Kadın olmak

"Kadın, batının kendi insanlık şartından kurtulmak için özellikle başvurduğu çaredir.” S.M.

Kadın... İnsanlık tarihi boyunca üzerinde konuşulmuş, fikrî-felsefî, dinî-ahlâkî, ferdî-psikolojik, içtimaî-sosyolojik açıdan tartışılmış ve hâlâ konuşulmakta, hâlâ tartışılmaktadır. Şu farkla ki, bugün üzerinde kalem oynatılan ve konuşulan kadın, dünün ve daha öncesinin kadınından görünüşte tamamen farklıdır. Ülkemizde, anne, torun, nineden oluşan üç kuşağa üstünkörü bir gözatmakla bile bu farkı anlayabiliriz. Nineler ve torunları birbirinden farklı olduğu gibi, anne onlardan da farklıdır. Sanki sihirli bir değnek, çok kısa bir sürede, dünyaları birbirinden tamamen farklı üç temsilci çıkarmıştır karşımıza!

Osmanlının son demlerini, cumhuriyetin ilk yıllarını görmüş ninelerimiz, dinine bağlı, geleneklerini koruyan, eskiyi özlemle anmasa da, yeniyi beğenmeyen, “eski(mez) yazıyı” okuyup yazan, ama “yeni yazıyı” güç bela söken, bu sebeple cahillikle suçlanan, “saçının tek telini bile göstermeyecek şekilde sımsıkı örtünen”, Anadolulu bir kadın tipi çizer. Eşine karşı saygılı, şefkatli ve sevgi doludur. Aile, onun her şeyidir. Ailenin temel direğidir, onları bir arada tutar, kol-kanat gerer; bayramlarda ziyaret geleneği sırf onlar için devam eder.

Ninelerimizin kızları annelerimiz, cumhuriyet neslidir bir bakıma. Cumhuriyet okullarında “modern eğitim” görmüş, “yeni yazıyı” okuyup yazabilen, ama “eski(mez) yazıyı” hiç bilmeyen, saçlarının kaküllerini örtülerinin altından çıkaran, şehirli kadın tipi çizer. Ailesi onun her şeyidir. Ama eşiyle arasında aşılmaz duvarlar vardır. Kızlarını “yüksek okullarda” okutur, kendisi yükseğini okuyamadığı için bin pişmandır. “Koca eline bakmaktan bıkmıştır. Bu devirde bir kızın eline ekmeğini alması gerekir”.

Annelerimizin kızları, ninelerimizin torunları bizlere gelince...

Bizler, bir yanda “modern hayat tarzı”, bir yanda “İslâm ahlâkının öngördüğü hayat tarzı” arasında sıkıştık, modern hayat tarzını İslâmî bir kimliğe büründürmeye çalıştık, ortaya çıkan ucubeden ise hiçbirimiz memnun olmadık. Artık “özeleştiri”, daha doğru bir tabirle, “nefs muhasebesi” yapma vaktinin gelip de geçtiğine inanıyoruz. Kendi kendimizle yüzleşme vaktimiz gelmiştir.

Bugünlerde “başörtüsü düşmanlığı” üzerinden yürütülen “kadın” anlayışına karşı, “müslüman kadının hürriyeti nerededir?” sualine acilen cevap vermemiz gerekmektedir. Tamamen bir dünya görüşü meselesi olan, bir yüzü imâna, bir yüzü bu imânın teşekkül ettirdiği medeniyete bakan kadın idrakimiz ne âlemdedir? Müslüman kadınlar üzerinden yürütülen (Amina Vedud gibi Cuma namazı kıldıranından, başını göstere göstere açanına, başörtüsü yerine “şapka takalım” diyeninden, kadınlar mescidi açanına kadar türlü türlü örneklerini görüyoruz) kampanyaya karşı vicdanımızda ne cevap vereceğiz?

KADININ HÜRRİYETİ

Biz, “kadının hürriyeti” dediğimiz zaman, neyi kastediyoruz? Bağımsızlığı mı? “Ekonomik özgürlüğü” mü? İnsanın hürriyetini, makamda, mevkide, sahip olabileceği hazlarda, parada, başkalarının gözünde, daha nede ve nede araması, hiçbir devirde, bugün olduğu kadar “meşrû” olmamıştı. Hürriyeti, dünyevî zevkleri dibine kadar tatmakta, hayatı dilediğince yaşamakta, kimseye hesap vermek zorunda olmamakta “arayan” ve “eşek hürriyetine” varan insanlığın bu geldiği nokta ürkütücü. Ürkütücü, çünkü bu hürriyet “meşrû” değil, düpedüz gayr-i meşrû; insanî değil, insanlık dışı!.. Ve asıl ürkütücü olan, bundan ıstırap bile duyulmaması!..

Hürriyet, bize, “ahlakî zorunlulukların şuuruna varıştır” diye öğretilmedi mi? Ahlâk, “insanın tüm yapıp ettiklerinin toplamı” değil midir? Zorunluluk, seçme yapabilen insanın içinde duyduğu sevkedici kuvvet değil midir?.. Bu durumda, cümle “hürriyet” arayışları, türlü türlü ahlâkî zorunlulukların “şuuru” olmuyor mu? Ve elbette “eşek hürriyeti”ni de bunlardan biri olarak sayabiliriz. Lâkin “hürriyet hakikate teslim olmaktır”; ve “herkesin hakikati kendine var”; “hakikatin hakikati” ise Mutlak Fikir-İslâm’dır. Gerisi, “sahte, görüntü-imaj” hürriyetidir. “Çeşitli gerçekliklere, görüntü-imajlara” inanan-imân eden “hür”ler ile hakikate teslim olmuş “müslüman”ın hürriyet anlayışlarındaki fark işte buradadır; “hakikatin hakikati kimde?” sualinin cevabında.

Öyleyse “hürriyet” dediğimiz zaman, hürriyetin “hakikate teslim olmak” demek olduğunu, nefsin ve hazzın merkeze alındığı sahte hürriyet arayışlarının, “bağımsızlık” denilen ve adı üstünde hiçbir bağ ve teslimiyet kabul etmemeyi öngören (ki bu da, o görüşe bağlanmak şeklinde bir teslimiyettir) anlayışların hiçliğe çıkacağını belirtmiş oluyoruz. İnsanın bütün faaliyetleri bir gayeyi gözetir ve ahlâkî keyfiyet belirtir; hangi ahlâk deyince cevabımız netleşir: İslâm ahlâkı. Öyleyse rahatça söyleyebiliriz; biz, kadının hürriyetini İslâm’da buluyoruz. Bunun dışında bir değerlendirme, kadının cinselliğinden, en basit hassasiyetlerine kadar, her zerresinin sömürüldüğünü misallendirmekten başka bir şey söylemiyor bize.

Şimdilerde bunu dile getirmek her ne kadar hoş karşılanmasa da(!), söylemeliyiz; İslâm, müslüman kadını öncelikle “aile”de görmek ister. Onu erkeğine tâbi kılar. Kadının erkeğin yanında, önünde veya arkasında olması pek mühim değildir; önemli olan onun “erkeği” olmadan eksik-yarım-tamamlanmamış olacağıdır. “Kadının yalnız olması hiç tabiî bir şey değil” diyen Tarkovski, kadının hâline tercüman olmuştur.

Kadın ve erkeğin fıtrat olarak farklı karakter, huy ve mizaçlarda olduğunu, hadiseleri tamamen farklı duygu ve düşüncelerle değerlendirdiğini, dünyaya bambaşka boyutlardan baktıklarını hepimiz biliriz. Burada “eşitlik” veya “üstünlük” kavramlarına yer yoktur. Meselâ, “anne” her yerde ve her zaman kadındır; ifadeye bile lüzum yok bu bir bedahet. Kadın “anne” olduğu için, olabileceği için tamamen farklı bir ruhaniyete sahip; psikolojisinden fizyolojisine, sosyal ilişkilerinden, aldığı-alacağı eğitime kadar, erkekten tamamen farklıdır. Bu sebeple kadının hürriyeti “annelik”ten ve tabiî olarak “aile”den ayrı değerlendirilecek bir saha değildir. İslâm’ın, kadını annelik ve aile çevresinde takdir etmesi de işte bu çerçevede değerlendirilmelidir. Dolayısıyla kadının hürriyetini izlemesi gereken saha beliriyor; aile müessesesi. Eğer bu gerçeği böylece kabul edemiyor, aile müessesesini, hürriyetimize mani, çocuğu da ayakbağı olarak görüyorsak, “gelenekler” dışında, aileye bir mânâ veremiyor, bir tür can sıkıntısı ile bu mevzulara yaklaşıyorsak, problemi müesseseden evvel kendimizde aramamız gerekmektedir. Bugün tüm dünyada bir bunalım halinde yaşanan aile krizlerine maruz kalıyorsak, en basit insanî vazife ve mükellefiyetlerimizin şuuruna varamadığımızı, dolayısıyla çeşitli görüşlerin ve hayat biçimlerinin esiri olarak, asıl hürriyet sahamızı çiğnediğimizi kabul etmemiz gerekiyor. Herkesin iyi-doğru-güzel değeri kendine, “mutlak iyi-doğru-güzel ölçüsü, Allah Rasulü’nün öğrettiği, gösterdiği, söylediğidir” diyor fakat bunu şuurlaştıramıyor, satıhta kalıyoruz demektir.

“Müslüman çağından sorumludur” diye birbirimize aktardığımız hikmetler, bizzat yaşamamız ve yaşatmamız gerekenlerdir de; müslüman kadın da, erkek de çağından sorumludur; sorumluluk, üzerinde bulunduğun işin hakkını vermek, bunun zevkini, şevkini yaşamak ve yaşatmaktır. Öyleyse kadının İslâm’da “değeri”, öncelikle “annelik ruhu”nun temsilcisi olması noktasındadır. Çokça tekrarladığımız fakat satıhta kaldığımız için mânâlarını idrak edemediğimiz “annelik mefhumu”, bir cephesiyle, Muhyiddin-i Arabî’nin işaret ettiği “Allah’ın sürekli yaratma mahalli” olan kadına mukaddes bir mânâ verirken, diğer taraftan onun toplumdaki yerini de gösterir. Ana, esas-temel demektir.

Bugün hepimizin farkında olduğu bir şey var; kadın ve erkeğin rollerinin değişmesi, yaşanan aile problemlerinin en önemli sebeplerinden biridir. Kadının erkek, erkeğin de kadın kategorilerinde değerlendirildiği bir garip hali yaşıyoruz. Kadının kendi fıtrat hususiyetlerini inkâr ve tahrip edercesine erkek meziyetlerine özendirilmesi, erkeğin de aynı şekilde “kadınsı” hususiyetlere meyletmesi gibi. Kadınlar “kadın olmak” gibi bir dert taşımadığı gibi erkekler de “erkek olmak” gibi bir dert taşımıyor. Bu durumun aile müessesesinde yaşattığı karmaşaya her daim şahit oluyoruz. Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı “cazibe”leri, tamamen farklı fıtratlarda olmalarından kaynaklanırken, şimdilerde böyle bir cazibenin olduğunu kim iddia edebilir?

Kadın anne olduğu için takdir edilmez oldu; ne zaman, erkeklerin vazifelerini üstlense, takdir edildiğini görünce de, anne olmanın “gereksiz” olduğunu düşündü. Annelik umursanmadı; kadın da dilerse bunu terk edip, başka işlerle uğraşmasının daha mühim olduğu, “bağımsızlığının” ve “hür seçiminin” bu şekilde gerçekleşebileceği vehmine kapıldı. Hâlbuki bu vazife kadının hürriyet sahasıdır ve “var” oluşu buradadır; bunun dışında her şey olabilir, ancak kadın olamaz; keyfiyet yükünü taşıyamadığı yahut taşımaktan kaçtığı için. Bağımsız kadın, ekonomik özgürlüğü ile doğru orantılı bir bağımsızlık anlayışına kaptırılmıştı, ancak bununla beraber hesaba katılmayan, kendi hür iradesi ve seçimi ile tecelli edecek olan “kadın keyfiyeti”, intikamını, aile müessesesi de dâhil, toplum nizamının ve ahenginin bozulmasıyla alıyor sanki. Ne de olsa, cemiyetin “ana”sı, “temel”i, “esas”ı yerle bir edilmeye çalışılıyor... Önemli olan ve altının çizilmesi gereken husus, Üstad Necip Fazıl’ın dikkatleri çektiği husustur ki, kadının her şeyden evvel “anne olarak yetiştirilmesi” ve içtimaî sahalarda da kendi keyfiyetine ve istidadına uygun her vazifeyi zevkle yapmaktan kaçınmamasıdır. Bugün pek çoğumuz anne olacakmış gibi yetiştirilmedik, bunun ne mânâya geldiğini dahi bilmemekteyiz. Çocuk, bugün pek çok genç kız ve kadına, ayakbağı, başağrısı gibi geliyor. Bilmiyoruz, bilmediğimiz için de anlamıyoruz. Aslında bu yine mahkûmluğumuza ve toplumun duygu ve düşünce alışkanlıklarına bağımlılığımıza işaret etmekte değil midir?.. Öyleyse bir ân önce, hürriyetin solunduğu bir medeniyetin, yeni neslinin yoğurucusu olma mükellefiyetinin, kendi keyfî ve nefsî tercihlerimize kalmaması gerektiğini “hür irademizle” anlamamız gerekiyor. Kimseye zorla hürriyet verilmez, malûm...

Hazret-i Ömer’den nakledilen bir hikmet, meâlen şöyledir: “Eşyayı yerli yerine koymamak zulümdür”. Bugün hem kendimize, hem toplumumuza, hem de Yaradana, borçlu olduğumuzu ödememek, zulme devam etmek, teşhis edilen en mühim problemlerimizden biri olsa gerek ki, S. Ahmed Arvasî, "İnsanın Yalnızlığı” isimli eserinde, insanın bencilliğini ve bunda tüten hasretini şöyle ifâde eder:

“Cemiyetle bağları gevşeyen kişilerde egoizmin ve güvensizliğin arttığını herkes bilir. Ferd, kendini himaye edemeyen cemiyete küser; sonra da ona isyan ederek “bildiği gibi” yaşamaya ve hareket etmeye yönelir. Bu isyanını da “hürriyet” çığlıkları ile maskeler. Oysa, kişi, cemiyete karşı isyan çığlıkları bastığı bu ânda, cemiyetin şefkat ve himayesine ne kadar muhtaçtır. Onun için, biz, kişinin cemiyete olan bu hasretini, “hürriyetten kaçış” olarak yorumlamaya çalışan Erich Fromm’un görüşlerine katılmıyoruz.” (1)

Fazla söze ne hacet; anarşizme varan garip bir isyânın içindeyiz. Kendimizden ve ailelerimizden başlayarak, çevremizin problemlerine şefkatle eğilip, kendi problemlerimizi çözerken, çevremize de tesir etmenin sırrına ermek varken; kaba saba bir bencillik, bir anarşizm duygusu ile hayattan kopuk, dolayısıyla hayatın problemlerinden de kopuk yaşamak(!), buna rağmen idealimizi hayata hâkim kılmaktan bahsetmek tezadını temsil ediyoruz bugün. Hayattan bahsetmek için, o hayatı tanımak gerekmez mi? Kendimizi, insanı, kadını ve erkeği ile tüm cemiyeti?..

Kadınlarımızı da bu çerçevede bir anarşizme kurban ediyoruz. Hem hürriyet sahalarından uzaklaştırılıyorlar, hem de başka gayelerin peşinde harap ediliyorlar... Batılı “bağımsız kadın”ların eve dönmek için çeşitli bahaneler bulmaya çalışmaları gibi, biz de kendi hürriyetimizi, onların kurtulmaya çalıştıkları “bencil bağımsızlığa” fedâ ediyor, bunun için çeşitli bahaneler üretiyoruz.

Kadın her şeyden önce annedir; bütün varoluşunun özü buradadır ve ondan sonra şartlarının ve istidadının elverdiği ölçüde, dilediğini olabilir; doktor da, öğretmen de, yazar da, ressam da. Bertrand Russell’in dediği gibi, “bugün kadınlar evde oturmaktan öyle korkuyorlar ki, gidip başkalarının çocuklarına bakıcılık yapmayı “iş” olduğu için tercih ediyorlar.” “Kendi kendini gerçekleştiren kehanet” tabiri, bir şeyi nasıl “etiketliyorsak”, öyle “olduklarını” misâllendirmesi bakımından, “kadının kendi vazifeleri çerçevesinde takdir edilmemesi” tesbitimize uygun düşüyor:

"Bir kişinin tutumunun, öz saygısının ve davranışının, kabul edegeldiği etiket tarafından etkilenebileceği aşikârdır. Çok sayıda başka insanın, yekpare kurumların, hatta ve hatta tarihteki olayların, haklarında söylenenlerle kısmen değişebilmesi mümkündür. 1982 yılında, çok sayıda gazeteye aynı anda yazan bir borsa tahlilcisi, borsa endekslerinin önemli ölçüde düşeceğini tahmin etti ve sayıları milyonları bulan okuyucularına ellerindeki hisseleri çabucak satmalarını tavsiye etti. Okuyucuları ve tahmini duyanlar sattılar ve tahmin edildiği üzere, borsa fiyatları tehlikeye girdi. Bir yorum, danışmanın olacakları önceden gördüğü ve izleyicilerini uyaracak hünerlere sahip olduğu şeklindeydi. Diğer yorum ise, o kadar çok insanın, piyasanın düşeceğini düşünerek, çabucak elindekini sattığını, bunun da piyasanın düşmesine yol açtığını ileri sürüyordu. İkinci örnek, “kendi kendini gerçekleştiren kehanet” diye bilinegelen şeyin bir örneğidir. Ki bu olguyu ilk kez sosyolog Robert K. Merton teşhis etmişti.” (2)

Feminizm’in kehaneti gerçekleşti ve kadın “bağımsızlığını” kadınlık dışında arar oldu. Biz de, yepyeni bir nizamın hasretini duyan ve bu nizamı insanlığa “kurtuluş” olarak teklif ederken, kadına içinde bulunduğu bunalımdan kurtuluş reçetesini verirken, bunu hayatın içine girerek, en başta kendimizden başlayarak, davranış ve faaliyetlerimizden tüttürerek, kendi kehanetimizi gerçekleştirebiliriz ki bu kadının aslî vazifesini ve tabiatını takdir etmekten başka bir şey de değildir. Annelik ve aile çevresinde kadının hürriyetinin korunması gerekmektedir.

Gerçekten, kadın istese de istemese de, bir aileye dâhil olmak, evlenmek, çocuk yetiştirmek gibi vazifeleri zaten yerine getirmektedir. Ancak bu durum, bir tür aşağılama ve hor görme ile birlikte zikrediliyor. Bir kadına “ne işle meşgulsünüz?” suali sorulunca, verilen cevap utana sıkıla “ev hanımıyım” oluyor. Sual bile bundan utanması gerektiğini söylüyor zaten. “Ben bir asalağım, çalışmıyorum, yan gelip yatıyorum” demeye geliyor; anlaşılan bu oluyor. Anne olmak, eğer bir “şöhretseniz” değerli hâle geliyor; “bakın hem çalışıyor, hem de çocuğu var” şeklinde takdirle karşılanıyor. Anlayacağınız, annelik hiçbir devirde, bugün olduğu gibi ayağa düşmemişti.

Böyle bir durumda kadın, bir tür can sıkıntısı ve değersizlik hissi ile başbaşa kalıyor. Neticede içinde bulunduğu durumdan “zevk” alamıyor, kendini hapsedilmiş hissediyor. “Mecburen çekiyor” bu hayatı. Düşünsenize böyle bir hayat nasıl zevk ve mutluluk verebilir insana? Kadının psikolojisi böylece muhasara altına alınmışken, nasıl yeni nesli yoğurmasını ve bundan mutluluk duymasını bekleriz ondan?

Mutluluğu, “kendi statümüz” ve “kendi yaratılış maksadımız” içinde arıyor muyuz gerçekten? İnsan yaratılmanın “sorumluluğunun” ne kadar farkındayız? Yapıp ettiklerimiz, yani ahlâkımız bize “nerede” olduğumuzu gösterip duruyor zaten. Biz, hâkim kültürün tesiri altında kalmış zavallı sömürgeler gibi, “kadın”dan artık “annelik”, “hatunluk”, “gönül sultanlığı” istemiyoruz. Çünkü kafamızın içinde, batılı kadının “türbanlısı” var; yani hayat şeklinden, ideallerine kadar, kendimize örnek aldığımız tip bu. Hani o çokça eleştirdiğimiz emperyalist kültürün bir parçasıyız kısaca. Ama diğer yandan “kendi statümüzün” ne olduğunu bulmaya ve insanlıktan kaçmak yerine, insanlığımızı yeniden keşfetmeye gayret etmek zorundayız. Hani şu sürekli kaçmaya çalıştığımız ama hep içimizde olan hususiyetleri...

Hemen anlaşılacağı üzere, kadının fıtratında-yaradılışında bulunan hususiyetler, bugün her ne kadar altüst edilip onu aşağılamak için kullanılır olduysa da, bunlara zerrece kıymet vermiyoruz; çünkü biz kadın ve erkek fıtratlarının, her sahada birbirlerini “tamamlayıcı” bir vazife gördüğünü düşünüyoruz. Mesela erkeğin mücerret fikirlere, varolanı kavrayıp, kurallarını ve kaidelerini keşfetmeye eğilimi olması, kadının da pratiğe, müşahhas gayelere ve neticelere eğilimi olması her iki cinsin eksikliğini gösterdiği gibi, birbirlerine muhtaçlığını da gösterir. Nietzsche’nin hatırımızda kaldığı kadarıyla bir sözü bu durumu kısaca tarif eder: “Erkeğin bulduğunu kadın uygular”. Kadında ve erkekte farklılık sadece cinsî değil, bu fizikî şartlara bağlı olan keyfî hususiyetleridir ki, bu çerçevede ortaya çıkan vazife ve mükellefiyetlerinin şuuruna vardıkça insandırlar, toplumu da bu “varlıkları” ile oluştururlar. Yahut olamadıkları müddetçe toplumu sakatlarlar. Bugün yaşamakta olduğumuz gibi roller değişirse, kadın da erkek de, “insan olma”nın gereğini yerine getiremezler.

Peki, bugünün müslüman kadınına müslümanca yaşamak hakkı tanımayan hayat tarzı, kadına ne vaat etmektedir? Mutluluk mu? Öyle olmadığını yaşanan ıstıraplardan biliyoruz. “Cumhuriyet kadını yetiştireceğiz, kültürlü, entelektüel, her sahada başarılı Türk kadınları yetiştireceğiz” diyenler, “kadını aileye hapsedilmekten kurtaracağız” diyenler, bugün, mutsuz, doyumsuz, sonsuz gençlik ve güzellik peşinde, huysuz, vahşi “dişiler” yetiştirdiler her yaştan!

Hatırlatalım:

"Kadın ve Erkek “insan”ın temsilcileri olarak, kadın ve erkek olma keyfiyetinin istidadına sahip olarak, bunun gerektirdiği vücut biçimiyle dünyaya gelir; ve, KADIN ve ERKEK OLUNUR. Ne varsa bu “olmak”ta var!.. Yoksa işi tenasül âleti zaviyesinde başlatıp orada bitirdin mi, iş “keyif” mahiyetinde kalır!..” (3)

Dipnotlar

1- S. Ahmed Arvasî, İnsanın Yalnızlığı, 2. Baskı, Burak Yay., İstanbul 1999, s. 6

2- John. C. Condon, Kelimelerin Büyülü Dünyası, İnsan Yay., İstanbul 1995, s. 95

3- Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazılla Başbaşa -İntiba ve İlham, İBDA Yay., İstanbul

Gulçin Şenel