KULLUK BİLİNCİ

Selamun aleykum ve rahmetullah ve berakatühü.

Değerli bir kardeşimizin sorusunun cevabını beraberce paylaşalım istedik.

Kolayı cevabı olmakla beraber zor bir soru: KULLUK NEDİR? Zorluğu cevabında değil, mesuliyetindedir. Sorulan sorulara verilecek cevap için iş söze geldi mi, bilgi ve kabiliyet oranında cevap aranır, bir nebze de olsa bulunur. Ama iş, fiiliyata geldi mi, bulunan o cevaplar kişiye oldukça pahası ağır fakat neticesi mükemmel mesuliyet yüklemektedir. Bu yüzden dikkatli adım atmak zorundayız.

Kısa ve öz itibarıyla kulluk; Allah'ı şeksiz şüphesiz bir tanımak, O'na asla ve kat'a şirk koşmamak ve Hz Peygamberin sav, O'nun peygamberi olduğunu tasdik etmek ve emri ilahide muhatap kaldığımız bütün emir ve nehiylere yorumsuz, gönülden, severek iman ve itaat etmektir. Bu cevap mânâ itibarıyladır.

Elbette, mânâsını bilmekle huzuru ilahiden kurtuluş olduğu sanılmamalıdır. "Ey kullarım! İnandık demekle salıverileceğinizi mi sandınız" Ayet mealinde böyle buyurulmaktadır. Huzuru ilahi de hesap vermeyi basit görmemek, sıradan bir iş gibi görmemek gerekir. Şu fani dünyada kullara karşı insanlar, nice işlerden dolayı mahcup olurken, hatta kimileri öyle hale varıyor ki intihar bile edenler olurken, nasıl olur da ahirette Zât-ı Sübhan olan Allah'ın yüce huzurunda hesap verme olayı basit ve sıradan olsun! Evet, bir çok kişi herşeyden hesap verileceğini bilir ama, kalbinde onun dehşetini yaşayamaz. Bilmek ayrı birşey, bildiğinin mesuliyetini taşımak ve ona göre sâfiyâne yaşamak apayrı birşeydir. Bu da bir başka iman meselesidir. İnanan herkeste iman vardır ve kişinin kalbinde zerre kadar Allah'a iman varsa Allahın rahmetiyle eninde sonunda cennete girecektir. Ancak, insanların ekserisinde kavî (kuvvetli) iman zayıftır, yeterli değildir. Bu zayıf imanlarından dolayı, nasılsa eninde sonunda cennete gireceklerini bildiklerinden midir yoksa başka birşey mi, bununla avunurlar veya en azından öyle zannederler. Hadisi şerifte edilen beyan üzere: "Kişinin kalbinde hardal tanesi kadar (zerrece) iman varsa, mutlaka cennete girer" bu müjde teyit edilir. Evet ama, o kişi cennete girinceye kadar zayıf imanın verdiği marazlar, cezalar veya değişik hüsranlar var ise, Hak katında nasıl ödenecektir, hangi merhalelerden geçilecektir, ne türlü olaylarla karşılaşacaktır, bunlara orada (huzur-u ilahide, hesap verme esnasında, mahşer aleminde, sırat köprüsünde, cehennemde v.s.) nasıl göğüs gerecektir, orası şimdilik malumumuz değildir. Dünya hayatında insanlar daha müreffef hayat yaşamak için türlü olanaklar geliştirmeye gayret ederler, hudutsuz masraflar yaparlar, bir çok emek sarf ederler. Niye? Fani olan bu hayatta daha iyi yaşayabilmek için. Meşru olduğu müddetçe buna bir itirazımız yoktur. Hal böyleyken geçici dünyanın bile iyi yaşanması için insanlar nice emek sırf eder de, ebedi olan ahiret hayatı için gereken önemi neden vermez? Düşünmek gerekir ki, acaba sadece kalp temizliği yeterli midir?

İnsanlar zayıf imanları neticesinde türlü türlü ve imanı sarsıcı cümleler kullanır, ibadetlerde, muamelatta zayıflık gösterir, fakat söze geldi mi nefs devreye girer ve "Sen benim kalbime bak, temizdir kalbim, ibadet kul ile Allah arasıdadır" diyerek kimsenin kendisine karışmamasını isteyerek, sadece kalp temizliğini yeterli görmektedir. Nice kullar da vardır ki, bunu kalplerinde tam olarak yaşamaya çalıştıkları için pek yüzleri gülmez. Daima hüzünlüdürler veya yüzleri tebessüm ehli olsa da kalben titrek haldedirler. Dikkatli bakıldıklarında onların gözlerinden hüzün süzülmektedir. Söz ile tarif edilen kulluğu, iş yaşamaya geldi mi zorlaşır. Ancak, zor veya yaşanması imkansız olduğundan değildir. Burayı yanlış anlamayalım. Zor olan nefsin eğitilmemiş olması, kalpte imandan ziyade, dünya ve içindekilerinin hüküm sürmesinden dolayıdır. Bunu tartmak oldukça basittir. Her ne kadar ölçü değilse de, bir fikir verme açısından düşünmek gerekir ki, madden oldukça değerli birşeye sahip olup ta onun çalınması veya kaybolması durumunda nasıl da üzüyor insanı! Onun kayboluşuyla insan farklı hüzünlere giriyor, hatta kişilere göre değişir ki hasta olanlar bile olur. Bu, o eşyaya duyduğu sevgidendir. Peki kalpteki Allah cc ve peygamber sevgisi, Kur'an ve hükmüne göre yaşama sevgisi, iman sevgisi eksik olduğu halde neden eşyanın kaybı kadar hüzünlenmeyiz, hasta olmayız?

Bıraktık (!) cenneti-cehennemi, azabı-mükafatı, tehdidi-müjdeyi; sevgi odur ki, emredilen bir defa da olsa muhabbetten dolayı yapmak gerekmez mi? Kulluğun ölçüsü nedir? Emre itaat değil midir? Allah cc kuluna emrettiği şeylerin hesabını sorarken, şöyle bir sual sorsa acaba ne durumda oluruz: "Ey ..... kulum. Şu an cennet ve cehennem bir yana, bana sevgin yok muydu, muhabbetin mi azdı da emrime uymadın? Oysa ben seni çok sevdiğim için seni yoktan var ederek yarattım, nice nimetlerle donatarak dünyayı emrine sundum, senin için sonsuz nimetler hazırladım. Hadi, bunlar için değil de, neden BENİM için, sevgim için emrime uymadın? Yoksa sevmiyor muydun beni?"

!!!!

O an verilecek ilk cevap "Evet Ya Rabbi! seviyordum (!)" demiş olsak, diğer sual peşinden gelmez mi? "İyi de kulum! Ne o zaman? Bana karşı seni ne aldattı?" Allah cc kuluna soru sorması -haşa- birşeyi bilmediğinden değil, verdği sayısız nimetlerini kuluna hatırlatması içindir. Bu anlatılan bölümler Kur'an da ayet olarak geçmektedir. Yani kulun yarın mahşerde hangi hallere gireceği kısmen Kur'an da belirtilmiştir. Sanki bir nevi tüyo veriyormuş da hazırlanması kolay olsun diye. Hayal ediyorum da, bayağı bunaltıcı bir işmiş böyle hal ile karşılaşmak. Rabbim muhafaza eylesin cümlemizi. Ha, birde öyle kullar var ki (mukarrabun makamında olanlar) onlara hesap sorma olayı yok. Herkes kendi derdine düşmüş iken onlar (velâ tahzen=onlar hüzünlenmeyecektir) gayet rahat ve mesrur halde olacaklardır. Anlayacağınız iki kısım insan olacak ahirette. Biri sevinçli, diğer hüzünlü. Sevinçli olan neden sevinir, hüzünlü olan neden hüzünlenir, detaylıca düşünmek ve tefekkür etmek gerekir bunu? Sevinenin, artık sevinmek hakkı değil midir? Çünkü sevinen de hüzünlenen de aynı dünyadan geldiler, aynı Allah'ı, peygamberi, Kur'an'ı ve İslam'ı işittiler. İşittiler, ama biri duydu ve itaat etti, diğeri de duydu ama duymazlıktan gelerek dünyayı tercih etti. Sanki bu dünyanın sonu gelmeyecekmiş gibi hareke tetti.

İşte, asıl iş, bundan sonra başlamaktadır. Bunun genel adı Tevhid inancıdır. Tevhid inancı (iman esasları) kalpten Allah'tan gayrı şeyleri çıkarmak, herşeyin (iyi kötü, hayırlı şerli v.s.) takdir edici olanı Allah'ı bilmektir. Burası ayrı bir teferruattır. Kişilerin derecesine göre vasıflanır. Burayı yanlış anlamayınız. Yani kişilerin derecesi derken, sanki bir kaç çeşit iman varmış gibi düşünmeyiniz. Her insanın kalp yapısı değişik olduğundan imanda da kuvvet farklıdır. Bir peygamber ile veli bir olamayacağı gibi, namaz ehli bir insan ile kılmayan insan bir değildir. Ya da her ikisi namaz ehli de olsa muhabbette, şuurda fark olabilir. Biri diğerinden üstündür. Ancak neticede, aynı vakit namazdır, aynı yerde kılınmıştır. Fark ise imandan ve kalpteki haşyetten kaynaklamaktadır.

İmanda derece öyle hale gelmelidir ki, yarar verdiğini sandığımız şeylerin aslında yararını Allah cc sağlamaktadır. Mesela, ilaç tedavi için kullanılıyorsa da, asıl şifa verici Allah'tır. Ya da tam tersi, birşeyden zarar görüyorsak, zarar ondan değil asıl emri veren Allah'ın takdir etmesindendir. Veya faydalı şeyden zarar görebiliriz, zararlı şeyden fayda görebiliriz. Neticede herşeyin ölçüsü ve yapacağı işi Allah cc belirler. Bir ateş, insanı yakarken ve canını acıtırken, Hz İbrahim'i as yakmadı. Keskin bir bıçak bir koyunu bir çalmada keserken, aynı keskinlikteki bıçak Hz İsmail as'ın boynuna işlemedi. Hüküm ve irade Allah'ındır. Gözle görmüyoruz diye inkar etmek neyi değiştir? Böyle bir düşüncede olanlar sadece kendini kandırmaktan öte bir iş yapamazlar. Allah cc, ateşe "Ey ateş! İbrahim için serin ve selamet ol" (Ayet meali) diye emrettikten sonra, ateşte emre itaatsizlik düşünülebilir mi? Allah cc diledikten o devasa boyuttaki ateş kütlesi gül bahçesine dönüşemez mi? Elbette dönüşür. Allah cc için ne bir zorluk vardır, ne birşeyin olması için malzemeye ne de onu düşünmeye ihtiyacı vardır. O, birşeyin olmasını diledi mi, ona "OL" deyip yoktan var edendir.

***

Hz Cebrail as, birgün peygamber efendimize sav gelerek sordu:
-Ya Rasülallah sav, İHSAN Nedir?
Efendimiz cevaben buyurdular ki:
-İhsan; Allah'ı görüyormuşcasına yaşamaktır. Her ne kadar sen O'nu göremesen de O seni her saniyesiyle, anıyla görmektedir. İhsan ise bu bilinçle yaşamaktır.
***
Bu bilince kulluk şuuru denir. Kalben, Allah'ın kendisini gördüğüne vâkıf olan insan, artık hayatını ona göre tanzim eder. Çünkü neticesinde yaptığı her işin hesabı olacağını bilerek dikkatli davranır. Attığı her adımda bir tefekkür vardır. Yaptığı her işinin getirisini ve götürsünü iyi hesaplar. İmanda sınır yoktur. Allah’ın takdir ettiği kadar kulu yaşar. Kulluğun gerçek zirvesini Hz Peygamber sav efendimiz yaşamıştır. Onun ahirete irtihali ile bu kemal derecesi bitmiştir. Geride kalan kullar ise, gayret ve muhabbeti ölçüsünde Allah'ın takdir ettiği kadar imanda ilerlerler. Bunların önderleri diğer peygamberler ve velilerdir, salih kullardır. Artık peygamber olmadığınıa göre, gerçek veliler onların varisleridir. Bu demektir ki, kendimizde gayret olması gerektiği gibi, bu hususta Allah'a sığınıp O'ndan yardım talep etmek ve salih insanlarla beraber bir ömür boyunca bulunmak gerekir demektir. Allah cc, imanı yaşama hususunda gayret edip, kendinden yardım talep eden kuluna, yardım edeceği müjdesini bir çok ayette, kudsi hadiste ve hadiste bildirmiştir.

Genel manada bakıldığında, kullar Allah'ın emirleri itaat ederken korku ile amel ederler. Yani yapmazsam cehenneme girerim diye. Belki bir yerde, bu da hiç olmazsa olması gerekendir. Oysa aslolan sevgi ve muhabbettir. Allah'ın emirlerine severek ve muhabbetle ibadet ve itaat eden ne cehennem ile ne de cennet ile meşgul olur. Zaten Allah cc, emirini dinleyerek itaat kuluna gereken ihsan edecektir inşallah, değil mi? O kulun hakkını zerrece zâyî etmez.

Evet, ibadetlerde kemmiyet (görünnüş, dış hali) tam, keyfiyet (özü, iç hali) hedef, duâlarda sözler vesile, ruh ve samimiyet esas, davranışlarda sünnet rehber, şuur elzem ve bütün bunların hepsinde Allah gaye olmalıdır. Namaz, yatıp kalkmak değildir.. Zekât, nereye gittiği bilinmeyen bir matrahın def-i belâ (vereyimde kurtulayım) kabilinden çıkarılıp bir yere atılması olamaz.. Oruç, aç-susuz durmaktan ibaretse perhizden farkı ne? Hac, yörüngesinde icrâ edilmezse bir şehirden bir şehire seyahattan ve birilerine döviz kazandırmadan farkı kalır mı? İbadetlerde kemmiyet eksenli kalmak çocukların eğlencesi olsa gerek.. duâlardaki ruhsuz bağırıp-çağırmalar, gırtlak harcı arayanların işi olmalı.. özünden habersiz hac ve umre, "hacı" adı ve hac menkıbeleriyle mütesellî olma yolunda katlanılmış bir meşakkat değilse, mânâlandırma da biraz zorlanacağız...

İbâdet, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme manâlarına gelmesine mukabil, ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana "âbid", ubûdiyette bulunana "abd" denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir.

Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilen, havf ve recâ derinlikleri olan, niyet ve ihlâs yörüngeli bütün malî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn-i Fard (rahmetullahi aleyh) da: "Seyr-i sülûkte (tarikat yolunda) aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle (halis ibadetlerle) gerçekleştirdim" sözleriyle bu farka işaret etmektedir.

En geniş mana ifadesiyle kulluk da diyebileceğimiz ubudiyet, varlık ve eşya ile hem-âhenk olmanın, dünya ve içindekilerle uyum içinde bulunmanın, kâinatın sırlı koridorlarında yürürken şuraya-buraya takılmadan yol almanın, sözün özü; kayıtsız şartsız ALLAH ve RASÜLÜ ekseninde kurmuş bulunan insanoğlunun, iç âhengiyle varlık arasındaki dengesini korumanın semavî unvanıdır. Esasen bu âhenk ve bu denge sağlanmadan, insanın insanî değerlere saygı içinde ve onları koruyarak yoluna devam etmesi de mümkün değildir.

Şuna bir kere kesin kâni olmalıyız ki, -milletimizde anlaşılmaz bir davranış var. Ne anlatmak çare oldu artık ne de başka bir şey- Kulluğunun farkındalar, ancak sorsak: "Elbet hepimiz Allah'ın kuluyuz" derler, Ama peşinden şunu sormazlar mı: "PEKİ, BU NASIL KULLUK ?!!!" Her söz mesuliyet getirir, kabilinden bakacak olursak, bunu düşünmek gerekmez mi? Kul demek emir alan ve hesap veren demektir. Emir veren ve hesap soran Allah'tır. Öyle bir şeye itimat etmeliyiz ki, hesap verme gününde bize yardımcı olsun, darda ve zorda bırakmasın, bizlere ebedi saadeti kazanmaya, Allah'ın rızasını kazanmaya sebep teşkil etsin. Günah batağına dalmış, Allah'ın emirlerinden bihaber yaşayan insanlara, "Neden bunu böyle yapıyorsun?" diye sorduğumuzda, o an bir takım farklı farklı cevaplar verebiyorlar. Kimi açık açık dindarlığa karşı olduğunu belirtiyor, kimi aşırılık yapmamak gerekir diyor, kimisi zamane böyle diyor, kimisi ailesinin kendisini yeterince eğitmediğini söylüyor, kimi duymadığını (!) söylüyor, kimi çevresini örnek gösteriyor, kimi kendine yakıştıramadığını söylüyor, kimi utanıyor v.s.. Kimileri de kızıyor, hatalı olmadığını kabul ederek (!) Anlayacağınız bir sürü nedenler. Esasen kul, "NEDEN İYİ KUL" olamıyorum sorusuna, vereceği cevabı şimdiden bir düşünmeli, değil ki Allah'ı ikna edeyim, acaba, vereceğim buna benzer cevaplara kendim bile inanıyor muyum? Böyle işler karşısında tefekkür etmek gerekir ki, kul Allah’ın huzurunda benzer sualler ile sorguya çekildiğinde, böyle benzer cevaplar mı verecek Allah'a? Böyle cevaplarla Allah nasıl ikna edilir? Geçerli bir cevap mıdır? Uzatmadan, nerdeyse hepimizin muzdarip olduğu bir günahımızı hatırlayalım: 5 vakit namaz eksikliği. Bu konuyu farklı yerlerde sohbet esanında açtğımızda, o an kimilerinin "ağzının tadını kaçtığını, günahı hatırlatmanın ne faydası olacağını" açık açık söyleyenler oldu bize karşı.

Değerli dostlar! Bizler -haşa- ne günah yazıcı melekleriz ne de hesap alma makamındayız. Ama hepimiz kul olarak, birbirlerimize dua etmek, nasihat etmek, ikaz etmek zorundayız. Sizden çok, fakir nasihate çok muhtaçtır. Özürsüz kılınmayan bir vaktin değil ki cezası ve azabı, sorgu esnasında bile insanı tarifsiz bir şekilde bunaltacağı bir çok hadislerde belirtilmiştir. Buna mukabil, Allah cc son derece esirgeyicidir, bağışlayandır, rahmet sahibidir. O'nun, ŞİRK dışında affedemeyeceği hiç bir günah yoktur. Evet, öyle de; o kul öyle kuldur ki, günahını fark etmiş, onun için sürekli tevbe etmiş, telafisi için azami gayret sarfetmiş ve bir daha elinden geldiği kadar o günaha dönmeye azmetmiş varsa kazaya kalmış ibadetlerini ödemeye girmiş ise. Yoksa, "Canım, Allah nasıl olsa Ğafürdur, Rahimdir, çok bağışlayandır" deyipte, beklentiye girip torpil bekliyorsa, biz yine de bu beklentisine "inşallah öyle olsun" diyelim. Ne diyelim başka ?!!!... Ahiretteki kavramları anlatmak dünya lisanları yetmez kıymetli dostlar. Sadece gölgesi bahsedilmiş olur belki ancak. Herşey ayan beyan orada tam manasıyla anlaşılacaktır. Rabbim cümlemizi, o dehşetli günde, ayette belirtilen "korkularından emin olmuş (kurtulmuş)" kullarından eylesin inşallah. Bir an dahi olsa sıkıntısından, mahçup ve mahzun olmaktan muhafaz eylesin.

Bir konuyu izah etmek için, sohbet yaparak uzatmak elimizdedir. Elhamdülillah, konular için yeterli kaynaklar vardır. Ancak firasetli kul için öz anlatım yeterlidir. Rahatlığı arzu ediyor, Allah'ın rızasını ümit ediyorsak, ya bu diyarda iyi kul olmak için gayret ve ihlas ile peşinden koşacağız ya da yine koşacağız. Koşamam ben denilebilir mi? Daha başka şık düşünülebilir mi? Veya "Tamam kabul, ama şu şu olsun, bu olmasın, yapamam bunları edemem, beceremem v.s." gibi ayrımcılığa gidilebilir mi?

Unutmayalım ki, Allah cc öyle Allah'tır ki, zahiren bakıldığında nimeti esirgemesi gerekirken bile, küffardan esirgemiyor, yine de türlü türlü nimetlerle donatıyorsa, Müslüman olarak bizler O'nun yolundan emrince elimizden geldiği kadar yaşamaya gayret edersek, azm-ü sebat gösterirsek, en büyük yardımcımız yine Allah cc olacaktır. Bu hususta asla zerrece yeis ve tereddüde düşmeyelim. Salih kişileri araştıralım, soralım, başta Kur'an-ı Kerim ve hadis kitapları olmak üzere değerli kaynakları karıştıralım, göreceğiz ki, Allah cc ne kadar mağfiret sahibiymiş, nasılda ihsan ediciymiş! İnsanlar, karmaşaların, huzursuzlukların, musibetlerin nedenlerini ve kaynağını, maddiyatta, kişilerde vesair sebeplerde arıyor amma, bir kere olsun düşümesi gerekmez mi, ALLAH'I DARILTMAK VE GÜCENDİRMEK BEKETSİZLİĞE, NEŞESİZLİĞE, MUSİBETLERE, AFETLERE sebep olamaz mı? Bunun terisi de olabilir. Onun emri ilahilerine uymuş, sünneti seniyyesiyle yoğrulmuş bir toplum geri planda kalabilir mi, paçavra gibi atılmış, umursanmaz bir ümmet olabilir mi?

Başkaları arasında sözü dinlenir, itibarı olur kişi olmak istiyorsak ilme ve dine kendinizi veriniz. Ve bu hususta gösterişten son derece çekininiz, dünyevi makamlara gelmek için değil, her şeyde olduğu gibi bunda da Allah cc rızasını gözetiniz. Aksi halde (Allah cc muhafaza buyursun) gayretler boşa çıkacaktır. Bu işler maddiyatla olmaz. Olsa da gelip geçici olur. Bakalım tarihte unutulmayanlara, ezici çoğunluğu olanlar salih kullardır. Diğerleri de yani kötülerde unutulmamışsa da, ibret-i âlem içindir. Büyük bir veli anılınca mı kalpler ferah ve huzur buluyor yoksa zalim ve gaddar olan bir kişi mi? İş güç yoğunluğu, sıkıntılar, vakitsizlik, dertler v.s. gibi türlü türlü mazeretlere sığınarak ahireti ve yollarını öğrenme hususunda gevşek davranmak, netice de kime zarar verecektir? NE ZAMAN BIRAKACAĞIZ DERTLERİ DERT EDİNMEYİ? Allah'ın bizlere imtihan ve sabır vesilesiyle vermiş musibetler, dertler, hastalıklar, maddi imkansızlıklar v.s. bizlere ceza olsun diye değildir herhalde değil mi? Hal böyle de olsa nerede kaldı sabır ve tevekkül hali? Bir hadisi şerifte şöyle beyan edilmiştir: "Kulun öyle bir takım günahları vardır ki, hiç bir istiğfar (tövbe etmek) o günahı silemez. Ancak çekilen bela ve musibetler (sabredildiği, her halde yine de şükredildiği halde) bu günahlara devadır." Başımıza bir anlık bela ya da başka bir olumsuz şeyler geldi mi, ferevanı hemen kopartıyoruz. Her hale şükür ve sabır denilen mevhumlar unutulmuş. Sanılır ki bu haller peygamberlerin, velilerin işi. Eğer öyle olsaydı Allah cc sadece onları yaratırdı, sadece onları cennetine koyardı.

Eğer insan, yeryüzünde Allah'ın halifesi ise o, herşeyde Allah için işleyecek, Allah için başlayacak, Allah için küsecek, Allah için sevecek, O'nun izni dairesinde varlığa müdahale edecek ve ele aldığı her işi O'na niyâbet mülâhazasıyla yerine getirecektir. Dolayısıyla da, ne başarılarıyla gururlanacak, ne yenilgileriyle ümitsizliğe düşecek, ne kabiliyetleriyle övünecek ne de üzerindeki Hak mevhibelerini inkâr edecek; her şeyi O'ndan bilecek ve gördüğü işleri birer istihdam sayarak, her yeni başarısıyla güven yenilemesi mânâsında yeniden bir kere daha Rabb'ine yönelerek itimat ve vefasını haykıracak ve günde birkaç defa Âkifçe ifadesiyle kendi kendine: "Allah'a dayan, sa'ye sarıl, tevfike râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol." sözleriyle nefes alıp verecektir. Sürekli gerilimde, her zaman azimli, daima şevk içinde, hep vazife şuuruyla oturup kalkacak ve her zaman hareketlerini, hamlelerini kulluk gâyesine bağladığı için de ne zafer ve başarılarıyla küstahlaşacak, ne de hezimetleriyle inkisarlar yaşayacaktır. Düz yolda yürürken veya yokuş aşağı inerken nasıl bir heyecan ve rahatlık içinde ise, en sarp yokuşlara tırmanırken de aynı azim ve aynı kararlılığı gösterecektir.

Azameti sonsuz, mağfireti engin, rahmeti geniş olan Yüce Allah cc, bu husuta ve diğer emri hususlarında bizlere ihlas, gayret ve azim ihsan eylesin. Her türlü riyadan, ücûbdan muhafaza buyursun. Hem kendimizin kamil mânâ da yaşamasını hem de başkalarına hayırlara ve iyiliklere vesile olmamızı nail eylesin.

Allah'a emanet olunuz.

Es-Selamun aleykum ve rahmetullah ve berakatühü.

Not: Allahın yardımıyla, bu yazıyı hazırlarken çeşitli kaynak eserlere göz attım. Sizlerden acizane istirhamım odur ki, çok değerli dualarınızı fakirden esirgemessiniz inşallah. Rabbim fakiri, sorumsuz mesuliyetten muhafaza eylesin. Sizler de bizim naciz dualarımızdasınız. Kusurlarla beraber gayret bizden, başarı ve tevfik neticesinde hidayet sadece ve yalnızca Allah'tandır.

KULLUK BİLİNCİ yorumları

  • Image Description
    imdat sezer
    08.07.2006

    Allah razi olsun.

    yaziniz icin tesekkür ederiz