Aşk...

Değerli, gerçek, ciddi, ciddiye alınması gereken bir duyguydu aşk. Soylu bir duyguydu. İnsanın gerek kişilik olarak incelmesi, gerek Rabbini her işine vekîl tutmayı öğrenmesi için âşık olmasının lüzumuna da inanır olmuştum; ama ortalıkta görünen ‘aşk’ muhabbetleri bana benim anladığım aşktan söz etmiyordu. Ayağı yerden, duygusu gerçeklikten kesik bir melâl hali, bir sevda, bir hülya; hayır, aşk bu olamazdı. Aşk, önce ayağı yerden kesilmek, sonra da dümdüz yere çakılmak sûretinde yaşanması mukadder bir duygu olamazdı. Bir sevmede, bir bakmada, bir öpmede insanı batıran bir kör nokta olmamalıydı o.

Düşünceyle duygunun ayrıştığı bir çağda yaşıyordum oysa. Aşka böylesi bir yaklaşım, olabildiğine kuru, ruhsuz ve duygusuz geliyordu kimilerine. ‘Aşk uzmanları’ vardı ortalıkta; üç-beş süslü söz, beş-on uçuk benzetmeyle aşkı tarif edip geçiveriyorlardı. Onların dillerinden dökülenlere bakılırsa, sizinkine ‘aşk’ denmesi asla mümkün değildi. Ama, varsın öyle desinler, yaşadığınızı siz biliyordunuz. Yaşadıklarınızın ışığında, aşkın ayağı yerden kesilmek, gerçeklikle bağını koparıp bir noktaya odaklanmak anlamına gelmediğini biliyordunuz.

Bu çağda, akılla kalb bölünmüş, doğru-güzel-iyi parçalanmış, doğru bilime, güzel sanata, iyi ahlâka verilmiş haldeydi. Bir şeyin doğruysa güzel ve iyi, iyiyse güzel ve doğru, güzelse doğru ve iyi olduğu gibi bir açıklamaya kulaklar kapalıydı artık. Bu parçalanmanın eşliğinde, ruhunu yitiriyor, bütünlüğünü kaybediyordu herşey. Ki, bu çağ, ruhun da inkâr edildiği bir çağ değil miydi zaten? Şefkat gibi, aşk gibi duyguları insan beynindeki kimyasal faaliyetlerle izaha yeltenenler, neyin nesiydi?

Böylesi bir çağda, Eliot gibi bir cesur yürek, hikmetin yerini bilginin, bilginin yerini malumatın, malumatın yerini ise verinin aldığı bir alçalıştan dert yanıyordu bir şiirinde. Herhangi bir gün herhangi bir kanalda ‘haberler’i izlediğinde, insan bu düşüşü, bu alçalışı görebiliyordu rahatlıkla. Kur’ân-ı Hakîm Nebe sûresinde bize ‘o büyük haber’den söz ederken, keza Hz.Peygamber Aleyhissalatu Vesselam'ın sözleri hadis literatüründe ‘haber’ kelimesiyle de ifade edilirken, bugün haber diye önümüze sunulanlar en iyi ihtimalle malumat, ama ondan da ziyade bir dedikodudan ibaret değil miydi?

Böylesi bir zeminde, inkâr edilen ruh’la birlikte, ruh güzelliğinin, iç güzelliğinin, derunî güzelliğin ifadesi olan ‘hüsn’ün unutulup güzelliğin ‘cemal’le sınırlı kalması kazara değildi. Hüsün unutulunca, cemal de, hüsünden bağımsız olarak anlaşılacaktı elbet. Nitekim, gazetelerde, TV kanallarında ‘güzel’ deyince, iffetsiz ve ismetsiz olmanın ötesinde, kırk türlü psikolojik rahatsızlığı rahatlıkla sergileyen insanların kastediliyor olması, bir tesadüf değildi.

Hüsnün unutulduğu bir zeminde ise, Şeyh Galib’in o müthiş Hüsn ü Aşk’ı ile belgelediği üzere gerçekte hüsne karşı duyulan aşk adlı o güzelim duygu, yalnızca dışa dönük bir biçimde anlaşılır olacaktı. Daha da vahimi, bu dışa dönüklüğün, gün gün yalnızca bedenlere, daha sonra da yalnızca bedenin bazı kısımlarına mahsus hale gelişiydi. İçinde karşısındaki insanı kendine esir etme, süründürme, çılgınlar gibi peşinde koşturma arzusu taşıyan bir insan, yüzü veya teni ne kadar güzel olursa olsun, ‘güzel insan’ olabilir mi; orası sorulmaz olmuştu artık. Yüzü güzelse, boyu posu yerindeyse, teni alımlıysa, ‘güzellik’ için bunlar yetip de artıyordu bile. Sonuçta, aşk ölüyor, ama insanlar içlerinde uyanan bir bedenî arzuyu, bir şehveti ‘aşk’ sanmaya başlıyordu. Böyle olmasa, birilerinin gömlek değiştirir gibi ‘sevgili’ değiştirmeleri ve buna rağmen ‘aşk’tan söz edebilmeleri mümkün olur muydu?

Oysa, aşk’a dair, yaşanmış ve yaşanası o kadar güzel hatırası vardı ki insanoğlunun. Meselâ, çağları aşıp gelen Leyla ile Mecnun öyküsü, aşk adlı duygunun kalitesini ve asaletini belgeleyen bir mühür gibiydi. Leyla’dan geçip Mevla’yı bulan Mecnun, aşk-ı mecazî’den aşk-ı hakikî’ye geçişin timsali iken, aşk-ı mecazî’ye de razı olduğumuz günler görmüştük. Bir Cyrano de Bergerac da, bir David Copperfield’de ‘aşk-ı hakikî’ teması, Mevlâ’yı bulma düşüncesi yoktu meselâ. Ama onlarda dahi, aşkın asaleti ve kalitesi vardı. Sevdiğine olan sevgisinden dolayı kendinden feragat edişin örnekleriydi bunlar. Ama, haydi bırakalım dünün İslâm klasiklerini, dünün Batı klasiklerine yer etmiş bu aşk tasvirine karşılık, şimdilerde “aşk eşittir ilk fırsatta cinsellik” anlamına gelen romanlar, filmler kaplamıştı ortalığı... Öyle ki, içlerinde, ‘aldatma’yı normal, evliliği ve sadakati ise ‘anormal’ ilan edebilenler vardı. Feragatin semtlerine asla uğramadığı, kendi benliklerine en ufak bir toz konmasına tahammül etmekten aciz, kendilerine toz konduğunu hissettiği anda avazı çıktığı kadar ortalığı velveleye vererek çekip giden insanlar, herkesin gözünün içine baka baka, ‘âşık olmak’tan söz ediyor ve sözümona habire ‘âşık oluyor’lardı. Bu sözün ne anlamda kullanıldığına birazcık dikkat ettiğinde, gerçek mânâda aşkın ölümüne pekâlâ hükmedebilirdi insan. “Filana âşığım” sözü, şimdilerde, “Filanın bedenine karşı şehvet duyuyorum” demeye geliyordu yalnızca.

Sözün kısası, elbette herkesin dünyasında değilse de, giderek daha fazla insanın dünyasında aşkın öldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Gitgide daha fazla sayıda insan, kendini âşık hissetmekle aşkı, sevdayla aşkı, arzu duymakla aşkı, şehvetle aşkı karıştırıyor. Karşıdakini bir ‘insan’ olmaktan ziyade, bir beden, hatta elde edilecek bir ‘av’ olarak gören insanlar zuhur ediyor böylece. Böylesi bir duygulanım ise, en başta, aşkı öldürüyor.

Çünkü aşk, bir bedenin bir diğer bedene duyduğu ilgi değildir. İki insanın, Allah’ın kalblerine koyduğu bir sevgiyle insan olarak birbirlerini sevmesidir. İnsanı insan yapan ise, bedeni değil, ruhu, aklı ve kalbidir.
Bir başkasına duyulan bedenî bir ilgi, insanı insan yapmaz; zira, böylesi bir ilgi, tek başına, ‘hayvanî bir ilgi’den ibarettir ve akıl ve kalbe değil, bedenî arzu ve hevese baktığı için zamanla dağılıp gitmektedir. Bir ‘kullan-at’ ikliminde sözümona ‘aşk’ yaşayan insanların zaman içinde birbirlerine olan ilgilerinin dağılması, araya aldatmacaların girmesi, bu ‘aldatma’lara göz yummaya mecbur kalınması, elbette tesadüf değildir.

Oysa aşk, iki insanın beraberliğidir; dolayısıyla, öncelikle iki kalbin, iki aklın, iki ruhun beraberliği... Bu bakımdan, bedene endeksli bir aşk tarifi, gerçekte aşka yapılan en büyük kötülük hükmündedir, zira aşkı öldürmektedir.

Metin Karabaşoğlu

Aşk... yorumları

  • Image Description
    fe eyne tezhebun
    24.06.2008

    Bu bir gelenekti gelinlik kız kulağını kapıya dayar dinlerdi,genc kız kalbini kadere dayar beklerdi.

    kapının pervazına dokununca sivrilimiş bir kıymık elini hafifce çizdi.

    bir kaç kan damlası birikti,kanadı ama akmadı.küçük bir ah dedi ve sonra yuttu bu ah ı .

    içeride bir dünya kurulduğunu biliyordu ama bu dünya kalbinin enkazı üstüne kuruluyorsa ?

    gittikçe sıkıntı bastı.holde dolanıyordu. bir an ayakkabılara ilişti gözü.çatlamış betonun üzerine çıkarılmış bir birinden bağımsız ama birbirinin tamamlayıcısı bir çift ayakkabı. kadın ve kocası gibi "dedi içinden.biri nereye giderse ötekide oraya gider.kah biri öndedir ,kah diğeri.biri eskiyince diğeride eskir ama nedense hep biri diğerinden önce delinirarkadan vuranıda coktur,öne destek olanıda..."ayakkabı işte"dedi düzeltirken.


    gelen gencin ayakkabısıydı bunlar,biraz eskiceydi.demekki giyecek dah iyi bir ayakkabısı yoktu.bunlara ihanet etmediğine ve hemen değiştirp atmadığına göre kanaatkar birisidir diye düşündü.demekki bir ucu HZ.İsa(a.s) dandı.
    ayakkabı bağlarına takılmış ot tohumlarına takıldı gözü birden.içinden "öndeki yoldan değil arkadaki patikadan gelmiş"dedi.evin önü asfalttı herkes bu yolu kullanırdı.kimse kestirme olan arazi yolunu sevmezdi.sanki toprak ve çamur kendileine cok uzakmış gibi kaçarlardı bu patikadan.oysa o cok severdi bu yolu,yalnızlığını yolun iki tarafına saça saça yürürdü."o yolu kullanmış "dedi.bu tohumlar benimde her seferinde eteğime yapışırdı.toprağı seviyor dedi minik bir gülümseme ekledi düşüncelerine.demekki bir ucu HZ ADEM(a.s) dendi

    bir ara kapı aralandı ellerini gördü.iri ve damar damardı elleri.okumuş diyorlar ama elleri neden yıpranmıştı..çalışan o eller sıva karmış malta tutmuş gibiydi.demekki bir ucu HZ. İBRAHİM(a.s) dandı

    şimdi sesini duyuyordu gencin ağır ağır konuşuyordu.sesi ahenkliydi."kaba söz,kaba bir bedenden çığ gibi düşer,düştüğü yeri hayattan koparır.sertçe söylenmiş her harf diğer harflerden zifte batırılarak ayrılmıştır kenara şerkeş bir dile değdiğinde pişman olup ortasından kırılır nazlı elifler.."sesi kuş diline çarpıp dönüyor gibiydi demekki bir ucu HZ.SÜLEYMAN (a.s) dandı

    efendimizden bahsediyordu.kendisiyle birlikte efendimizin aşkınıda getirmişti.efendimiz diline değmişti ya sanki tüm oda aydınlanmıştı.demekki bir ucu HZ.MUHAMMED MUSTAFA (s.a.v) dandı

    methini cok duymuştu gencin ama kendisini hiç görmemişti.boyu posu,kaşı gözü bir tavada eritmeli takva ölçeğine dökmeli dedi sessizce.

    kasları yavaş yavaş gevşiyordu nedense ."cok komik dedi şimdi biz evlenince bir çift ayakkabı mı olcağız?"gülümsedi.

    sonra bir an acıldı kapı.bir an ruhunda yağmurlar başladı.dizleri sağa sola kaydı ayaklarına hükmedemez oldu.kafasını,boynunu ,ağzını burnunu cevirdi gence doğru ama gözlerini bir türlü çeviremedi.kapıyı açan kimdi bilmiyordu.sonra kapı tekrar kapandı.dakikalrdır dolanıp duran ayakları o an sabit kaldı.bir korku vardı içinde ...kardelenler kokar mıydı?

    güzellik hafif esen rüzgar gibi ferahlatıcı

    pürüzsüz bir denizde yaşayan ışık gibi sakin.

    ay gibi haledendi.

    ve güzelliği cocukların ellerine bölüştürülen ekmek gibi sıcaktı.işte o an anladı bu hali de HZ. YUSUF(a.s) tandı
    ve yine anladıki o kıymık elini neden peşinen kanatmıştı

  • Image Description
    fe eyne tezhebun
    24.06.2008

    çok doğru. biz sadece sevdiğinin gözünü görüp ona gazeller yazan fuzulinin torunarınıyız...
    her konuda olduğu gibi aşktada yüce rabbiminiz rasulunu örnek almalıyız. aşk günümüzde meşk olarak algılansada ben onun ne kadar kutsal bir amaca hizmet ettiğini unutmayan insanların varlığından şüphe duymuyorum. bakın RABBİMİZ, Kur’ân’da eşleri birbirlerinin elbisesi olarak tarif ediyor. Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri elbiseler diye tarif etmesi, hiç şüphesiz, sonsuz manalar içeriyor .
    Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği, sağlamlığı, rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır. Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz. Kirli, dağınık, sökük, yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir.
    Şu halde, “Elbisemden bana ne?” deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur, kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur, size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir.

    Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız, bakımını ihmal ederseniz, perişan hâle getirirseniz, önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden, özgüvenini yitiren, değer verilmeyen bir eş, sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkûm ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil, kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir.
    Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde… Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir, hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler, sizi mahcup eder.

    Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır. Eşlerin kusur ve ayıpları, hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz, sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir, sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette, bir “elbise” yahut “örtü” olarak, bu ayıpları ayıplamak için değil, örtmek, saklamak, ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine, daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız, siz “elbise” değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz.
    Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan, bir insan bedenine uygun olması, bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle, insan elbiseyi giyindiğinde, elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur, işitir, görür, düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar, her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.
    Çoğunlukla “iyi” ve “ideal” bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu “iyi” ya da “ideal” eşe, “iyi” ya da “ideal” bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince, adam olunmayacağı gibi, iyi bir eş bulununca da, iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu “iyi” eşe, “iyi” eş olmanız gerekir. Sonra da iki “iyi” eş olarak “iyi” bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir. Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre, sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini, ona göre durmasını, ona göre davranmasını bilmeniz gerekir.
    Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan, aşırı sıcaktan, kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında, elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.

  • Image Description
    Ziyaretci
    22.06.2007

    ya ben ne durumdayım

    3 senedir çektiğim sıkıntı

    ben seviyormuyum yoksa cinsel olrak ilgi duyuyorum anlamadım

    ama her şeyim ters düz oldu

    evlenmek için önüme biride çıkmıyor
    maddi olarakta durumum o kadar iyi değil

    cinsel ihtiyacımı inancım gereği zina olarakta karşılayamıyorum....
    zamanım akıp gidiyor ...hemde çok hızlı
    nedir çözüm nedir çözümsüzlük
    varsa konuşabileceğim metin bey veya başka biri

    msn adresini bıraksın
    tabi bu konularda gerçekten tecrübe sahibi olması

    ve beni bu yoldan kurtarıcı çözüm üretmesi
    tek dileğim....