TEVAZUDA ÖLÇÜ

Alçak gönlülülük mânâsında kullanılan "Tevazu", İslâmî tabirleri ve tarifleri dile getiren eserlerde "Din ve örf yolu ile lâyık olduğu bir mertebenin birazcık aşağısında görünmek" diye izah edilmektedir. Bu ölçüyü koruyamayıp aşırı derecede alçalmaya "Temelluk" adı verilmektedir.

Tevazu, gönül alçalması; temelluk ise huy alçaklığı, menfaat veya mevki elde etmek için zillete düşmektir. Tevazu, sahibinin kadrini yüceltir; temelluk, failini seviyesizliğe düşürür. Bu sebeple, mekârimi ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Peygamberimiz "Temelluk, mü'minin ahlâkından değildir"(1) buyurmaktadır. Vakarlı olmak nasıl kibir değilse, ölçülü tevazu da temelluk ve tezellül sayılamaz.

Güneş, ziyasını ayaklar altına serdiği için başlar üzerinde mekân tutmuştur. Güler yüz ve güzel huy ile herkese yaklaşan tevazu sahibi de Hakk'ın katında makbul, halkın yanında mahbup olur. Bu terakkiyi tescil eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Bir kimse, Allah için tevazu etmeye görsün Allah teâlâ onu ille yüceltir" (2).

Allah dostlarından Fudayl; "Tevazu, Allah'a karşı alçak gönüllü olman, ona itaat etmen ve hakikati söyleyen kimsenin sözünü kabul etmendir" demiştir (3).
Evliya kervanının başta gelenlerinden Ebû Yezid Bistamî'ye, "Kişi ne zaman tevazu sahibi olabilir?" diye sorulmuş. O büyük zât: "Kendinde bir makam ve hâl; halk içinde kendisinden daha şerli bir kimse göremediği vakit" cevabını vermiştir.

Gönlünü dünyaya, mal ve mevkiye kiralayanlar; şerefi mevkide, izzeti servette, rahatı konforda aramışlardır. Halbuki şeref tevazuda, ululuk takvada ve hürriyet kanaatte gizlenmiş bulunmaktadır. Bu hakikate ışık tutan bir hadisi şerifte "Kim Allah için alçak gönüllü davranırsa Allah da onu yüceltir" (4) buyurmaktadır.

Süfyan Sevrî, mücevheratı çakıl taşlarının arasından ayırt ederce-sine bir hassasiyetle, en mümtaz şahsiyetleri şu ifade ile tescil etmek-tedir: "Halkın en azizi beş kimsedir: Zâhid olan âlim, sûfî olan fakih, mütevazi olan zengin, haline şükreden fakir ve sünnî olan şerif" (5).

Tevazuyu etraflıca anlayabilmemiz için, yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in tevazusundan örnekler sunmak isteriz: Kâinatın efendisi; zengin ve fakir ayırt etmeden hasta ziyaretine gider, cenaze merasimlerine katılır, merkebe bindiği olur ve kölelerin davetine bile katılırdı.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.); bineğinin yemini verir, evin içini süpürür, ayakkabısını tamir eder, elbisesini yamar, koyun sağar, hizmetçisi ile aynı sofraya oturup karnını doyururdu. Hizmetçi yorulduğu zaman, buğday öğütmede ona yardım eder, hane halkının ihtiyaçlarını temin edip eve getirmekten sıkılmazdı. Zengin ve fakir herkesle musafaha yapar, tadı az ve değeri düşük bir hurmayı yemek için davet olunsa ik-ram edileni küçük görmezdi,Tevâzû'un zirvesine taht kuran Allah Resûlü, hiçbir yemeğe kusur bulmazdı, İsteği varsa yer, iştihası yoksa terk ederdi. Keçe üzerinde oturur, hasır üzerinde uyuduğu olurdu. Sade giyinir ve "Bana vahiy olunmayan hususlarda sizden biri gibiyim" (6) buyururdu.

Güneşten nûr iktibas eden yıldızlar mesabesindeki ashap da çok mütevazi bir hayat sürmekteydiler. Onlardan birkaç örnekle mevzûumuzu renklendirmek ve zenginleştirmek isteriz. Urve bin Zübeyr naklediyor: Ömer bin el-Hattap (r.a.)'i omuzunda bir su kırbası ile yürürken gördüm ve:
- "Ey müminlerin emiri, bunu taşımak size yaraşmaz" dedim. O:
- "Sözümü dinleyen, (emrime) itaat eden bir topluluk bana gelmişti. Bu durum karşısında içime büyüklenme hissi girdi. Onu kırmayı arzu ettim" cevabını verdi (7).

Ashâbın âlimlerinden bulunan Zeyd bin Sâbit, bir cenazenin namazını kıdırmıştı, daha sonra kendisinin katırı getirildi. Abdullah bin Abbas, onun binmesine yardımcı olmak için özengisine yapıştı. Zeyd (r.a.):
-"Ey Resûlüllâh'ın amcasının oğlu özengiyi bırak" dedi. İbni Abbâs:
- Âlimlerimize böyle davranmakla emrolunduk" dedi. O, İbni Abbâsın elini tutup öptü ve:
- "Biz de ehl-i beyte böyle (hürmet) etmekle emrolunduk" dedi (8).
Ashabtan Ebû Hüreyre (r.a.), Medine valisi bulunduğu sırada, sırtı-na bir kucak odun yüklenmiş bir halde çarşı içinde görüldü. Hem yürü-yor, hem de "Valiye yol verin, valiye yol açın" diyordu. Onlar, kibri semtlerine yaklaştırmaz ve böyle bir hissin içlerinde yeşerdiğini anladıklarında onu kökleyip atmak için akla kolay ve nefse zor gelen bu gibi teşebbüsleri tatbike koyulurlardı.
İslâm tarihine "İkinci Ömer" diye geçen Ömer bin Abdülaziz, dev-let işlerinin yazıları ile meşgul bulunuyordu. Bu sırada yanına bir misafir geldi. O işini tamamlamak ondan sonra sohbette bulunmak arzusu ile çalışırken, kandil sönme işareti vermeye başladı. Huzurundaki müsafir:
- "Kandili düzeltip yanması için yağ getireyim" dedi. Ömer bin Abdül-aziz:
- "Müsafire iş gördürmek mürüvvete uymaz" dedi. Müsafir:
- "O halde hizmetçiyi uyandırayım" diye konuştu. Halife:
- "Hizmetçi yeni uyumuştur. Uyandırmayalım" dedi. Müsafir ne yapmak gerektiğini düşünürken o, yağ bardağını getirdi ve kandile yağ döktü. Huzurundaki konuk:
- "Ey müminlerin emiri, kendiniz neden kalktınız?" demiş Mü'minlerin emiri:
- "Ömer olarak gittim, Ömer olarak döndüm ( bende bir eksilme olmadı)" deyip tevazûun yüce bir örneğini isminin yanma nakşetmiştir.
Sözlerimi Allah Resûlü'nün bir hadis-i şerifi ile noktalamak isterim: "Allah, sizin tevâzû göstermenizi, hatta hiçbir ferdin diğerine karşı böbürlenmemesini, hiçbir kimsenin diğerine haksızlık etmemesini (bildirmeyi) bana vahyetti"' (9).

(1) Feyzü'l-Kadir, c. 5, sh. 382.
(2) Tarikat-i Muhammediye şerhi Berika, c. 2, sh. 232.
(3) Risale-i Kuşeyriye, sh. 82.
(4) Feyzü'l-Kadir, c. 6, sh. 108.
(5) Risale-i Kuşeyriye, sh. 82.
(6} Feyzü'l-Kadir, c, 3, sh. 12.
(7) Risale-i Kuşeyriye, sh. 82.
(8) Tarikat-i Muhammediye şerhi, Berika, c. 2, sh. 235.
(9) Müslim, c. 8, sh. 160.