Başınıza gelen bir bela bin hayrın habercisi olabilir
Her insan, hayatının değişik karelerinde farklı farklı da olsa musibetlerle karşılaşmıştır/karşılaşmaktadır.
Tevhid adına mühim bir husus olması itibarıyla da bu meselenin ayrı bir önemi vardır. Esasen insanın başına gelen her musibet büyük ölçüde onun hatalarındandır. Nitekim, “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir.” (Şûrâ, 42/30) ayet-i kerimesi de bu hakikati hatırlatmaktadır. Başka bir ayette ise hakikat şöyle ifade edilmektedir: “İki ordunun karşılaştığı gün içinizden arkasına dönüp kaçanlar var ya, işte onları, işlemiş oldukları bir kısım hatalarından dolayı şeytan zelleye uğratmıştı.” (Âl-i İmran, 3/155) Evet insana gelen her iyilik Allah’tan, fenalık ise nefsindendir. (Bkz. Nisâ, 4/79) Çünkü fenalıkları isteyen, insanın nefsidir. Bu itibarla da derecesine göre insan, kalbinden geçen, hayalini kirleten veya şöyle-böyle kendisini meşgul eden, meşgul edip duygularına fısk aşılayan bir kısım düşünce, tasavvur ve tavırlardan ötürü muaheze görebilir.
Şimdi ilk mutasavvıflardan İmam Muhâ-sibî’nin, ehl-i hakkın menzillerini sıralarken yaptığı tasnifi esas alarak konuyu biraz daha açalım: Bazı kimseler vardır ki, bunlar, dilleriyle ifade etmeksizin akıllarından bir fenalık geçirdiklerinde “büyük günah işledim” endişesine kapılarak hemen Allah’a teveccüh ederler. Cenab-ı Hak, bu seviye ve bu menzile işaret sadedinde şöyle buyurur: “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah onlardan ötürü sizi hesaba çeker.” (Bakara, 2/284) Belki çoğumuz bu ayet karşısında hiçbir endişe duymamaktadır; ne var ki bu ayet, Muhâsibî’nin, birinci derecede mütalaa ettiği insanların haliyle alakalıdır.
Bu ayet nâzil olduğunda Sahabe-i Kiram, ihtimal kalblerini yokladılar ve ara sıra da olsa kalblerinden mâlâyâniyâta ait şeylerin geçtiğini gördüler.. ve ciddi bir sorumluluk duygusuyla bitkin bir vaziyette Allah Re-sûlü’nün huzuruna gelip diz çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellefiyete ‘eyvallah!’ ama bu ayette anlatılan şeylere güç yetirmek zor.” dediler. Zira “Her birimiz, kendi gönlünde öyle şeyler hissediyor ki, insan bunlardan hiçbirinin kalbinde bulunmasını arzu etmez.” diye insanın elinde olmadan içinden geçen duygu, düşünce ve hayallerden söz ettiler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara: “Siz şimdi sizden önceki Kitap ehli gibi, ‘İşittik ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? İşittik ve itaat ettik ey Rabb’imiz, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.’ deyiniz!” buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça başkalaştılar ve gönülleri yatıştı. Ardından da onları tamamen rahatlatan şu ayet-i kerime nâzil oldu: “Allah, hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz.” (Bakara, 2/286)
Evet, kalblerden geçenler, insanın emri ve iradesi altına girmediği için, Allah, bundan dolayı insanı muâheze etmeyecektir. Bu, herkes için umumî bir kaidedir. Bu ayetin, daha önce zikrettiğimiz ayeti neshettiği söylenir; o ayet neshedilse bile, kalb ehlinin durumları çok üst seviyede hep o ayetle çarpacaktır. Böyle bir hali, bir kısım hizmet-i imaniye ve Kur’aniye içinde bulunanlar da mertebelerine göre yaşamışlardır. Mesela içlerinden birine bir fenalık yapma geçtiği zaman veya uygunsuz bir şeyin kendilerini tesir altına aldığı an, ya bir yerlerine bir şey batmış ya bir yerde sürçüp düşmüş ya umdukları şeyden mahrum kalmış veya korktukları başlarına gelmiştir. Herkesin mertebesine göre belli bir seviyede, bu husustan alacağı dersler vardır…
İkinci mertebe ise şudur: İnsan, bir fenalık yapmaya veya bir iyiliği terk etmeye karar verir. Sonra pişmanlık duyup “Bunu yapmamalıyım. Bu bir sû-i edeptir” deyip geri döner. Esasen bu, kendine göre yükselmiş bir ruhun, belli ölçüde seviyeli bir kalbin mertebesidir. Zira o fiili işlemeden hemen vazgeçmiş ve memur olduğumuz şeylerin terk edilmesi ya da yasaklanan şeylerin işlenmesi gibi bir felakete maruz kalınmamıştır...
Bunun bir mertebe aşağısında ise, şöyle bir seviye söz konusudur: Bir kişi, mesela hırsızlık yapmak veya harama bakmak gibi bir fiili işleme teşebbüsünde bulunur. O yolda, aklına koyduğu haram fiili işlemek üzere giderken “Rabb’im bu ayakları bu iş için yaratmadı” diyerek vazgeçer ve geri döner. Hadis-i şerifin ifadesiyle bir kimse, bir kötülüğe karar verir ve sonra vazgeçerse, Allah kötülüklere karşı iradesiyle verdiği mücadeleden ötürü ona bir sevap yazar. Bu, Allah’ın bir lütfudur ve bu da ayrı bir menzildir...
Günahtan dönmek de bir mertebedir
Öyleleri de vardır ki, niyet ettikleri kötü fiil için harekete geçer, o yolda ilerler, hedeflerine ulaşınca da hemen vazgeçerler. Allah Resûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri birer vesile yapıp, mağaranın ağzının açılmasını talep edenler arasında, zina ile yüz yüze geldiği an vazgeçip geri duran bir kişiden de bahseder. Bu kişi, o kötü fiili işlemeye ramak kala bundan vazgeçmiş ve onun bu fiili, önemli bir amel kabul edilerek mağaranın önünü tıkayan taşın açılmasına vesile olmuştur. Bu da günahtan dönme seviyesinde ayrı bir mertebedir.
Bir diğer mertebe de vardır ki, günümüzde bunun emsaliyle çok karşılaşırız: Kişi, bir günah işler veya yapması gereken bir işi terk eder. Ondan sonra hemen tevbeye koşar. Daha sonra kalkar, sonra tekrar düşer, yine doğrulur ve Rabb’in kapısına koşar. İşte bu da ayrı bir merhaledir. Bunun hali tıpkı karda-buzda yürüyen veya uçurumun kenarında koşuya kalkan birisinin haline benzer ki, çok defa ayağının altından toprak kayar ve düşecek hale gelir. Böyle birinin durumu endişe vericidir. Eğer inayet-i ilâhî, onun imdadına yetişmezse, yetişip elinden tutarak onu arş-ı kemâlât-ı insâniyete çıkarmazsa, o insanın, yolun bir yerinde yıkılıp gitmesi mukadderdir. Böyle birisi, frensiz bir araba ile virajlı yollarda ilerlemeye çalışan kimseye benzer. İlk virajda olmasa bile daha sonraki virajlarda -hafizanallah- uçuruma yuvarlanması an meselesidir.
Bunun ötesinde bir de üçüncü bir grup vardır ki, onlar, fenalığa gömülür ve başlarını ondan dışarıya çıkarmadan hep fenalık üzere devam edip giderler.
Şimdi bütün bunların hepsi birer musibettir ve Hak’tan uzaklaşmaya sebep olmaları açısından da birer cinayettir. Bu mertebeler içinde en son mertebedekilerin hâricinde olanların başlarına gelen bela ve musibetler, geçmişteki günahlarına bir nevi keffarettir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Elinize batan bir diken bile, bir günahı siler, sizi bir derece de yükseltir.” buyurmaktadır. Dolayısıyla her musibet, aynı zamanda bir günahın düşürülmesi ve Cenab-ı Hakk’ın bir mükafatının da mukaddimesi sayılır.
ÖZETLE
1- Her insan, hayatının değişik karelerinde farklı farklı da olsa musibetlerle karşılaşmıştır/karşılaşmaktadır. Allah'a kul olma gayretindeki insanların çoğunluğuna gelen bela ve musibetler, geçmişteki günahlarına bir nevi keffarettir.
2- Allah katındaki derecesine göre her insan, kalbinden geçen, haya- lini kirleten veya şöyle-böyle kendisini meşgul eden, meşgul edip duygularına fısk aşılayan bir kısım düşünce, tasavvur ve tavırlardan ötürü muaheze görebilir.
3- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Elinize batan bir diken bile, bir günahı siler, sizi bir derece de yükseltir." buyurmaktadır. Dolayısıyla her musibet, aynı zamanda bir günahın düşürülmesi ve Cenab-ı Hakk'ın bir mükafatının da mukaddimesi sayılır.
31.03.2006
Tevhid adına mühim bir husus olması itibarıyla da bu meselenin ayrı bir önemi vardır. Esasen insanın başına gelen her musibet büyük ölçüde onun hatalarındandır. Nitekim, “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir.” (Şûrâ, 42/30) ayet-i kerimesi de bu hakikati hatırlatmaktadır. Başka bir ayette ise hakikat şöyle ifade edilmektedir: “İki ordunun karşılaştığı gün içinizden arkasına dönüp kaçanlar var ya, işte onları, işlemiş oldukları bir kısım hatalarından dolayı şeytan zelleye uğratmıştı.” (Âl-i İmran, 3/155) Evet insana gelen her iyilik Allah’tan, fenalık ise nefsindendir. (Bkz. Nisâ, 4/79) Çünkü fenalıkları isteyen, insanın nefsidir. Bu itibarla da derecesine göre insan, kalbinden geçen, hayalini kirleten veya şöyle-böyle kendisini meşgul eden, meşgul edip duygularına fısk aşılayan bir kısım düşünce, tasavvur ve tavırlardan ötürü muaheze görebilir.
Şimdi ilk mutasavvıflardan İmam Muhâ-sibî’nin, ehl-i hakkın menzillerini sıralarken yaptığı tasnifi esas alarak konuyu biraz daha açalım: Bazı kimseler vardır ki, bunlar, dilleriyle ifade etmeksizin akıllarından bir fenalık geçirdiklerinde “büyük günah işledim” endişesine kapılarak hemen Allah’a teveccüh ederler. Cenab-ı Hak, bu seviye ve bu menzile işaret sadedinde şöyle buyurur: “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah onlardan ötürü sizi hesaba çeker.” (Bakara, 2/284) Belki çoğumuz bu ayet karşısında hiçbir endişe duymamaktadır; ne var ki bu ayet, Muhâsibî’nin, birinci derecede mütalaa ettiği insanların haliyle alakalıdır.
Bu ayet nâzil olduğunda Sahabe-i Kiram, ihtimal kalblerini yokladılar ve ara sıra da olsa kalblerinden mâlâyâniyâta ait şeylerin geçtiğini gördüler.. ve ciddi bir sorumluluk duygusuyla bitkin bir vaziyette Allah Re-sûlü’nün huzuruna gelip diz çöktüler: “Ey Allah’ın Resûlü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellefiyete ‘eyvallah!’ ama bu ayette anlatılan şeylere güç yetirmek zor.” dediler. Zira “Her birimiz, kendi gönlünde öyle şeyler hissediyor ki, insan bunlardan hiçbirinin kalbinde bulunmasını arzu etmez.” diye insanın elinde olmadan içinden geçen duygu, düşünce ve hayallerden söz ettiler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara: “Siz şimdi sizden önceki Kitap ehli gibi, ‘İşittik ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? İşittik ve itaat ettik ey Rabb’imiz, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır.’ deyiniz!” buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça başkalaştılar ve gönülleri yatıştı. Ardından da onları tamamen rahatlatan şu ayet-i kerime nâzil oldu: “Allah, hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutmaz.” (Bakara, 2/286)
Evet, kalblerden geçenler, insanın emri ve iradesi altına girmediği için, Allah, bundan dolayı insanı muâheze etmeyecektir. Bu, herkes için umumî bir kaidedir. Bu ayetin, daha önce zikrettiğimiz ayeti neshettiği söylenir; o ayet neshedilse bile, kalb ehlinin durumları çok üst seviyede hep o ayetle çarpacaktır. Böyle bir hali, bir kısım hizmet-i imaniye ve Kur’aniye içinde bulunanlar da mertebelerine göre yaşamışlardır. Mesela içlerinden birine bir fenalık yapma geçtiği zaman veya uygunsuz bir şeyin kendilerini tesir altına aldığı an, ya bir yerlerine bir şey batmış ya bir yerde sürçüp düşmüş ya umdukları şeyden mahrum kalmış veya korktukları başlarına gelmiştir. Herkesin mertebesine göre belli bir seviyede, bu husustan alacağı dersler vardır…
İkinci mertebe ise şudur: İnsan, bir fenalık yapmaya veya bir iyiliği terk etmeye karar verir. Sonra pişmanlık duyup “Bunu yapmamalıyım. Bu bir sû-i edeptir” deyip geri döner. Esasen bu, kendine göre yükselmiş bir ruhun, belli ölçüde seviyeli bir kalbin mertebesidir. Zira o fiili işlemeden hemen vazgeçmiş ve memur olduğumuz şeylerin terk edilmesi ya da yasaklanan şeylerin işlenmesi gibi bir felakete maruz kalınmamıştır...
Bunun bir mertebe aşağısında ise, şöyle bir seviye söz konusudur: Bir kişi, mesela hırsızlık yapmak veya harama bakmak gibi bir fiili işleme teşebbüsünde bulunur. O yolda, aklına koyduğu haram fiili işlemek üzere giderken “Rabb’im bu ayakları bu iş için yaratmadı” diyerek vazgeçer ve geri döner. Hadis-i şerifin ifadesiyle bir kimse, bir kötülüğe karar verir ve sonra vazgeçerse, Allah kötülüklere karşı iradesiyle verdiği mücadeleden ötürü ona bir sevap yazar. Bu, Allah’ın bir lütfudur ve bu da ayrı bir menzildir...
Günahtan dönmek de bir mertebedir
Öyleleri de vardır ki, niyet ettikleri kötü fiil için harekete geçer, o yolda ilerler, hedeflerine ulaşınca da hemen vazgeçerler. Allah Resûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri birer vesile yapıp, mağaranın ağzının açılmasını talep edenler arasında, zina ile yüz yüze geldiği an vazgeçip geri duran bir kişiden de bahseder. Bu kişi, o kötü fiili işlemeye ramak kala bundan vazgeçmiş ve onun bu fiili, önemli bir amel kabul edilerek mağaranın önünü tıkayan taşın açılmasına vesile olmuştur. Bu da günahtan dönme seviyesinde ayrı bir mertebedir.
Bir diğer mertebe de vardır ki, günümüzde bunun emsaliyle çok karşılaşırız: Kişi, bir günah işler veya yapması gereken bir işi terk eder. Ondan sonra hemen tevbeye koşar. Daha sonra kalkar, sonra tekrar düşer, yine doğrulur ve Rabb’in kapısına koşar. İşte bu da ayrı bir merhaledir. Bunun hali tıpkı karda-buzda yürüyen veya uçurumun kenarında koşuya kalkan birisinin haline benzer ki, çok defa ayağının altından toprak kayar ve düşecek hale gelir. Böyle birinin durumu endişe vericidir. Eğer inayet-i ilâhî, onun imdadına yetişmezse, yetişip elinden tutarak onu arş-ı kemâlât-ı insâniyete çıkarmazsa, o insanın, yolun bir yerinde yıkılıp gitmesi mukadderdir. Böyle birisi, frensiz bir araba ile virajlı yollarda ilerlemeye çalışan kimseye benzer. İlk virajda olmasa bile daha sonraki virajlarda -hafizanallah- uçuruma yuvarlanması an meselesidir.
Bunun ötesinde bir de üçüncü bir grup vardır ki, onlar, fenalığa gömülür ve başlarını ondan dışarıya çıkarmadan hep fenalık üzere devam edip giderler.
Şimdi bütün bunların hepsi birer musibettir ve Hak’tan uzaklaşmaya sebep olmaları açısından da birer cinayettir. Bu mertebeler içinde en son mertebedekilerin hâricinde olanların başlarına gelen bela ve musibetler, geçmişteki günahlarına bir nevi keffarettir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Elinize batan bir diken bile, bir günahı siler, sizi bir derece de yükseltir.” buyurmaktadır. Dolayısıyla her musibet, aynı zamanda bir günahın düşürülmesi ve Cenab-ı Hakk’ın bir mükafatının da mukaddimesi sayılır.
ÖZETLE
1- Her insan, hayatının değişik karelerinde farklı farklı da olsa musibetlerle karşılaşmıştır/karşılaşmaktadır. Allah'a kul olma gayretindeki insanların çoğunluğuna gelen bela ve musibetler, geçmişteki günahlarına bir nevi keffarettir.
2- Allah katındaki derecesine göre her insan, kalbinden geçen, haya- lini kirleten veya şöyle-böyle kendisini meşgul eden, meşgul edip duygularına fısk aşılayan bir kısım düşünce, tasavvur ve tavırlardan ötürü muaheze görebilir.
3- Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Elinize batan bir diken bile, bir günahı siler, sizi bir derece de yükseltir." buyurmaktadır. Dolayısıyla her musibet, aynı zamanda bir günahın düşürülmesi ve Cenab-ı Hakk'ın bir mükafatının da mukaddimesi sayılır.
31.03.2006
Konular
- Medya ve Magazin Dünyası Cinselliği Neden Özendiriyor?
- rap müzik ve islam
- Keşke Kur'an'ı tam duyabilsek (dua)
- İnternetle ,Hayır ve Şerrin Kapıları Bir Tık Ötenizde.
- bu sitede çok yapıyoruz bunu
- Ailede Eşleri Birbirine Düşman Eden Hastalık
- Ailede eşleri birbirine düşman eden hastalık.
- İki Er Kişi İle Bir Hatun Kişi.
- bu dusuncede yanlisliklar nelerdir?
- Mastürbasyon-İstimna Ve Kurtulma Çareleri
- Setresiz Güzellik
- "İKAZ GÖRÜNÜMLÜ İLAHİ İLTİFATLAR" ( DUA)
- şeytan O'nun(sav) suretine giremez...Sevdir bize sevdiklerini.... (Dua)
- yalancı dinde reformcular
- "İnayet altındayız!.."
- "dua"(kaynak el-kulubü'd-daria)
- HAYATI BELDEN AŞAĞI DÜŞÜRÜP UÇKURA ENDEKSLEYEN MEDENİYET
- ufak bi soru!!
- Canım Yanıyor
- Hakiki bir DOST bulmak!
- "insan Allah'ın en canlı aynasıdır"
- biri bana bunun nedenini soylesin?
- "dört maddeli nasihat""dua"
- Sanal Alemin Zehirli ve Yalancı Aşk Ziyafetlerine Aldananlar.
- İSTANBUL HATIRASI, YADA ŞİPŞAKÇILAR
- "tebliğ varlık gayemizdir"
- nihah
- "ırklar nasıl meydana geldi" dua
- "şefaat ya rasulallah!.."
- sevgi, ümit ve merhame