CEMAATLER ARASI İTTİFAKTA ÖLÇÜ

Aynı ulvî gayenin tahakkuku için faaliyet gösteren cemaatlerden bir kısmı, kendi hizmetlerinin faydalı semeresini görünce, ulaştığı başarıdan memnun kalıp daha değişik usullerle aynı gayenin hâsıl olması için çalışanları, kendisi ile birlikte faaliyet göstermeye davet eder. Onları kendi yanında ve yakınında göremeyince, yolunu beğenmediklerine hükmeder ve kendisi ile birlikte hareket etmeyen şahısları birliği bozmakla itham edip, birlik ve beraberliğin faydalarını ve tefrikanın zrarlarını dile getiren konuşmalar yapmaya başlar. Özlediği ve gözlediği neticenin hemen hâsıl olmadığını görünce öfkelenir ve kendi hizmet çizgisi üzerine çekemediği kimseleri "bölücülük" yapmakla suçlar.

Önce birkaç hususu açıklamakta fayda görüyoruz: Bir insanın ken-di hizmet yolunu beğenmesi tabiî bir haktır. Aklî delillere dayanarak "Benim yolum ve çalışma metodlarım güzeldir" de diyebilir. Başka hizmet gruplarının kendi çalışmaları hakkında "Benim usûlüm ve çalışma-arım güzeldir" demesini de anlayışla karşılayabilmedir. Bu müsamaha, güzel bir anlaşmanın zeminini oluşturur, ölçünün dozunu kaçırıp "Ancak benim usûlüm ve hizmet yolum güzeldir"şeklinde bir kanaat izhar etmeye kalkışırsa, diğer yollarla hizmet edenlerin alınmasına ve gücenmesine sebep olur. Parçalanan bir porselen, yapıştırmak müm-kün olsa bile, zarafetinden ve değerinden çok şey kaybeder.

Yanında göremediği kimseleri karşısında imiş gibi telakki etmek, mevhûm husumetleri türetir. Suyun kar ve buz haline dönüşmesi, mahiyetinin değişmesi şeklinde kabul edilemez. Karın ve buzun aslî mahiyeti su ile aynıdır. Müşterek olan bir gayeye ulaşmak üzere, farklı vasıtalarla yola çıkan kimseler, ihtilaf içinde olsalar bile, hilafa düşmüş olarak kabul edilmemelidir. Yolların ve vasıtaların aynı olmayışı sebebiyle kimseyi "ayırıcılık" yapmakla suçlamamalıdır. Zira farklı yol takip et-mek, aksi bir fikre hizmet etmek değil, değişik bir usulle aynı neticeye ulaşma gayretidir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, eşsiz ve engin müsâmahası ile, ümmetlerinin ihtilafını "rahmet" olarak tavsif etmiş bulunmaktadır.

Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin inanç, amel ve ahlâk anlayışında, karşı bir fikre sahip bulunmayan mü'minler arasında birlik ve beraberliği temin etmek isteyen bazı kimseler, tefrikanın zararlarını ve ittihadın faydalarını açıklayan âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri veciz bir ifade ve samimiyetle dile getirmektedirler. Bunlara karşı en küçük bir itiraz, insaf ehlinin aklının köşesinden bile geçmez. Ancak dikkatten kaçan çok mühim bir husus olmaktadır: Birleşmenin reçetesi! Bunu ortaya koymadan ve sun'î bir heyecanla birlik ve beraberliğin fayda ve zaruretlerinden bahsetmek, usul hatasına düşmek olur. Hangi şeyleri ne miktar bir ölçüde karıştıracak olursak kimyevî yoldan şeker elde edileceğini açıklamadan, sadece şekerin lezzetinden ve onunla imâl edilen tatlılardan söz açmak, fikirleri değil, midelerin iştihasını uyandırır.

Birlik ve beraberliğin faydalarına inanıyor ve itirazsız kabul ediyo-ruz. "Nerede?" diye sormak da hakkımızdır. Şayet "Benim fikirlerimde" veya "Benim mensubu bulunduğum siyasî görüşte" şeklinde cevap ve-rilecek olursa, teklifi getiren şahıs, sizi inkâr ediyor veya kendi potasın-da eritmek istiyor demektir. Bir an için, onun böyle bir fikir sahibi olma-dığını kabul edip, hüsnü zannımızı zorlasak bile netice buraya varıp dayanacaktır. Eğer "asgarî müşterekte birlik" fikrine taraftar ise meselenin çözümü kolaylaşmış olur.

Hiçbir dine hayat hakkı tanımayan ve insanı "tüketici bir hayvan" olarak kabul eden komünizme karşı -gerekirse- Hıristiyan veya Yahudilerle asgarî müşterekte fikir ve mücadele birliği anlaşması yapılabilir. Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin taraftarları için "Âzamî müşterekte" bile anlaşmanın imkân ve cevâzına inanıyoruz. Mutlaka benim düşüncem etrafında birlik olacak, diye diretecek olursa, bu yersiz ısrar, işi çıkmaza sokar.

Nurlu ufuklara parlak nutuklarla ulaşmak mümkün değildir. Ferâgat, hoşgörü ve muhatabın fikirlerine saygı göstermek suretiyle fertleri aynı gaye etrafında toplamak gerekmektedir. Vahdet ve tesânüt fikrini telkin edeceğimiz kimse, mecbur olduğu için değil, doğruluğuna ve hayırlı netice vereceğine inandığı için teklifinizi kabul eder. Öfkeyi tahrik eden sözler ile, "şucu, bucu" diye şahsiyata kaçan ithamlarla ha-yırlı bir sonuca varılamadığı, çok acı ve açık müşahedelerle sabit ol-muş bulunmaktadır. Hatanın tekrarlanmaması, akl-i selim sahiplerine yaraşan bir davranıştır.

"Asgari müşterekte birlik" fikrine taraftar olanlar, şayet bu tekliflerinde samimi iseler, herkesten önce kendileri benimsemek zorundadırlar. Arzulanan birliğin umûmî mânâda hasıl olmasının şartı ise, vahdet fikrine taraftar olan fertlerin birbiri aleyhinde söz sarf etmemelerini gerektirir. Daha sonra dostluk masasına oturup arzulanan mesut neticenin istihsali için lazım olan hususların ilmî yönleri ile meşgul olmak ge-rekir. Harp halinde bulunan iki ordunun, sulh masasına oturmasından önce, "ateşkes" teklifine kesinlikle uyması lâzımdır. Huzur bozucu münferit silah sesleri bile sulh müzakerelerini geciktirir ve menfi yönde etkiler.

Önde gelen bu şartlara ilaveten ileri sürülen fikirlerin her iki taraf için tatbik kabiliyeti olmasına dikkat göstermelidir. Kuyumculuk yapan kimse, bir dostuna hitaben, "Neden böyle ayrılık yapıyorsun? Sen de gel benim dükkânda demircilik yap" dese, samimiyet derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, bu teklifin tatbik kabiliyeti yoktur. Mücerret olarak bir "vahdet" fikrini ortaya atıp bu gibi şartları dikkate almamak, işin akametle sonuçlanmasına sebep olur.

Atılan tohumların yeşerip kökleşmesi, nasıl yerin işlenip ekime elverişli hale getirilmesine, mevsim ve iklim şartlarının dikkate alınmasına bağlı ise, birlik fikrinin tahakkuk safhasına çıkabilmesi de ihmal edilmemesi lâzım gelen şartların peşinen bilinmesine ve riayet edilmesine dayanmaktadır. Bu gibi realiteleri dikkate almadan toplantı salonlarında yapılan parlak konuşmalar, sadece edebî bir tablo meydana getirir ve dinlenilmiş olur. Teşhis edilip de reçetesi verilmeyen hastanın ızdırabı, edebî konferanslarla asla dindirilemez.

Şüheda kanı ile kazanılmış mukaddes vatanımızın bu gün içinde bulunduğu şartlar, memleketimizin coğrâfî konumu ve yurdumuzu çevreliyen komşularımızın samimiyetle telifi kâbîl olmayan dostluk anlayışları, birlik ve beraberlik fikrini zaruret seviyesine çıkarmaktadır. Bil-hassa içimizdeki İslâm düşmanları, milletimiz ve memleketimiz için hayırlı bir nefes olsun solumayan hıyanet odakları ve cinayet ocakları, vahdet fikrini kuvvetlendirmeyi kaçınılmaz hale getirmiş bulunmaktadır.

İmam Şâfiî Hazretleri, mezhebimizin İmam-ı Ebû Hanife'nin türbesinin müsait bir yerinde sabah namazı kılmış. İmam-ı Âzam efendimizin ictihadında esas aldığı metodlar ile verdiği hükümlere duyduğu saygı sebebiyle, farzın ikinci rek'atinde kendi ictihadı olan kunut tekbir ve duasını terk etmiştir Nikah düşen bir kadının tenine elimizin değmiş olması, bir yaşlık gelmemesi halinde, hanefi mezhebine göre abdesti bozmaz. Hal böyle iken Ebû Hanife Hazretlerinin, İmam-ı Şâfiînin ictihadına duyduğu saygı sebebiyle, abdesti yenilemenin müstehap oldu-ğu, fıkıh kitaplarımızda tasrih olunmaktadır. İşte bu engin saygı, vah-det fikrini kuvvetlendirmiş bulunmaktadır.

Cenâb-ı Hakk'ın vücudumuza bahşettiği göz ve kulak gibi uzuvlar, birden fazla ise de, çatal görme ve bir kelimeyi iki ayrı konuşma şeklinde işitme olmamaktadır. Bünyedeki her bir uzuv, diğerine destek olmakta ve hizmette birliğin insan fıtratı ile alâkalı bulunduğunu, sesizce ve fakat açıkca, müşahede sahasına çıkarmaktadır. Kâinatın diğer yönlerinde de bu ortak faaliyetin izlerini görmek kabildir. Mesela ağacın kökleri, yerin derinliklerinden çektiği suyu, gövdeye ve en ince dala kadar sevk etmekte; ağacın yaprakları da havadaki iki oksitli karbonu bünyesine alıp, klorofil ile karıştırarak şeker özümlemesi yapmaktadır. Böylece ağacın muhtaç bulunduğu tabiî ısıyı temin için uğraşmakta ve çalışmada vahdetin en ince örneğini gözlerimizin önüne sermektedir.

Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinin müntesipleri bulunan müslümanlar, İslâma ve insanlara yapacakları hizmetin ağırlığını, beraberce omuzlayarak, azaltmak zorundadırlar. Bu fedakârlık, ve tesanüt, tıpkı bir kubbeyi yüklenen sütunları andırmaktadır. Direkler aynı boyda ise ve aralarındaki mesafe birbirine eşit bulunuyorsa, bir gün usta bir mimar çıkar da dirayet ve maharetle kemer çevirerek bu sütunları birbirine bağlar ve üzerine kubbe örmeyi başarır. Bu kubbe altında diz dize, biz bize birleşen ehli tevhit, işte o zaman, farklı kelimelerle aynı şeyi talep etmekte olduklarını -geç de olsa- anlamış olurlar.

Celâlüddin-i Rûmî Hazretlerinin mesnevisinden bir hikaye ile mev-zuumuzu renklendirmek istiyoruz. Biri Türk, diğer üçü Arap, acem ve Rum olmak üzere yolda giden dört kişi bir para bulmuşlar. Taksimi kabil olmayan bu para ile her biri satın almayı arzu ettiği şeyi dile getirerek karşısındakilere meramını anlatmaya çalışıyormuş. Türk, "Üzüm isterim"diyor, onun meramını anlamayan Acem, "Hâhem engûr" (1) diyormuş. Onun diline vâkıf olmayan Arap "Atlubu'l-ineb" (2) diyerek isteğini dile getiriyormuş. Bu dillerin tamamen yabancısı bulunan Rum, "istafil, ıstafil" (3) diye bağırıyormuş.

Aralarındaki münakaşanın kavgaya dönüşmesine ramak kaldığı bir sırada, oradan geçmekte bulunan bir yolcu, onlara hakemlik yapmış ve kendilerini sabırla dinlemiş. Mesele tavazzuh edince, parayı alıp karşısındaki manava gitmiş ve satın aldığı üzümleri getirip hepsinin arzu ettiği şeyin aynı olduğunu ispat ve aralarını ıslah etmiş. Dört adamın kelâmı ayrı ise de meramı aynıdır.
Dört mezhebin müntesipleri ile tasavvuf yolunun sâlikleri için de durum aynıdır. Hepsi de Hak rızasının talibi ve İslâm dininin hâdimi bulunmaktadır. Bir şairin buna işaret taşıyan şu beyti ne kadar hoştur:

O kadd-i yâre kimi arar dedi, kimi elif,
Cümlenin maksudu bir amma rivâyât muhtelif!

(1), (2) Mânâsı: "Üzüm istiyorum" demektir.
(3) Mânâsı: "Üzüm, üzüm"