Müslümanlara şer'i hükümden dışarı çıkma ve sadece tepkisel davranışta bulunmakla yetinme bahanesini doğurmaz. Mubahlar kategorisinde de olsa ahdi bozmak ve ihanet sebepleriyle Allah'a isyan etmek ne nusreti gerçekleştirir, ne fayda sağlar ne de hakkı iade eder.

Allah tayyibdir ve ancak temiz olanı kabul eder. Bu bağlamda izzet ve rahmet manalarını akıtan hak risaleti, yüklenen Müslümanlarda aslolan Allah'ü Teala'nın teşri ettiği müstakim/dosdoğru metoda bağlanmak ondan bir nebze olsun sapmamaktır.

Ahde vefada ve misaklara ihtiram göstermede hayatımızda tek örnek Allah'ın Rasul'u (sav) olması gerekir.

Günümüze geldiğimizde; genel itibari ile ümmetin Allah ve Resulüne olan ahdini bozalı nerede ise bir asra yaklaşmıştır. Hayatlarında Kitap ve Sünnetin getirdiği birçok şey artık gözükmüyor. Onun yerine İslam dışı birçok unsurlar girmiştir. Ümmet (içerisinde birçok zorluklarla yaşayanlar istisna) günümüzde verdiği ahdin fevkinde değildir. Zor günlerinde İslam’dan kaynaklanan ahdini hatırlasa da gayri İslami nizamların ağına düşmekten kurtulamamıştır. Hatta ahidleri dahi karıştırmış vaziyettedir. Neyin İslami neyin küfür olduğunu bilmez vaziyettedir. Bu temel sarsılınca Hadisi Şerifin devamında dediği gibi; “…Allah Teala hazretleri o millete, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindekilerin/servetlerin bir kısmını onlar alır.”

Kur’an ve Sünnete olan misak/ahid yerine getirilmeyince kapı aralanmıştır. Küfrün düzenbazlıklarla ümmeti etkisi altına aldığı ahidler İslam ümmetini yerden yere vurmuştur. Ümmetin servetleri düşmanların avuçlarına akmaktadır. İMF yolu ile işgallerle, taşeron şirketler, yerli işbirlikçiler eli ile oluk oluk servet düşmanın eline gitmektedir. Elinde kalanlarda krediler yolu ile yine soyulmaktadır. Amerika, Avrupa ve diğer kâfirler Müslümanların üzerinde oturdukları servetten pay kapabilmek için mücadele ederken ne yazık ki Müslümanlarda futbol maçında taraftar tutar gibi taraf tutarak birilerinin safında yer alıp malının yağmalanmasına yardımcı olmaktadır. Tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar Kitap ve Sünnete olan ahidlerinden bu denli vazgeçmemişlerdi. Bu ne felaket Allah’ım!?

Bu gidişata dur demenin yolu Kitap ve Sünnete olan ahdimizi hatırlamak ve yerine getirmekten geçer. Çünkü ahidler ancak o zaman netleşir, gerçekler ancak o halde ortaya çıkar ve kimin dost kimin düşman olduğu o zaman belli olur.

5- Kitabullahla hükmetmeyi terk:

Kâfirler ve onların yerli işbirlikçisi Mustafa Kemal Allah’ın nizamını 1924’te uygulamadan tamamen kaldırdılar. Yani Hilafet yıkıldıktan sonra İslam beldeleri küfür yönetimlerine teslim edildi. Ümmetin başındaki imamlar (sultanlar, yöneticiler) küfür ahkâmlarını uygulamaya, ümmeti de buna uymaya çağırdılar. Bazı bölgelerde yönetimin baskısı altında bazı şer’i kuralları uygulayacak mahkemelere izin verildi. Verildi diyoruz çünkü bu İslam’dan kaynaklanan bir şekilde değil sultanın/yöneticilerin arzularından kaynaklanan bir uygulama oldu. Onların verdiği izin nispetinde uygulamalar yapılmaktadır. Suudi Arabistan’da hırsızın elinin kesilmesi, Sudan’da zina yapan kadınların taşlanması buna bir örnektir. Yani işlerine gelenleri aldılar gelmeyenleri ise yasakladılar. Bu yönetim açısından böyle olduğu gibi bu yönetimlerin mollaları açısından da aynıdır. Onlarda yöneticilerini takip etmektedir. Hatta onları kızdırmamak için dinin hükümlerine karşı mücadelede ön saflarda yer almaktadırlar. Başörtüsü konusunda açılabileceğine dair fetva verenler, kâfirlerin işgalini yardım istemeye bağlayanlar, faizi helal kabul edenler, asıl demokrasinin İslam’da olduğunu iddia edenler sayılamayacak kadar çoktur. Artık ne yöneticilere nede imamlara güven kalmamıştır. Oysaki bunlar İslam’ın hayatta kalmasını sağlayan temel yapılardandır. Bunlar gidince ne ümmet kendisini düşmanlardan koruyabilir ne de kendi aralarında sükûneti sağlayabilir. Allah’ın nizamından uzaklaşıldığından günümüze değin ne düşmanın baskısından kurtulunabilmiş nede kendi aralarındaki çatışmalar durmuştur. İç isyanlar artmış, kavmiyet çatışmaları her köşeyi sarmış, guruplar arası düşmanlıklar ayyuka çıkmıştır. Size bunlardan bazı örnekler sıralamak istiyoruz:

- 21 yıl süren Sudan iç savaşı nedeniyle, bölgede 350 BİN mülteci bulunuyor. İç savaş, geçen yıl sona ermişti.

- Cezayir'den şiddetli çatışma haberleri geliyor. İç savaşın başlangıcından beri ölenlerin sayısının 50 bin değil 100 bin kişiyi bulduğu tahmin ediliyor.

- Somali'nin başkenti Mogadişu'da militanlarla kabile şefleri ve milisler arasında meydana gelen çatışmalarda en az 60 kişinin öldüğü bildirildi.

- İsmail Han'a bağlı birliklerin de iki şehrin müdafaası için şehrin dışına konuşlandıkları bildirildi. 20 bin kadar Afgan aşiret savaşçısının Herat'a saldırmaya hazır olduğu bildirildi. İsmail Han, aşiret savaşçılarının kente saldırmasının felakete yol açacağını söyledi. İran tarafından desteklenen Hizb-ul Vahdet grubuna bağlı birliklerin de İsmail Han'a destek verdiği açıklandı.

- Gazze Şeridi'nde dün Hamas ve El Fetih'e bağlı güvenlik güçleri arasında çıkan 8 kişinin öldüğü 75'den fazla kişinin yaralandığı olaylar, akşam saatlerinde yeniden alevlendi. Gazze Şeridi'nde bu akşam çıkan olaylarda 1 kişi öldü, 15 kişi yaralandı.

- Irak’ta, başkent Bağdat’ın kuzeyine düşen Balad’da Sünniler ile Şiiler arasındaki şiddet olaylarında ölenlerin sayısının 91’e yükseldiği bildirildi.

- Endonezya 2003 yılının Mayıs ayında Aceh bölgesini işgal etmiş ve o tarihten bu yana 2 bin 200 isyancıyı öldürmüştü. 1976 yılından beri Aceh'in bağımsızlığı için mücadele veren GAM ise Endonezya ordusuna karşı direnişini sürdürüyor.

Evet, listeyi daha da uzattığımızda görülecektir ki; ümmet kendi arasında daha çok çatışma halindedir. Kafirlerle savaşan, onlara karşı direnen çok az bir kesim bulunmaktadır. Maalesef ümmetin büyük bir kesimi bölük-pörçük vaziyette birbirleri ile sürtüşüyor veya çarpışıyor. Bazı bölgelerde kavmiyetçilik öne çıkmış, kimi yerlerde mezhepler kavgası, kimi yerlerde çeşitli isimler altında kümeleşen gurupların çatışmaları ümmeti İslam ümmeti olmaktan katmer katmer uzaklaştırmıştır. Ümmet fikri yok olmuş Müslümanların birbirlerine tahammülleri kalmamıştır. Hadisi şerifin dediği gibi; “…Allah onları kendi aralarında savaştırır.” Çünkü onların arasını Kitabullah’ta var olan hükümler düzenlemiyor. Onların aralarında Kitabullahla hükmedecek sultanlar/imamlar yok, onları Kitabullahla amele davet edecek imamlar yok. Sulta değişmiş, imamlar gayri İslami sultaların etkisinde, onların istediği kadarı ile anlatıyor, onların istediği şekilde dini ve dinin hükümlerini saklamaya veya bozmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki; bir zamanlar Allah’tan korkan imamlar/sultanlar varken bugün ümmeti hiçe sayan idarecilerin elinde. Bir zamanlar Allah korkusu ile yatıp kalkan imamlar varken bugün sulta korkusu ile yatıp kalkan imamlar ümmetin önünde. Ne korkunç durum Allah’ım!..

Evet, sadece bu hadis günümüz vakıasına ne kadar da uygun düşüyor. İslam ümmetinin geçmişinde hadiste geçen unsurları hiçbir zaman bu denli bir arada yaşanmış değildir. Ne zinaya müsaade edilmiş, ne ölçü-tartıda sahtekârlığa yol açılmış, ne zekat vermeyene karşı müsamahakar davranılmış, ne ahidlerin bozulmasına göz yumulmuş, ne de Kitabullah ve Sünnetten kaynaklanmayan küfür hükümleri uygulanmaya konulmuştur.

Ümmet dönem dönem uygulamalarda gevşek davransa da asla küfür düzenlerine geçit vermemiştir. Vermedikleri için asırlarca/14 asır dimdik ayakta kalmasını bilmişlerdir. Hadisi Şerifin bahsettiği duruma yakalanmamak için güçleri yettiğince mücadele etmişler, küfrün her attığı okları paramparça etmesini bilmişlerdir.

Evet, onları dimdik tutan İslam Devleti Hilafetti. Allah ve Resulünden gelenle hükmeden o tayip sistem bugünse yok. Onun yokluğu dünyanın her yanında hissedilir oldu. O olmadığı için bu haldeyiz, o olmadığı için dünya bu halde. Hilafetin varlığı ne kadar önemli. Onu ortadan kaldıran ve bugünün pisliklerine geçiş yapan ortamı hazırlayanlar kahrolsun, Allah’ın laneti üzerlerine yağsın.

Evet, öncekilerin kaçtıkları zillet maalesef bizleri yakalamıştır. Bu zillete yakalanmamak için ölenler İslam ümmeti idi. Yani bizlerin ataları. Pislikler içerisinde yaşayansa maalesef günümüz Müslümanları.

Evet, bu ortam bizlerin/İslam ümmetinin ortamı olamaz, bu pislikler içerisinde tayip/temiz olan duramaz. Kendilerini temize çıkaracak ortamı hazırlamak için hayatlarını ortaya koymaktan kaçınamaz. Allah temiz ortam ister, temiz ortamsa temiz, ihlaslı mümin ister:

“… ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır…” (Nur 30)

“… sizi temiz besinlerle rızıklandıran Allah'tır…” (Mü’min 64)

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” (Nur 26)

"…Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın…” (Mü’mınun 51)

“… Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (Hac 26)

“… işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar…” (Araf 157)

Evet, Allah her şeyde temizi isterken Allah’a iman ettiğini söyleyen bir Müslüman nasıl olur da necisler/pislikler içerisinde yaşamayı kabul edebilir, pislikler içerisinde ömrünü tamamlamayı kendisine layık görebilir? Allah ve Resulünün razı olmadığı bu ortamdan kurtulmak için hala neyi bekliyoruz?

Ey İslam ümmeti!

Uyanın, uyanın ve artık bu pisliklerden kurtulun!



“De ki: Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu tuhafına gitse (yahut hoşuna gitse) de (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah'tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide 100)

anonim: