CİNLER HAKKINDA BİR TEDKİK
Cenn ve cünûn, lügat itibariyle, gizlemek ve örtmek manasında kullanılmaktadır.
Rahm-i mâderde gizli olduğu için, ana karnındaki çocuğa cenin; aklı örttüğünden dolayı, deliliğe cünûn; düşmanın silahına karşı siper olup şahsı gizlemesi itibâriyle, kalkana cünne; vücudu örttüğü için elbiseye cenân; ölüyü gizlediği için kabre ve kefene cenen denilmektedir (80).
Bu manâlarla alâkalı olarak, "Gözle görülmeyen akıllı ve lâtif cisimler'e de cinn adı verilmektedir (81).
Cinn lâfzı ile, çok kere, insan karşılığı bir varlık kastedilir (82). Bu kelimenin müfredi, "cinnî"dir. Frenklerin "genie", lâtinlerin "genius" dedikleri de budur (83).
İslâm filozoflarından sayılan İbn-i Sînâ, cin'i, "Muhtelif şekillere girebilen hayvân-ı havâî" (84) diye tarif etmiş; Fârâbî ise "Hayyi gayri
nâtık, gayri mâit" (85) diye tanıtma yoluna gitmiştir.
Fârâbî, bu tarifinde "Gayrı nâtık ve gayri mâit" demekle yanılmıştır. Çünkü cinler, temyiz kudretine sahip bulundukları gibi ölüme de mahkûmdurlar. Ebû Ali, cinleri hadd-i nâkısla tarif yoluna gidip "Hayy-i mâiti hafî" demiş olsaydı hatâ ile ithâmdan kurtulmuş olurdu (86).
Ahd-i cedidin tedkikinde indilerin hepsinde cinden bahsolunduğu görülmekte; cin inancında semavî dinlerin ortak yönleri bulunmaktadır (87).
Cinlerin mahiyetleri:
Kur'an-ı Kerim tedkik olunduğu zaman, cinnin "yalın bir ateş"ten (88), hem de "çok zehirli bir ateşden (89) yaratıldığı görülmektedir. Ateşten yaratılmış, muhtelif şekillere girebilen cism-i lâtif, diye tarif edilen cin; bir Hadis-i şerifte de şöyle açıklanmaktdır:
"Melekler, nurdan; cinler, dumanı kesilmiş yalın bir alevden yaratıldı. Âdem aleyhisselâm ise, size vasfolunan (toprak)tan yaratıldı (90).
Ateş, üç şeyi bünyesinde toplamıştır: Nur, duman ve alev. Nur'un ışığı, dumanın karartısı, alevin de zarar verici bir hali vardır. Ateşten yaratılan cin, mahiyetindeki hususiyetlere göre, iman ve salâha; küfür ve dalâlete müsaid bulunmaktadır. Bu itibarla cin taifesinden mü'min olan da vardır, kâfir olan da bulunmaktadır. Onların sâlihleri de, kötüleri de bulunmaktadır.
Cinlerin yaratılma zamanına işaret eden bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
Andolsun ki biz, insanı kuru bir çamurdan suretienmiş bir balçıktan yarattık; cânnı da daha önce çok zehirli bir ateşten halk ettik" (91).
Kur'an-ı Kerim'de değişik lafızlarla 32 yerde cinden bahsolunmaktadır. Bunlardan 22'si cinn; 5'i cânn, 5'i de cinnet olarak geçmektedir. Bu lâfızların hangi sûrelerde, kaç defa geçtiğini ve hangi âyetler olduğunu şöyle sıralayabiliriz:
Cinn
İsrâ: 1 (88),
Kehf: 1 (50),
Zâriyât: 1 (56),
Rahmân: 1 (33),
Âraf: 2 (38, 179),
Neml: 2 (17, 39),
Fussilet: (25, 29),
Ahkâf: 2 (18, 29),
Sebe': 3 (12,14,41),
Cinn: 3 (1,5, 6),
En'âm: 4 (100, 112,128,130).
Cann
Hicr: 1 (27),
(Rahmân: 4 (15, 39, 56, 74).
Cinnet:
Hûd: 1(119),
Secde: 1 (13),
Sâffât:2(158),
Nâs: 1 (6).
Cinn ve ins kelimeleri, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerinde, birbiri üzerine atıf sûretiyle anılmış bulunmaktadır. Aklî kaziyyeler ve Nahiv ilminin ortaya koyduğu gerçeklerle bilinmektedir ki, ma'tuf, ma'tûfun aleyhden gayri bir şeydir. Yani bunlar birbirinin aynı değil, ayrı ayrı mefhumlardır. "Bana Ali ve Hasan geldi" denildiğinde, gelme işinde ortaklığı bulunan Ali ve Hasan'ın birinden ayrı ve değişik şahıslar olduğu anlaşılır.
Hâl böyle iken, bazı şahıslar, Kur'ân-ı Kerîm'in bu beyânını ilmî ve aklî gerekçeleri hiçe sayıp, cinleri inkâra kalkmaktadırlar. Hatâsını te'ville kapatma gayretine düşen bu zavallılar, dolambaçlı yollara sapmakta ve küre-i arzın buzlarla örtülü bulunduğu devirlerde, insanların mağaralarda gizlenmeleri sebebiyle kendilerine cin adı verildiği fikrini (!) ortaya atmaktadırlar.
Hiçbir ilmî dayanağı bulunmayan bu söz, Kur'ân-ı Kerim'e dayalı bilgisi bulunmayanların cılız iddiasıdır.
Müsbet ilim ve cinleri inkâr
20. asrın son yıllarına ulaşan insanoğlu, aklını imânın ışığında ve İslâm'ın kumandasında yürütemediği için, inanç yönünden, fetret devri insanlarına taş çıkartacak cehâlet örnekleri vermektedir.
İhtisasa değer verdiğini söyleyen ve her ilim dalında şubelerin geliştiğini bilen inkârcı gürûh, dayanağı nakil olan metafizik meseleleri, akılla izaha kalkışıp, akılsız mahlûkattan daha sapkın bir dalâlete düşmektedir.
Bu cümleden olarak bazı şahısların cinleri inkâra yeltenmelerini örnek verebiliriz. Günlük makalelerin, radyo konuşma ve açık oturumların bu nevzûhur bilginleri, "gözleriyle göremedikleri veya laboratuar deneyleriyle ispatlanmayan" şeyleri açıkça inkâr cür'etini göstermektedirler.
Bu iddia, Kur'ân-ı Kerim'i inkâra varan bir söz olduğu gibi, konuşanın cehaletini de ortaya koymaktadır. Zira metafizik hadiseleri, akılla isbat mümkün olmadığı gibi, inkâr etmeye de yol tamamen kapalıdır. Bu sınıfta yer alan meseleler "sem'î" deliller ile, yâni âyet ve hadislerle, haber verilmiş iman ve ikrara temel teşkil etmiştir.
Akıl; fizik ötesi meseleleri değil, bunları haber veren naklî delilerin sübutunu, kuvvet derecesini ve birbiriyle olan bağlantılarını tedkik edebilir.
Akıl, iman meselelerinin isbatında değil, izah ve delile bağlanmasında yararlı olabilir. Yoksa her meselenin isbatında tek ve yegane yol akıl değildir.
Cinlerin varlığına imanımız ve mahiyetlerine dair bilgimiz, naklî kaynaklarla sınırlı kalmalıdır. Biz âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri tedkik ederek cinlere dair inanç ve ilmimize kuvvet kazandırabiliriz. Cinlerin varlığını akla dayanarak inkâr, isbat etmekten daha zordur.
"Görülmeyen şey var olamaz" diyene, "Görmemek yok olmayı ge-rektirmez" diye cevap veririz.
Biz, mikropları gözümüzle ve hatta bir çoklarını mikroskopla bile görememekteyiz. Hangi akıllı, kalkıp da mikropların gözle görülemedi-ğini mucip sebep olarak kabul edip, hastalıkların virüsünü inkâr edebilir?
Biz, ruhumuzu da görememekteyiz. Fani hayatı devam ettiği halde, kim kendisinin cansız olduğunu söyleyebilir?
Teneffüs ettiğimiz havayı da göremiyoruz. Hava varmı, yok mu?
diye, tereddüt ediyor muyuz hiç?
Aklına dayanarak cinleri inkâra kalkışan kimsenin, aklının olduğunda biz de şüphe etmekte haklı sayılırız. Haklı sayılmalıyız, çünkü
onların akıllarını da biz göremiyoruz!
Müsbet ilimlerin ötesinde bulunan meseleleri, aklî kanunlarla ve müsbet ilimlerle mahsus deney ve tecrübelerle inkâra kalkmak, ilmin salahiyetini aşmak ve ihtisasının dışına taşmak olur.
Cinleri, havâss-ı hamse (beş duyu) ile anlamak da kabil değildir. Bu hususta ancak haber-i sâdık (âyet ve hadisler) yolu ile bilgi sahibi olabiliriz. Kâdî Abdül-Cebbâr Hemedânî, "Cinlerin varlığını isbat eden delil "sem'i'dir. Onların varlığını akılla isbat için bir yol yoktur" demiştir (92).
Hâl böyle olunca, Kurân-ı Kerim ve hadis-i şeriflere dayanarak cinler ile alâkalı mevzuları tedkik edebiliriz. Aklın bu meseleleri anlaması ve kuşatması, gözle işitmek, kulakla görmek kadar imkânsızdır.
Cinlerin Peygamber Efendimize imanı
İnsanların ve cinlerin tamamına peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.), Tâif halkını imana davet için gitmiş ve oradan üzgün olarak dönüyordu. Bu yolculuk, imândan nasibi olan cinlerin İslâmiyet! kabulü ile sonuçlanacak idi. Bu seyahatin dönüşü sırasında tan yeri ağarmış ve Fahr-i Kâinat Efendimiz Batn-i Nahle adı verilen vadide sabah namazına durmuştu.
Diğer taraftan, cin taifesini hayretler içinde bırakan bir hâl olmuştu.
Cinler, o güne kadar, semâya doğru yükselip meleklerin konuşmalarını kulak hırsızlığı yoluyla dinlerlerdi. Fakat o gün, bu maksadla göklere doğru yükselmek istediklerinde, üzerlerine ateşvârî gök taşları atılmıştı.
Semâda meydana gelen bu hâdisenin, yeryüzündeki ehemmiyetli bir meseleden dolayı vukua geldiğini düşünerek, sebebini araştırmak için kürei arza dağılmışlardı.
Nasibin cinlerinden ileri gelen bir heyet, Batn-ı Nahle'ye uğramışlardı. Resûl-i Ekrem'in okumakta olduğu Kur'an-ı Kerim'i dinlemişler, semada cereyan eden hadisenin sebebini anlamışlar ve sonra kavim-lerinin yanlarına dönmüşlerdi (93). Bu hususla ilgili âyet-i Kerîmelerde durum şöyle açıklanmaktadır:
"Yâd et o zamanı ki, cinlerden bir tâifeyi Kur'an dinlemeleri için sa-na (doğru) çevirmiştik. İşte bunlar, onun huzuruna gelince (birbirine) "susun (dinleyin)" demişler, (okunması) bitirilince de (kendilerini azâb ile) korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi. t"Ey kavmimiz, dediler, hakikat biz Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdîk eden, Hakk'a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah'ın dâvetçisine icabet edin. Ona iman edin ki, (Allah) sizin günahlarınızdan bir kısmını yarlığasm ve sizi acıklı bir azabdan kurtarsın" (94).
Cenâb-ı Hak, onların Kur'an dinlemeleriyle ilgili hususu Peygamber
Efendimize vahiy yoluyla şöyle haber vermiş bulunmaktadır:
"(Habibim), de ki: "Bana şu hakikat(ler) vahiy olunmuştur: Cinden bir zümre (benim Kur'an okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: —Biz, hakikî hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiç bir (şey)i aslâ ortak tutmayacağız. Hakikat şudur ki, Rabbimizin büyüklüğü (her büyüklükten) yücedir. O, ne bir zevce, ne de bir evlad edinmemiştir. Hakikat şudur ki; bizim avanak (cahil)imiz Allah'a karşı (meğer) pek aşırı yalanlar söylüyormuş. Gerçek biz de insan (olsun), cin (olsun) Allah'a karşı (hiç biri) asla yalan söylemez, sanmıştık. Filhakîka şu da var; insanlardan bazı kimseler cinden, bazı kişilere sığınırlar. Demek bu sûretle onların azgınlıklarını (şımarıklıklarını) arttırmışlar. Hakîkaten onlar da, sizin zannettiğiniz gibi; Allah'ın hiç bir kimşeyi katiyyen tekrar diriltemiyeceğini sanmışlar. (Cin devamla): "Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik. Fakat onu sert bekçilerle ve (yakıcı) şihablarla doldurulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, (bundan evvel haber) dinlemek için onun bazı kısımlarında oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa kendisini gözetip duran bir şihab (karşısında) buluyor" (95).
Bu vakıa, cinlerin Peygamber Efendimize ilk mülâkatı oluyordu. Bundan sonra yine bir gün Peygamber Efendimiz ashabına şöyle hitab etti:
"Ben gece vakti gidip cinlere Kur'an okumakla emrolundum. Pe-şimden kim gelecek?" Resûl-i Ekrem bu sözü ikinci ve üçüncü defa te-rarlamışsa da ashab gene önlerine bakmışlardı.
İbn-i Mes'ud durumu şöyle haber veriyor: Bu suale karşı "Ben (gelirim) ey Allah'ın Resulü" dedim. O gece bu vakıaya benden başkası şâhid olmamıştır.
Şi'b-i Hacûn (96)'a vardığımızda bana bir çizgi çekti, oturmamı emretti ve "Ben sana dönüp gelesiye kadar buradan dışarı çıkma!" diye tenbih etti, sonra gitti.
Ben, bu sırada şiddetli bir gürültü işittim. Cinler, Resûl-i Ekrem'in üzerine keklikler gibi uçuştular. Ayakları ile taşları yuvarlıyorlardı. Kadınların def çaldıkları gibi deflerini çalıyorlardı. Nihayet onu kuşattılar. Kendisini göremez olup ayağa kalktım. Eliyle bana oturmamı işaret etti. Derken, Kur'an okumaya başladı. Sesi gittikçe yükseliyordu. Onlar yere yapışmış bir halde duruyorlardı. Kendilerini göremez olmuştum.
Nihayet bana geldiği zaman, buyurdu ki: "Bana (doğru) gelmek istemiştin değil mi?" Ben:"Evet, yâ Resulallah" dedim. O:
"Bu (dediğini yapsaydın) sana iyilik getirmezdi. Onlar, cin (taifesin-den)dir. Kur'ân dinlemek üzere gelmişlerdi, sonra kavimlerini inzâr et-mek üzere döndüler. Benden azık istediler. Ben de kendilerine kemik ve deve pisliğini azık (olarak tahsis) ettim. Kimse kemikle ve bir deve pisliği ile taharet almasın" buyurdu.
Bu hususla ilgili ve değişik yollardan gelen rivayetler, cinlerin Pey-gamber Efendimize iman etmelerini, Resûl-i Ekrem'in cin taifesinden de ashabı bulunduğunu ve Fahr-i Kâinatın Resulü's-Sekaleyn (ins ve cinne gönderilmiş bir peygamber) olduğu hakikatini ortaya koymaktadır.
Cinlerin, yaratıldıkları halde görülememesi ve değişik şekillere girmesi
Nebîler ve velilerden başkası için, cinleri yaratıldıkları surette görmek mümkün değildir. Bu hususla ilgili bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Çünkü o da, kabilesinden olan(lar)da sizi, sizin kendilerini göremiyeceğiniz yer(ler)den muhakkak görür(ler). Biz, şeytanları iman etmiyeceklerin velîleri yaptık"(97).
İncelik; gözün zayıflığı, uzaklık ve lâtif bir halde bulunmak gibi şeyler, görmeye engel teşkil eden hâllerdendir. Allah Teâlâ, gözümüzün görme kabiliyetini, nurunu kuvvetlendirir veya onlara kesafet verirse cinleri görmek mümkün olabilir (98).
Cinlerin muhtelif şekillere girebilmesi
İnsanların istedikleri elbiseyi giydiği gibi, cinler de diledikleri surete girebilirler. Allah onlara böyle bir kudret ve imkân vermiştir.
Cinler, insan suretine girebilecekleri gibi, bir çok hayvanların şekline; köpek, yılan, deve, sığır, at, katır ve sair şekillere girebilirler. Peygamber Efendimizin bir hadis-i şeriflerinden, şeytanın bir adam suretinde geldiğini öğrenmekteyiz. Şöyle ki:
Ebu Hüreyre (r.a.) naklediyor:
"Resulullah (s.a.v.) beni, Ramazan zekatı (bulunan fıtır sadakasını muhafazaya vazifelendirdi. Bir kimse gelip yenilecek şeylerden avuçla (kabına doldur)maya başladı. Onu (suçüstü) yakaladım. Kendisine:
— "Seni Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna çıkaracağım" dedim. O:
— "Cidden ben muhtacım. (Bakımı) üzerine (vazife olan) aile efradım var. Şiddetli bir ihtiyaç içindeyim" dedi. (Acıdım da) salıverdim onu. Sabaha ulaştığım zaman Resulullah (s.a.v.):
— "Ya Ebâ Hüreyre! Dün gece (yakaladığın) tutsak ne yaptı?" buyurdu. Ben:
— "Ey Allah'ın Resulü, ihtiyacın(m çokluğun)dan ve aile efradınn fazlalığından dert yandı; ben de kendisine acıdım da salıverdim" dedi. Resuli Ekrem:
— "Lâkin o sana karşı muhakkak yalan söyledi, (sana) tekrar gelecek" buyurdu.
Onun geri geleceğini Resulullah (s.a.v.)'ın sözünden anladığım için onu gözetledim. Bu sırada o geldi ve yiyeceklerden avuçla (torbasına) doldurmaya başladı. Yakaladım ve:
— "Seni Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna çıkaracağım" dedim. O:
— "Beni bırak. Zira ben muhtacım. (Bakımı) üzerime (vazife olan) aile efradım var. Bir daha yapmıyacağım" dedi. Ona acıdım da salıverdim. Sabaha çıktığımda Resulullah (s.a.v.) bana:
— "Ya Ebâ Hüreyre! Dün gece yakaladığın (hırsız) ne yaptı?" bu-yurdu. Ben:
— "Ey Allah'ın Resulü, ihtiyacın(ın fazlalığın)dan ve aile ferdlerinin çokluğundan (yaptığını söyledi ve halinden) dert yandı. Ben de kendisine acıdım da salıverdim" dedim. Resulullah (s.a.v.):
— "Hiç şüphe yok ki, o sana yalan söyledi; o tekrar gelecektir" buyurdu.
Bunun üzerine ben de üçüncü defa (gelişini) gözetlemeye başladım. Derken çıkageldi. Yiyecek (maddeler)den avuçlamaya başladı. Kendisini (suçüstü) tuttum da:
— "Elbette seni Resulullah'ın huzuruna çıkaracağım. Bu üç gelişin sonuncusudur. Bir daha gelmiyeceğine söz veriyor, sonra tekrar geliyorsun" dedim. O:
— "Ne olur yapma! Beni bırak. Cidden sana, Allah'ın seni faydalandıracağı bir takım kelimeler öğreteceğim" dedi. Ben:
— "Nedir onlar?" dedim. O:
— "Yatağına (yatmak için) geldiğinde Âyetü'l-Kürsî'yi oku. Hiç şüphesiz, Allah tarafından bir koruyucu sana karşı (yardımdan) ayrılmaz ve sana şeytan da yaklaşamaz" dedi. Bunun üzerine onu salıverdim. Sabahladığımda Resulullah Efendimiz bana:
— "Dün gece esirin (yakaladığın hırsız) ne yaptı?" buyurdular. Ben:
— "Ey Allah'ın Resulü! O, Allah'ın beni faydalandıracağı bir takım Kelimeleri öğreteceğini söyledi, ben de kendisini "salıverdim" dedim. Resulullah (s.a.v.):
— "O kelimeler neymiş" buyurdu. Ben:
— "O bana: Yatağına (yatmak için) geldiğinde Âyetü'l-Kürsî'yi (Al-lahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûmu) başından sonuna kadar oku" dedi ve: "Allah tarafından bir muhafız sana karşı (yardımdan) ayrılmaz. Sana sabaha kadar şeytan da yaklaşamaz" dedi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem:
— "On(un anlattıklarına gelince, kendi çok yalancı olduğu halde sana doğruyu söylemiş. Ey Ebu Hüreyre! Üç defadır kiminle muhatap olduğunu biliyor musun?" buyurdu. Ben:
— "Hayır, cevabını verdim. Resûl-i Ekrem:
— "O, şeytandır" buyurdu (99).
İkinci bir vak'ayı da İmam Abdül Vehhab Şa'rânî (k.s.)'dan nakletmek isteriz. Bu büyük âlim diyor ki:
"Ben geceleyin mescidde bulunuyordum. Cin taifesinden bir şahıs, sarı ve parlak tüylü bir köpek suretinde gelip tevhid ve ahlâka ait seksene yakın soruyu ağzında taşıyarak getirdi.
Caminin temizliğine bakan şahıs, onu bildiğimiz köpeklerden biri sandığından, mescidin mefruşatını baştan aşağı yedi defa yıkamıştı.
Ben cinlerin sorularını cevaplandırdım ve bir risale halinde toplayıp "Keşfü'l-hicab-i verrân, an vech-i esileti'l-cânn" adını verdim (100).
Cinler şekil ve suret değiştirdiklerinde, sesleri, girdikleri varlığın sesini andırır. Ancak, kendileri lâtif cisim oldukları için, kesif harfleri ve şiddetli telaffuz etmeyi gerektiren hurufaatı, mahrecinden tam olarak çıkaramazlar.
Cinler, insan suretine girmedikçe insanların konuşmalarına asla güç yetiremezler.
Cinlerde yiyip içme ve ölüm
Gerek cinlerde, gerekse şeytanlarda yiyip içme vardır. Bu hususu, sahih hadisler ortaya koymaktadır. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Şeytan, hiç şüphesiz, sol eliyle yer, sol eliyle içer" (101).
Şeytan, besmele çekmeden yemeğe oturanların sofrasına sokulur ve onlar ile birlikte yemeğe başlar. Asr-ı saadette bir adam yemek yiyordu. Peygamber Efendimiz de orada oturmakta idi. O şahıs, "bismillâh" dememiş idi. Yemekten ancak bir lokma kalmıştı ki (besmele çekmediğini hatırlayıp) onu ağzına götürürken:
"Önüne de, sonuna da bismillah (ile başladım)" dedi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem Efendimiz gülümsedi ve şöyle buyurdu:
"Şeytan, onunla beraber yemeye devam ediyordu. Ne zaman ki Allah'ın adını andı, şeytan (kaçtı ve) karnında olanı kustu" (102).
İman sahibi bulunan cinler, bu arsızlığı irtikap etmezler. Onlar, İslâmî kayıtlara riayetkardırlar, kendilerine tahsis edilen yiyeceklerin dışında bir şeyi yemeye heveslenmezler.
Peygamber Efendimize iman etmek üzere gelen Nasîbin cinleri, Resul-ü Ekrem (s.a.v.)'den yiyecek bir şeyin tahsisini niyaz ettiler. Efendimiz de onlara, kemiği; bineklerine de tezeği tahsis buyurdu. Bu hususu açıklayan bir hadis-i şerifte:
"Ben, cinlerin kemik ve tezeğe uğradıklarında onlar üzerinde yiyecek bulmaları için Allah'a dua etmiştim" (103). "Tezekle ve kemikle taharet almayın. Çünkü bunlar, cinlerden kardeşlerinizin azığıdır" (104)
buyurulmaktadır.
Cin taifesi, Peygamber Efendimizin bu duası ve mucizei Muhammediyesi sebebiyle, kemiği üzerinde etiyle; tezeği de arpa ve saman şeklinde bulmakta ve onunla gıdalanmaktadırlar.
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır:
"Şeytan, hareketli (ve yemek artıklarını) yalayıcıdır. Kendinizi onların zararına karşı çekingen tutun. Kim elinde et ve balık kokusu olduğu halde geceler de bu yüzden kendisine bir şey isabet ederse, nefsinden başkasını ayıplamasın" (105).
Nasibin cinleri Yahudi idi (106). Bu sebeple, kavimlerin yanlarına döndükleri zaman:
"Ey kavmimiz, dediler. Hakikat biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik eden Hakk'a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik" (107) demişlerdi.
Cinlerin mümin olanlarının ehl-i sünnet mezhebinden olanları bulunduğu gibi bid'at ehlinden olanları da vardır. Bu hususları açıklayan âyet-i kerimelerde şöyle beyan buyurulmaktadır:
"Hakikaten biz, kimimiz salâha ermiş (iyi kişi)leriz. Kimimiz ise bunlardan aşağıdır. Çeşit çeşit yollar(a sahip) olmuşuz" (108). "Ger-çek, kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman olanlar (yok mu?) İşte onlar doğru yolu ara(yıp bul)muşlardır. Zulmedenlere gelince onlar da cehenneme odun oldular" (109).
Şeytanlar ile cinler, mahiyet itibariyle değil, inanç yönünden birbirinden ayrılmaktadırlar. Rahmet-i ilâhîden uzak oldukları için kendilerine "şeytan" adı verilmiştir. Onların da mahiyetleri ateştir. Cenab-ı Hak,iblisi Hz. Adem için secde etmekle emrettiği zaman:
"Ben ondan hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" (110), diye itiraz etme bedbahtlığını göstermiş ve rahmet-i ilâhîden mübbeden kovulmuştur.
Halkın arasında dolaşan "Cin başka, şeytan başka" sözü, mutlak mânâda doğru olarak kabul edilemez. Ancak, inançlarındaki farklılığı hamletmek suretiyle tevil ve izah edildiğinde doğru görülebilir.
İblis cinlerin babası mıdır?
Hayır! O, cinlerin babası değil, sadece cinlerden bir ferttir. İblis, ilk yaratılan cin olmayıp Allah'a ilk isyan eden cinnîdir (111). Kâbil'in ilk yaratılan insan olmayıp şakavete ilk cür'et eden adam olduğu gibi...
İblis melek sıfatına dahil midir?
Aslâ! Meleklerin nurdan yaratıldığına dair hadis-i şerif yukarıda geçmiş bulunmaktadır. Halbuki Kitab-ı İlâhîde, şeytanın ateşten yaratıldığına dair açık bir beyan da vardır (112).
Meleklerde erkeklik ve dişilik olmadığı, bilinen bir gerçektir. Bu itibarla melâike-i kiram arasında evlat, torun yetişmesi suretiyle tenasül ve zürriyetin gelişmesi yoktur. Halbuki şu âyet-i kerime İblisin zürriyet sahibi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:
"... Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanınız olduğu halde, dostlar edinir misiniz?" (11 3)
Meleklerin, Cenâb-ı Hakk'a isyan etmeyeceklerine dair âyet-i kerimeler, dikkate alındığı zaman Allah Teâlâ'ya isyan eden İblis'in melek olmadığı aklen ve naklen bir kat daha kuvvet kazanır.
Bu mevzuyu noktalama bakımından şu âyet-i celîle ne kadar açık bir delildir:
"Hatırla o günü ki, (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyecek. (Melekler de): "Seni (ortaktan) tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara iman edicilerdi" diyecekler" (114).
Meleklerin Hz. Âdem için secde etmeleriyle ilgili âyet-i celîledeki "illâ İblîse" kelimesiyle vaki olan istisnâ, şeytanın, Hz. Âdem için secde ile emrolunanlar sınıfından hariçte kaldığını ortaya koymaktadır. Yoksa meleklerin cinsinden istisnâ edilmiş olmayacağı bedîhidir.
İblis ve onun avenesi bulunan şeytanlar, daima şerrin ve kabahatin tatbikçisi olmuş ve olmaktadır da... Melekler ise, her zaman hayırlı işlerin ve Allah Teâlâ'ya kulluğun en güzel örneklerini vermişlerdir ve her zaman da bu hâlin müdavimi bulunmaktadırlar.
Kur'ân-ı Kerim'in 70 yerinde müfred, 18 mahallinde de cem'i siğasiyle geçen şeytan; yaratılmış bulunduğu alev gibi, isyana baş kaldır-mış ve mahiyetinde mevcut "semûm" ile, insanları kötü inanç ve hareketlere-sevk ederek zehirleme yolunu tutmuştur. Bu mevzuyu bazı âyet-i kerime meâlleriyle bitirmek isterim:
"(İblis) öyleyse, dedi, (mâdem ki) sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeble, andolsun ki, onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra, andolsun, onların önlerin-den, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimse)ler bulmayacaksın" (115).
"Ey Âdem oğullan, şeytan ana ve babanızı, fena yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak nasıl Cennetten çıkardıysa sakın size ele bir fitne (belâ) yapmasın..." (116)
Cinlerde mükellefiyet ve bunun neticeleri
Canlı ve akıllı her varlık gibi, cinler de iman ve ibadetle mükellef bulunmaktadırlar. Bu husus, naklen zarurî olduğu kadar, aklen de tabiî bulunmaktadır.
Cinler, kendilerine yüklenen vazifeleri yapıp yapmamalarına göre, mükâfata erişmekte veya cezaya çarptırılmaktadır. Bu hükümleri izah edip şahidlendirme bakımından bazı âyet-i kerime meallerini aşağıya alıyoruz:
I-Mükellefiyet:
"Ben, cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (117).
lI- Yaptıkları işlere mükâfat ve sevap verilmesi:
"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri (mertebeleri) vardır" (118).
III-Sorumluluk:
"Ey cin ve ins cemaati, içinizden size âyetlerimi nakleder, bu gününüzün gelip çatacağını inzar ile haber verir peygamberler gelmedi mi size?" Ey Rabbimiz, diyecekler, nefsimize karşı (kendi aleyhimize) şahitlik ederiz..." (119)
IV- Azaba çarptırılmaları:
"Andolsun ki ben, cehennemi bütün insan ve cinden (müstehak olanlarla) dolduracağım" (120).
"Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, içinde ebedî olduğunuz ateş karargâhınızdaır sizin" (121).
"(Allah) diyecek: "İns ve cinden sizden evvel geçmiş ümmetler arasında siz de girin bu ateşin içine" (122).
V- Cennete girmeleri:
Cinlerin Cennete girip girmeyecekleri, İbni Abbas (r.a.)'den sorulmuştu. O, yedi gün sonra:
"Oralarda gözünü yalnız zevclerine hasretmiş (öyle dilber)ler vardır ki, bunlardan evvel ne bir insan, ne bir cin asla kendilerine dokunmamıştır"
123), meâlindeki âyet-i kerimeyi delil göstererek Cennete gireceklerini haber vermiştir (124).
İbni Şâhin de "Garâibü's-sünne" adlı kitabında bu hususu teyid eden beyanda bulunmuştur (125).
Muteber tefsirlerde bu hakikati beyan eden ifadeler az değildir (126).
Ulema topluluğunun görüşü de bu merkezdedir. İmam Ebu Yusuf ve İbni Ebî Leylâ'nın bu ictihadda bulunduğunu İbni Hazm "Milel'inde nakletmektedir.
Hâris-i Muhasibî, "Biz, cennette cinleri görürüz, onlar bizi göremez" demiştir (127). Ancak, dünyada nebî ve velilerin onları gördükleri gibi, onların havassı da Cennette bizi görebilecektir (128).
Cinlerden peygamber gelmiş midir?
Cinlere peygamber gönderildiğini Kur'an-ı Kerim sarahatle ifade etmektedir. Ancak, kendi cinslerinden peygamber gelip gelmediği hu-susunda ihtilaf olunmuştur.
Mukatil ve Dahhâk: "Allah, insanlardan peygamber gönderdiği gibi, cinlerden de peygamber göndermiştir" deyip iddialarını En'am Sûresinin "Ey cin ve ins cemeaati, içinizden size âyetlerimi nakleder, bu gününüzün gelip çatacağını inzar ile haber verir bir peygamber gelmedi mi size?" meâlindeki âyet-i kerimesini delil göstermişlerdir (129).
Cumhur-i ulemânın selef ve halefi, cinden peygamber gelmediğini kesinlikle ifade etmişlerdir. İbni Abbas (r.a.), Mücahid ve Kelbî bu görüşü müdafaa edenlerin başında gelmektedirler (130).
Evet, gerek insanlara, gerek cinlere gönderilen peygamberler, insanlar arasından gönderilmiştir. Bahsi geçen âyet-i kerimede "min-küm=içinizden" buyurulması, tağlib tariki ile böyle ifade edilmiş bulunmaktadır.
Âyet-i kerimedeki "minküm" ifadesi "herbiriniz" mânâsında olmayıp, "cin ve insan topluluğu arasından, bir neviden" mânâsına gelmektedir.
İbni Abbas (r.a.), cinlerin arasından gönderilen resullerin, işittikleri vahyi ilâhîyi tebliğde, peygamberler ile hemcinsleri arasında elçilik yapanlar, mânâsında olduğunu haber vermiştir; bu husustaki görüşünü de Ahkâf Sûresinin "Korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi" meâlindeki âyetiyle delile bağlamıştır (131).
Köre renkten bahsedilmez.Zira o, her şeyi siyah zanneder. Kalp gözü, iman nurundan mahrum olan kimse de, ancak inkârdan fayda umar. Ona dört kitabı da delil getirseniz, fayda vermez.
Cinlerde ölüm
Cinler, diğer canlılar gibi, ömürleri dolunca ölürler. Kur'an-ı Kerim'de gerek cinden, gerekse insan soyundan, geçmiş ümmetlerin bulunduğuna dair beyanlar görülmektedir (132).
Peygamber Efendimiz yapmış oldukları dualarında, şöyle niyaz etmiş bulunmaktadır:
"... Sen öyle bir hay (ata sahib)sin ki asla ölmezsin. Halbuki cin ve insanlar ölürler" (133).
(80) Kâmus-u Okyânus.
(81) Büyük Türk Lügati, c. E, s. 324.
(82) Vankulu Lugati.
(83) Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5381.
(84) Külliyât-î Ebil-bekâ, s. 257.
(85) Hak dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5386.
(86) a.g.e., c. 7, s. 5387.
(87) Metta 8/31, Markos 9/38, Luka 9/1.
(88) Sûre-i Rahman, 15.
(89) Sûre-i Hicr, 27.
(90) Müslim, c. 8, s. 226.
(91) Sûre-i Hicr, 26-27.
(92) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, 3.
(93) Tefsiri Kurtubî, c. 16, s. 211.
(94) Sûre-ı Ahkâf, 29-31.
(95) Sûre-i Cinn, 1-9.
(96) Hacûn: Mekke'nin üst tarafında bir dağdır. (Mu'cemü'l-Büldân, c. 2, s. 225).
(97) Sûre-i Ârâf, 27.
(98) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, 13.
(99) Buhârî, c. 4, s. 92.
(100) el-Yevâkît ve'l-Cevâhir, c. 1, s. 121.
(101) Ebû Davud, c. 3, s. 343.
(102)a.g.e., c.3, s. 348.
(103) Buhârî, c. 4, s. 241.
(104) Tirmizî, şerhi Tuhfetü'l-Ahvezî, c. 1, s. 90.
(105) Feyzü'l-Kadir, c. 2, s. 357.
(106) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 43.
(107)Sûre-ıÂhkâf,30.
(108)Sûre-iCin, 11.
(109) Sûre-i Cin, 14-15.
(110)Sûre-i Ârâf, 12.
(111) el-Yevâkît ve'l-cevâhir, c. 1, s. 122.
(112)Sûre-i Ârâf, 12.
(113)Sûre-i Kehf, 50.
(114) Sûre-i Sebe', 40-41.
(115) Sûre-i Ârâf, 16-17.
(116)Sûre-i Ârâf, 27. (117) Sûre-i Zâriyât, 56.
(118)Sure-i Ahkâf,19.
(119) Sûre-i En'am, 130.
(120) Sûre-i Hûd, 119
(121) Sûre-i En'âm, 128. .
(122) Sûre-i Ârâf, 38.
(123) Sûre-i Rahman, 56.
(124) el-Yevâkît ve'l-cevâhir, c. 1, s. 122.
(125) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 44.
(126) Tefsir-i Kurtubî, c. 17, s. 181.
(127) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 46.
(128) el-Yevâkît ve'l-cevâhir, c. 1, s. 121.
(129) Tefsiri Kurtubî, c. 7, s. 86.
(130) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 28.
(131) Tefsir-i Kurtubî, c. 7, s. 86.
Rahm-i mâderde gizli olduğu için, ana karnındaki çocuğa cenin; aklı örttüğünden dolayı, deliliğe cünûn; düşmanın silahına karşı siper olup şahsı gizlemesi itibâriyle, kalkana cünne; vücudu örttüğü için elbiseye cenân; ölüyü gizlediği için kabre ve kefene cenen denilmektedir (80).
Bu manâlarla alâkalı olarak, "Gözle görülmeyen akıllı ve lâtif cisimler'e de cinn adı verilmektedir (81).
Cinn lâfzı ile, çok kere, insan karşılığı bir varlık kastedilir (82). Bu kelimenin müfredi, "cinnî"dir. Frenklerin "genie", lâtinlerin "genius" dedikleri de budur (83).
İslâm filozoflarından sayılan İbn-i Sînâ, cin'i, "Muhtelif şekillere girebilen hayvân-ı havâî" (84) diye tarif etmiş; Fârâbî ise "Hayyi gayri
nâtık, gayri mâit" (85) diye tanıtma yoluna gitmiştir.
Fârâbî, bu tarifinde "Gayrı nâtık ve gayri mâit" demekle yanılmıştır. Çünkü cinler, temyiz kudretine sahip bulundukları gibi ölüme de mahkûmdurlar. Ebû Ali, cinleri hadd-i nâkısla tarif yoluna gidip "Hayy-i mâiti hafî" demiş olsaydı hatâ ile ithâmdan kurtulmuş olurdu (86).
Ahd-i cedidin tedkikinde indilerin hepsinde cinden bahsolunduğu görülmekte; cin inancında semavî dinlerin ortak yönleri bulunmaktadır (87).
Cinlerin mahiyetleri:
Kur'an-ı Kerim tedkik olunduğu zaman, cinnin "yalın bir ateş"ten (88), hem de "çok zehirli bir ateşden (89) yaratıldığı görülmektedir. Ateşten yaratılmış, muhtelif şekillere girebilen cism-i lâtif, diye tarif edilen cin; bir Hadis-i şerifte de şöyle açıklanmaktdır:
"Melekler, nurdan; cinler, dumanı kesilmiş yalın bir alevden yaratıldı. Âdem aleyhisselâm ise, size vasfolunan (toprak)tan yaratıldı (90).
Ateş, üç şeyi bünyesinde toplamıştır: Nur, duman ve alev. Nur'un ışığı, dumanın karartısı, alevin de zarar verici bir hali vardır. Ateşten yaratılan cin, mahiyetindeki hususiyetlere göre, iman ve salâha; küfür ve dalâlete müsaid bulunmaktadır. Bu itibarla cin taifesinden mü'min olan da vardır, kâfir olan da bulunmaktadır. Onların sâlihleri de, kötüleri de bulunmaktadır.
Cinlerin yaratılma zamanına işaret eden bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
Andolsun ki biz, insanı kuru bir çamurdan suretienmiş bir balçıktan yarattık; cânnı da daha önce çok zehirli bir ateşten halk ettik" (91).
Kur'an-ı Kerim'de değişik lafızlarla 32 yerde cinden bahsolunmaktadır. Bunlardan 22'si cinn; 5'i cânn, 5'i de cinnet olarak geçmektedir. Bu lâfızların hangi sûrelerde, kaç defa geçtiğini ve hangi âyetler olduğunu şöyle sıralayabiliriz:
Cinn
İsrâ: 1 (88),
Kehf: 1 (50),
Zâriyât: 1 (56),
Rahmân: 1 (33),
Âraf: 2 (38, 179),
Neml: 2 (17, 39),
Fussilet: (25, 29),
Ahkâf: 2 (18, 29),
Sebe': 3 (12,14,41),
Cinn: 3 (1,5, 6),
En'âm: 4 (100, 112,128,130).
Cann
Hicr: 1 (27),
(Rahmân: 4 (15, 39, 56, 74).
Cinnet:
Hûd: 1(119),
Secde: 1 (13),
Sâffât:2(158),
Nâs: 1 (6).
Cinn ve ins kelimeleri, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerinde, birbiri üzerine atıf sûretiyle anılmış bulunmaktadır. Aklî kaziyyeler ve Nahiv ilminin ortaya koyduğu gerçeklerle bilinmektedir ki, ma'tuf, ma'tûfun aleyhden gayri bir şeydir. Yani bunlar birbirinin aynı değil, ayrı ayrı mefhumlardır. "Bana Ali ve Hasan geldi" denildiğinde, gelme işinde ortaklığı bulunan Ali ve Hasan'ın birinden ayrı ve değişik şahıslar olduğu anlaşılır.
Hâl böyle iken, bazı şahıslar, Kur'ân-ı Kerîm'in bu beyânını ilmî ve aklî gerekçeleri hiçe sayıp, cinleri inkâra kalkmaktadırlar. Hatâsını te'ville kapatma gayretine düşen bu zavallılar, dolambaçlı yollara sapmakta ve küre-i arzın buzlarla örtülü bulunduğu devirlerde, insanların mağaralarda gizlenmeleri sebebiyle kendilerine cin adı verildiği fikrini (!) ortaya atmaktadırlar.
Hiçbir ilmî dayanağı bulunmayan bu söz, Kur'ân-ı Kerim'e dayalı bilgisi bulunmayanların cılız iddiasıdır.
Müsbet ilim ve cinleri inkâr
20. asrın son yıllarına ulaşan insanoğlu, aklını imânın ışığında ve İslâm'ın kumandasında yürütemediği için, inanç yönünden, fetret devri insanlarına taş çıkartacak cehâlet örnekleri vermektedir.
İhtisasa değer verdiğini söyleyen ve her ilim dalında şubelerin geliştiğini bilen inkârcı gürûh, dayanağı nakil olan metafizik meseleleri, akılla izaha kalkışıp, akılsız mahlûkattan daha sapkın bir dalâlete düşmektedir.
Bu cümleden olarak bazı şahısların cinleri inkâra yeltenmelerini örnek verebiliriz. Günlük makalelerin, radyo konuşma ve açık oturumların bu nevzûhur bilginleri, "gözleriyle göremedikleri veya laboratuar deneyleriyle ispatlanmayan" şeyleri açıkça inkâr cür'etini göstermektedirler.
Bu iddia, Kur'ân-ı Kerim'i inkâra varan bir söz olduğu gibi, konuşanın cehaletini de ortaya koymaktadır. Zira metafizik hadiseleri, akılla isbat mümkün olmadığı gibi, inkâr etmeye de yol tamamen kapalıdır. Bu sınıfta yer alan meseleler "sem'î" deliller ile, yâni âyet ve hadislerle, haber verilmiş iman ve ikrara temel teşkil etmiştir.
Akıl; fizik ötesi meseleleri değil, bunları haber veren naklî delilerin sübutunu, kuvvet derecesini ve birbiriyle olan bağlantılarını tedkik edebilir.
Akıl, iman meselelerinin isbatında değil, izah ve delile bağlanmasında yararlı olabilir. Yoksa her meselenin isbatında tek ve yegane yol akıl değildir.
Cinlerin varlığına imanımız ve mahiyetlerine dair bilgimiz, naklî kaynaklarla sınırlı kalmalıdır. Biz âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri tedkik ederek cinlere dair inanç ve ilmimize kuvvet kazandırabiliriz. Cinlerin varlığını akla dayanarak inkâr, isbat etmekten daha zordur.
"Görülmeyen şey var olamaz" diyene, "Görmemek yok olmayı ge-rektirmez" diye cevap veririz.
Biz, mikropları gözümüzle ve hatta bir çoklarını mikroskopla bile görememekteyiz. Hangi akıllı, kalkıp da mikropların gözle görülemedi-ğini mucip sebep olarak kabul edip, hastalıkların virüsünü inkâr edebilir?
Biz, ruhumuzu da görememekteyiz. Fani hayatı devam ettiği halde, kim kendisinin cansız olduğunu söyleyebilir?
Teneffüs ettiğimiz havayı da göremiyoruz. Hava varmı, yok mu?
diye, tereddüt ediyor muyuz hiç?
Aklına dayanarak cinleri inkâra kalkışan kimsenin, aklının olduğunda biz de şüphe etmekte haklı sayılırız. Haklı sayılmalıyız, çünkü
onların akıllarını da biz göremiyoruz!
Müsbet ilimlerin ötesinde bulunan meseleleri, aklî kanunlarla ve müsbet ilimlerle mahsus deney ve tecrübelerle inkâra kalkmak, ilmin salahiyetini aşmak ve ihtisasının dışına taşmak olur.
Cinleri, havâss-ı hamse (beş duyu) ile anlamak da kabil değildir. Bu hususta ancak haber-i sâdık (âyet ve hadisler) yolu ile bilgi sahibi olabiliriz. Kâdî Abdül-Cebbâr Hemedânî, "Cinlerin varlığını isbat eden delil "sem'i'dir. Onların varlığını akılla isbat için bir yol yoktur" demiştir (92).
Hâl böyle olunca, Kurân-ı Kerim ve hadis-i şeriflere dayanarak cinler ile alâkalı mevzuları tedkik edebiliriz. Aklın bu meseleleri anlaması ve kuşatması, gözle işitmek, kulakla görmek kadar imkânsızdır.
Cinlerin Peygamber Efendimize imanı
İnsanların ve cinlerin tamamına peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.), Tâif halkını imana davet için gitmiş ve oradan üzgün olarak dönüyordu. Bu yolculuk, imândan nasibi olan cinlerin İslâmiyet! kabulü ile sonuçlanacak idi. Bu seyahatin dönüşü sırasında tan yeri ağarmış ve Fahr-i Kâinat Efendimiz Batn-i Nahle adı verilen vadide sabah namazına durmuştu.
Diğer taraftan, cin taifesini hayretler içinde bırakan bir hâl olmuştu.
Cinler, o güne kadar, semâya doğru yükselip meleklerin konuşmalarını kulak hırsızlığı yoluyla dinlerlerdi. Fakat o gün, bu maksadla göklere doğru yükselmek istediklerinde, üzerlerine ateşvârî gök taşları atılmıştı.
Semâda meydana gelen bu hâdisenin, yeryüzündeki ehemmiyetli bir meseleden dolayı vukua geldiğini düşünerek, sebebini araştırmak için kürei arza dağılmışlardı.
Nasibin cinlerinden ileri gelen bir heyet, Batn-ı Nahle'ye uğramışlardı. Resûl-i Ekrem'in okumakta olduğu Kur'an-ı Kerim'i dinlemişler, semada cereyan eden hadisenin sebebini anlamışlar ve sonra kavim-lerinin yanlarına dönmüşlerdi (93). Bu hususla ilgili âyet-i Kerîmelerde durum şöyle açıklanmaktadır:
"Yâd et o zamanı ki, cinlerden bir tâifeyi Kur'an dinlemeleri için sa-na (doğru) çevirmiştik. İşte bunlar, onun huzuruna gelince (birbirine) "susun (dinleyin)" demişler, (okunması) bitirilince de (kendilerini azâb ile) korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi. t"Ey kavmimiz, dediler, hakikat biz Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdîk eden, Hakk'a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah'ın dâvetçisine icabet edin. Ona iman edin ki, (Allah) sizin günahlarınızdan bir kısmını yarlığasm ve sizi acıklı bir azabdan kurtarsın" (94).
Cenâb-ı Hak, onların Kur'an dinlemeleriyle ilgili hususu Peygamber
Efendimize vahiy yoluyla şöyle haber vermiş bulunmaktadır:
"(Habibim), de ki: "Bana şu hakikat(ler) vahiy olunmuştur: Cinden bir zümre (benim Kur'an okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: —Biz, hakikî hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiç bir (şey)i aslâ ortak tutmayacağız. Hakikat şudur ki, Rabbimizin büyüklüğü (her büyüklükten) yücedir. O, ne bir zevce, ne de bir evlad edinmemiştir. Hakikat şudur ki; bizim avanak (cahil)imiz Allah'a karşı (meğer) pek aşırı yalanlar söylüyormuş. Gerçek biz de insan (olsun), cin (olsun) Allah'a karşı (hiç biri) asla yalan söylemez, sanmıştık. Filhakîka şu da var; insanlardan bazı kimseler cinden, bazı kişilere sığınırlar. Demek bu sûretle onların azgınlıklarını (şımarıklıklarını) arttırmışlar. Hakîkaten onlar da, sizin zannettiğiniz gibi; Allah'ın hiç bir kimşeyi katiyyen tekrar diriltemiyeceğini sanmışlar. (Cin devamla): "Biz ciddi bir surette göğe erişmek istedik. Fakat onu sert bekçilerle ve (yakıcı) şihablarla doldurulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, (bundan evvel haber) dinlemek için onun bazı kısımlarında oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi, kim dinleyecek olursa kendisini gözetip duran bir şihab (karşısında) buluyor" (95).
Bu vakıa, cinlerin Peygamber Efendimize ilk mülâkatı oluyordu. Bundan sonra yine bir gün Peygamber Efendimiz ashabına şöyle hitab etti:
"Ben gece vakti gidip cinlere Kur'an okumakla emrolundum. Pe-şimden kim gelecek?" Resûl-i Ekrem bu sözü ikinci ve üçüncü defa te-rarlamışsa da ashab gene önlerine bakmışlardı.
İbn-i Mes'ud durumu şöyle haber veriyor: Bu suale karşı "Ben (gelirim) ey Allah'ın Resulü" dedim. O gece bu vakıaya benden başkası şâhid olmamıştır.
Şi'b-i Hacûn (96)'a vardığımızda bana bir çizgi çekti, oturmamı emretti ve "Ben sana dönüp gelesiye kadar buradan dışarı çıkma!" diye tenbih etti, sonra gitti.
Ben, bu sırada şiddetli bir gürültü işittim. Cinler, Resûl-i Ekrem'in üzerine keklikler gibi uçuştular. Ayakları ile taşları yuvarlıyorlardı. Kadınların def çaldıkları gibi deflerini çalıyorlardı. Nihayet onu kuşattılar. Kendisini göremez olup ayağa kalktım. Eliyle bana oturmamı işaret etti. Derken, Kur'an okumaya başladı. Sesi gittikçe yükseliyordu. Onlar yere yapışmış bir halde duruyorlardı. Kendilerini göremez olmuştum.
Nihayet bana geldiği zaman, buyurdu ki: "Bana (doğru) gelmek istemiştin değil mi?" Ben:"Evet, yâ Resulallah" dedim. O:
"Bu (dediğini yapsaydın) sana iyilik getirmezdi. Onlar, cin (taifesin-den)dir. Kur'ân dinlemek üzere gelmişlerdi, sonra kavimlerini inzâr et-mek üzere döndüler. Benden azık istediler. Ben de kendilerine kemik ve deve pisliğini azık (olarak tahsis) ettim. Kimse kemikle ve bir deve pisliği ile taharet almasın" buyurdu.
Bu hususla ilgili ve değişik yollardan gelen rivayetler, cinlerin Pey-gamber Efendimize iman etmelerini, Resûl-i Ekrem'in cin taifesinden de ashabı bulunduğunu ve Fahr-i Kâinatın Resulü's-Sekaleyn (ins ve cinne gönderilmiş bir peygamber) olduğu hakikatini ortaya koymaktadır.
Cinlerin, yaratıldıkları halde görülememesi ve değişik şekillere girmesi
Nebîler ve velilerden başkası için, cinleri yaratıldıkları surette görmek mümkün değildir. Bu hususla ilgili bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
"Çünkü o da, kabilesinden olan(lar)da sizi, sizin kendilerini göremiyeceğiniz yer(ler)den muhakkak görür(ler). Biz, şeytanları iman etmiyeceklerin velîleri yaptık"(97).
İncelik; gözün zayıflığı, uzaklık ve lâtif bir halde bulunmak gibi şeyler, görmeye engel teşkil eden hâllerdendir. Allah Teâlâ, gözümüzün görme kabiliyetini, nurunu kuvvetlendirir veya onlara kesafet verirse cinleri görmek mümkün olabilir (98).
Cinlerin muhtelif şekillere girebilmesi
İnsanların istedikleri elbiseyi giydiği gibi, cinler de diledikleri surete girebilirler. Allah onlara böyle bir kudret ve imkân vermiştir.
Cinler, insan suretine girebilecekleri gibi, bir çok hayvanların şekline; köpek, yılan, deve, sığır, at, katır ve sair şekillere girebilirler. Peygamber Efendimizin bir hadis-i şeriflerinden, şeytanın bir adam suretinde geldiğini öğrenmekteyiz. Şöyle ki:
Ebu Hüreyre (r.a.) naklediyor:
"Resulullah (s.a.v.) beni, Ramazan zekatı (bulunan fıtır sadakasını muhafazaya vazifelendirdi. Bir kimse gelip yenilecek şeylerden avuçla (kabına doldur)maya başladı. Onu (suçüstü) yakaladım. Kendisine:
— "Seni Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna çıkaracağım" dedim. O:
— "Cidden ben muhtacım. (Bakımı) üzerine (vazife olan) aile efradım var. Şiddetli bir ihtiyaç içindeyim" dedi. (Acıdım da) salıverdim onu. Sabaha ulaştığım zaman Resulullah (s.a.v.):
— "Ya Ebâ Hüreyre! Dün gece (yakaladığın) tutsak ne yaptı?" buyurdu. Ben:
— "Ey Allah'ın Resulü, ihtiyacın(m çokluğun)dan ve aile efradınn fazlalığından dert yandı; ben de kendisine acıdım da salıverdim" dedi. Resuli Ekrem:
— "Lâkin o sana karşı muhakkak yalan söyledi, (sana) tekrar gelecek" buyurdu.
Onun geri geleceğini Resulullah (s.a.v.)'ın sözünden anladığım için onu gözetledim. Bu sırada o geldi ve yiyeceklerden avuçla (torbasına) doldurmaya başladı. Yakaladım ve:
— "Seni Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna çıkaracağım" dedim. O:
— "Beni bırak. Zira ben muhtacım. (Bakımı) üzerime (vazife olan) aile efradım var. Bir daha yapmıyacağım" dedi. Ona acıdım da salıverdim. Sabaha çıktığımda Resulullah (s.a.v.) bana:
— "Ya Ebâ Hüreyre! Dün gece yakaladığın (hırsız) ne yaptı?" bu-yurdu. Ben:
— "Ey Allah'ın Resulü, ihtiyacın(ın fazlalığın)dan ve aile ferdlerinin çokluğundan (yaptığını söyledi ve halinden) dert yandı. Ben de kendisine acıdım da salıverdim" dedim. Resulullah (s.a.v.):
— "Hiç şüphe yok ki, o sana yalan söyledi; o tekrar gelecektir" buyurdu.
Bunun üzerine ben de üçüncü defa (gelişini) gözetlemeye başladım. Derken çıkageldi. Yiyecek (maddeler)den avuçlamaya başladı. Kendisini (suçüstü) tuttum da:
— "Elbette seni Resulullah'ın huzuruna çıkaracağım. Bu üç gelişin sonuncusudur. Bir daha gelmiyeceğine söz veriyor, sonra tekrar geliyorsun" dedim. O:
— "Ne olur yapma! Beni bırak. Cidden sana, Allah'ın seni faydalandıracağı bir takım kelimeler öğreteceğim" dedi. Ben:
— "Nedir onlar?" dedim. O:
— "Yatağına (yatmak için) geldiğinde Âyetü'l-Kürsî'yi oku. Hiç şüphesiz, Allah tarafından bir koruyucu sana karşı (yardımdan) ayrılmaz ve sana şeytan da yaklaşamaz" dedi. Bunun üzerine onu salıverdim. Sabahladığımda Resulullah Efendimiz bana:
— "Dün gece esirin (yakaladığın hırsız) ne yaptı?" buyurdular. Ben:
— "Ey Allah'ın Resulü! O, Allah'ın beni faydalandıracağı bir takım Kelimeleri öğreteceğini söyledi, ben de kendisini "salıverdim" dedim. Resulullah (s.a.v.):
— "O kelimeler neymiş" buyurdu. Ben:
— "O bana: Yatağına (yatmak için) geldiğinde Âyetü'l-Kürsî'yi (Al-lahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûmu) başından sonuna kadar oku" dedi ve: "Allah tarafından bir muhafız sana karşı (yardımdan) ayrılmaz. Sana sabaha kadar şeytan da yaklaşamaz" dedi. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem:
— "On(un anlattıklarına gelince, kendi çok yalancı olduğu halde sana doğruyu söylemiş. Ey Ebu Hüreyre! Üç defadır kiminle muhatap olduğunu biliyor musun?" buyurdu. Ben:
— "Hayır, cevabını verdim. Resûl-i Ekrem:
— "O, şeytandır" buyurdu (99).
İkinci bir vak'ayı da İmam Abdül Vehhab Şa'rânî (k.s.)'dan nakletmek isteriz. Bu büyük âlim diyor ki:
"Ben geceleyin mescidde bulunuyordum. Cin taifesinden bir şahıs, sarı ve parlak tüylü bir köpek suretinde gelip tevhid ve ahlâka ait seksene yakın soruyu ağzında taşıyarak getirdi.
Caminin temizliğine bakan şahıs, onu bildiğimiz köpeklerden biri sandığından, mescidin mefruşatını baştan aşağı yedi defa yıkamıştı.
Ben cinlerin sorularını cevaplandırdım ve bir risale halinde toplayıp "Keşfü'l-hicab-i verrân, an vech-i esileti'l-cânn" adını verdim (100).
Cinler şekil ve suret değiştirdiklerinde, sesleri, girdikleri varlığın sesini andırır. Ancak, kendileri lâtif cisim oldukları için, kesif harfleri ve şiddetli telaffuz etmeyi gerektiren hurufaatı, mahrecinden tam olarak çıkaramazlar.
Cinler, insan suretine girmedikçe insanların konuşmalarına asla güç yetiremezler.
Cinlerde yiyip içme ve ölüm
Gerek cinlerde, gerekse şeytanlarda yiyip içme vardır. Bu hususu, sahih hadisler ortaya koymaktadır. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Şeytan, hiç şüphesiz, sol eliyle yer, sol eliyle içer" (101).
Şeytan, besmele çekmeden yemeğe oturanların sofrasına sokulur ve onlar ile birlikte yemeğe başlar. Asr-ı saadette bir adam yemek yiyordu. Peygamber Efendimiz de orada oturmakta idi. O şahıs, "bismillâh" dememiş idi. Yemekten ancak bir lokma kalmıştı ki (besmele çekmediğini hatırlayıp) onu ağzına götürürken:
"Önüne de, sonuna da bismillah (ile başladım)" dedi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem Efendimiz gülümsedi ve şöyle buyurdu:
"Şeytan, onunla beraber yemeye devam ediyordu. Ne zaman ki Allah'ın adını andı, şeytan (kaçtı ve) karnında olanı kustu" (102).
İman sahibi bulunan cinler, bu arsızlığı irtikap etmezler. Onlar, İslâmî kayıtlara riayetkardırlar, kendilerine tahsis edilen yiyeceklerin dışında bir şeyi yemeye heveslenmezler.
Peygamber Efendimize iman etmek üzere gelen Nasîbin cinleri, Resul-ü Ekrem (s.a.v.)'den yiyecek bir şeyin tahsisini niyaz ettiler. Efendimiz de onlara, kemiği; bineklerine de tezeği tahsis buyurdu. Bu hususu açıklayan bir hadis-i şerifte:
"Ben, cinlerin kemik ve tezeğe uğradıklarında onlar üzerinde yiyecek bulmaları için Allah'a dua etmiştim" (103). "Tezekle ve kemikle taharet almayın. Çünkü bunlar, cinlerden kardeşlerinizin azığıdır" (104)
buyurulmaktadır.
Cin taifesi, Peygamber Efendimizin bu duası ve mucizei Muhammediyesi sebebiyle, kemiği üzerinde etiyle; tezeği de arpa ve saman şeklinde bulmakta ve onunla gıdalanmaktadırlar.
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır:
"Şeytan, hareketli (ve yemek artıklarını) yalayıcıdır. Kendinizi onların zararına karşı çekingen tutun. Kim elinde et ve balık kokusu olduğu halde geceler de bu yüzden kendisine bir şey isabet ederse, nefsinden başkasını ayıplamasın" (105).
Nasibin cinleri Yahudi idi (106). Bu sebeple, kavimlerin yanlarına döndükleri zaman:
"Ey kavmimiz, dediler. Hakikat biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik eden Hakk'a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik" (107) demişlerdi.
Cinlerin mümin olanlarının ehl-i sünnet mezhebinden olanları bulunduğu gibi bid'at ehlinden olanları da vardır. Bu hususları açıklayan âyet-i kerimelerde şöyle beyan buyurulmaktadır:
"Hakikaten biz, kimimiz salâha ermiş (iyi kişi)leriz. Kimimiz ise bunlardan aşağıdır. Çeşit çeşit yollar(a sahip) olmuşuz" (108). "Ger-çek, kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman olanlar (yok mu?) İşte onlar doğru yolu ara(yıp bul)muşlardır. Zulmedenlere gelince onlar da cehenneme odun oldular" (109).
Şeytanlar ile cinler, mahiyet itibariyle değil, inanç yönünden birbirinden ayrılmaktadırlar. Rahmet-i ilâhîden uzak oldukları için kendilerine "şeytan" adı verilmiştir. Onların da mahiyetleri ateştir. Cenab-ı Hak,iblisi Hz. Adem için secde etmekle emrettiği zaman:
"Ben ondan hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" (110), diye itiraz etme bedbahtlığını göstermiş ve rahmet-i ilâhîden mübbeden kovulmuştur.
Halkın arasında dolaşan "Cin başka, şeytan başka" sözü, mutlak mânâda doğru olarak kabul edilemez. Ancak, inançlarındaki farklılığı hamletmek suretiyle tevil ve izah edildiğinde doğru görülebilir.
İblis cinlerin babası mıdır?
Hayır! O, cinlerin babası değil, sadece cinlerden bir ferttir. İblis, ilk yaratılan cin olmayıp Allah'a ilk isyan eden cinnîdir (111). Kâbil'in ilk yaratılan insan olmayıp şakavete ilk cür'et eden adam olduğu gibi...
İblis melek sıfatına dahil midir?
Aslâ! Meleklerin nurdan yaratıldığına dair hadis-i şerif yukarıda geçmiş bulunmaktadır. Halbuki Kitab-ı İlâhîde, şeytanın ateşten yaratıldığına dair açık bir beyan da vardır (112).
Meleklerde erkeklik ve dişilik olmadığı, bilinen bir gerçektir. Bu itibarla melâike-i kiram arasında evlat, torun yetişmesi suretiyle tenasül ve zürriyetin gelişmesi yoktur. Halbuki şu âyet-i kerime İblisin zürriyet sahibi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:
"... Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun neslini, hepsi sizin düşmanınız olduğu halde, dostlar edinir misiniz?" (11 3)
Meleklerin, Cenâb-ı Hakk'a isyan etmeyeceklerine dair âyet-i kerimeler, dikkate alındığı zaman Allah Teâlâ'ya isyan eden İblis'in melek olmadığı aklen ve naklen bir kat daha kuvvet kazanır.
Bu mevzuyu noktalama bakımından şu âyet-i celîle ne kadar açık bir delildir:
"Hatırla o günü ki, (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyecek. (Melekler de): "Seni (ortaktan) tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara iman edicilerdi" diyecekler" (114).
Meleklerin Hz. Âdem için secde etmeleriyle ilgili âyet-i celîledeki "illâ İblîse" kelimesiyle vaki olan istisnâ, şeytanın, Hz. Âdem için secde ile emrolunanlar sınıfından hariçte kaldığını ortaya koymaktadır. Yoksa meleklerin cinsinden istisnâ edilmiş olmayacağı bedîhidir.
İblis ve onun avenesi bulunan şeytanlar, daima şerrin ve kabahatin tatbikçisi olmuş ve olmaktadır da... Melekler ise, her zaman hayırlı işlerin ve Allah Teâlâ'ya kulluğun en güzel örneklerini vermişlerdir ve her zaman da bu hâlin müdavimi bulunmaktadırlar.
Kur'ân-ı Kerim'in 70 yerinde müfred, 18 mahallinde de cem'i siğasiyle geçen şeytan; yaratılmış bulunduğu alev gibi, isyana baş kaldır-mış ve mahiyetinde mevcut "semûm" ile, insanları kötü inanç ve hareketlere-sevk ederek zehirleme yolunu tutmuştur. Bu mevzuyu bazı âyet-i kerime meâlleriyle bitirmek isterim:
"(İblis) öyleyse, dedi, (mâdem ki) sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeble, andolsun ki, onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra, andolsun, onların önlerin-den, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimse)ler bulmayacaksın" (115).
"Ey Âdem oğullan, şeytan ana ve babanızı, fena yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak nasıl Cennetten çıkardıysa sakın size ele bir fitne (belâ) yapmasın..." (116)
Cinlerde mükellefiyet ve bunun neticeleri
Canlı ve akıllı her varlık gibi, cinler de iman ve ibadetle mükellef bulunmaktadırlar. Bu husus, naklen zarurî olduğu kadar, aklen de tabiî bulunmaktadır.
Cinler, kendilerine yüklenen vazifeleri yapıp yapmamalarına göre, mükâfata erişmekte veya cezaya çarptırılmaktadır. Bu hükümleri izah edip şahidlendirme bakımından bazı âyet-i kerime meallerini aşağıya alıyoruz:
I-Mükellefiyet:
"Ben, cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (117).
lI- Yaptıkları işlere mükâfat ve sevap verilmesi:
"Herkesin yaptıklarına göre dereceleri (mertebeleri) vardır" (118).
III-Sorumluluk:
"Ey cin ve ins cemaati, içinizden size âyetlerimi nakleder, bu gününüzün gelip çatacağını inzar ile haber verir peygamberler gelmedi mi size?" Ey Rabbimiz, diyecekler, nefsimize karşı (kendi aleyhimize) şahitlik ederiz..." (119)
IV- Azaba çarptırılmaları:
"Andolsun ki ben, cehennemi bütün insan ve cinden (müstehak olanlarla) dolduracağım" (120).
"Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, içinde ebedî olduğunuz ateş karargâhınızdaır sizin" (121).
"(Allah) diyecek: "İns ve cinden sizden evvel geçmiş ümmetler arasında siz de girin bu ateşin içine" (122).
V- Cennete girmeleri:
Cinlerin Cennete girip girmeyecekleri, İbni Abbas (r.a.)'den sorulmuştu. O, yedi gün sonra:
"Oralarda gözünü yalnız zevclerine hasretmiş (öyle dilber)ler vardır ki, bunlardan evvel ne bir insan, ne bir cin asla kendilerine dokunmamıştır"
123), meâlindeki âyet-i kerimeyi delil göstererek Cennete gireceklerini haber vermiştir (124).
İbni Şâhin de "Garâibü's-sünne" adlı kitabında bu hususu teyid eden beyanda bulunmuştur (125).
Muteber tefsirlerde bu hakikati beyan eden ifadeler az değildir (126).
Ulema topluluğunun görüşü de bu merkezdedir. İmam Ebu Yusuf ve İbni Ebî Leylâ'nın bu ictihadda bulunduğunu İbni Hazm "Milel'inde nakletmektedir.
Hâris-i Muhasibî, "Biz, cennette cinleri görürüz, onlar bizi göremez" demiştir (127). Ancak, dünyada nebî ve velilerin onları gördükleri gibi, onların havassı da Cennette bizi görebilecektir (128).
Cinlerden peygamber gelmiş midir?
Cinlere peygamber gönderildiğini Kur'an-ı Kerim sarahatle ifade etmektedir. Ancak, kendi cinslerinden peygamber gelip gelmediği hu-susunda ihtilaf olunmuştur.
Mukatil ve Dahhâk: "Allah, insanlardan peygamber gönderdiği gibi, cinlerden de peygamber göndermiştir" deyip iddialarını En'am Sûresinin "Ey cin ve ins cemeaati, içinizden size âyetlerimi nakleder, bu gününüzün gelip çatacağını inzar ile haber verir bir peygamber gelmedi mi size?" meâlindeki âyet-i kerimesini delil göstermişlerdir (129).
Cumhur-i ulemânın selef ve halefi, cinden peygamber gelmediğini kesinlikle ifade etmişlerdir. İbni Abbas (r.a.), Mücahid ve Kelbî bu görüşü müdafaa edenlerin başında gelmektedirler (130).
Evet, gerek insanlara, gerek cinlere gönderilen peygamberler, insanlar arasından gönderilmiştir. Bahsi geçen âyet-i kerimede "min-küm=içinizden" buyurulması, tağlib tariki ile böyle ifade edilmiş bulunmaktadır.
Âyet-i kerimedeki "minküm" ifadesi "herbiriniz" mânâsında olmayıp, "cin ve insan topluluğu arasından, bir neviden" mânâsına gelmektedir.
İbni Abbas (r.a.), cinlerin arasından gönderilen resullerin, işittikleri vahyi ilâhîyi tebliğde, peygamberler ile hemcinsleri arasında elçilik yapanlar, mânâsında olduğunu haber vermiştir; bu husustaki görüşünü de Ahkâf Sûresinin "Korkutmaya memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi" meâlindeki âyetiyle delile bağlamıştır (131).
Köre renkten bahsedilmez.Zira o, her şeyi siyah zanneder. Kalp gözü, iman nurundan mahrum olan kimse de, ancak inkârdan fayda umar. Ona dört kitabı da delil getirseniz, fayda vermez.
Cinlerde ölüm
Cinler, diğer canlılar gibi, ömürleri dolunca ölürler. Kur'an-ı Kerim'de gerek cinden, gerekse insan soyundan, geçmiş ümmetlerin bulunduğuna dair beyanlar görülmektedir (132).
Peygamber Efendimiz yapmış oldukları dualarında, şöyle niyaz etmiş bulunmaktadır:
"... Sen öyle bir hay (ata sahib)sin ki asla ölmezsin. Halbuki cin ve insanlar ölürler" (133).
(80) Kâmus-u Okyânus.
(81) Büyük Türk Lügati, c. E, s. 324.
(82) Vankulu Lugati.
(83) Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5381.
(84) Külliyât-î Ebil-bekâ, s. 257.
(85) Hak dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5386.
(86) a.g.e., c. 7, s. 5387.
(87) Metta 8/31, Markos 9/38, Luka 9/1.
(88) Sûre-i Rahman, 15.
(89) Sûre-i Hicr, 27.
(90) Müslim, c. 8, s. 226.
(91) Sûre-i Hicr, 26-27.
(92) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, 3.
(93) Tefsiri Kurtubî, c. 16, s. 211.
(94) Sûre-ı Ahkâf, 29-31.
(95) Sûre-i Cinn, 1-9.
(96) Hacûn: Mekke'nin üst tarafında bir dağdır. (Mu'cemü'l-Büldân, c. 2, s. 225).
(97) Sûre-i Ârâf, 27.
(98) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, 13.
(99) Buhârî, c. 4, s. 92.
(100) el-Yevâkît ve'l-Cevâhir, c. 1, s. 121.
(101) Ebû Davud, c. 3, s. 343.
(102)a.g.e., c.3, s. 348.
(103) Buhârî, c. 4, s. 241.
(104) Tirmizî, şerhi Tuhfetü'l-Ahvezî, c. 1, s. 90.
(105) Feyzü'l-Kadir, c. 2, s. 357.
(106) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 43.
(107)Sûre-ıÂhkâf,30.
(108)Sûre-iCin, 11.
(109) Sûre-i Cin, 14-15.
(110)Sûre-i Ârâf, 12.
(111) el-Yevâkît ve'l-cevâhir, c. 1, s. 122.
(112)Sûre-i Ârâf, 12.
(113)Sûre-i Kehf, 50.
(114) Sûre-i Sebe', 40-41.
(115) Sûre-i Ârâf, 16-17.
(116)Sûre-i Ârâf, 27. (117) Sûre-i Zâriyât, 56.
(118)Sure-i Ahkâf,19.
(119) Sûre-i En'am, 130.
(120) Sûre-i Hûd, 119
(121) Sûre-i En'âm, 128. .
(122) Sûre-i Ârâf, 38.
(123) Sûre-i Rahman, 56.
(124) el-Yevâkît ve'l-cevâhir, c. 1, s. 122.
(125) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 44.
(126) Tefsir-i Kurtubî, c. 17, s. 181.
(127) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 46.
(128) el-Yevâkît ve'l-cevâhir, c. 1, s. 121.
(129) Tefsiri Kurtubî, c. 7, s. 86.
(130) Âkâmü'l-mercân fî ahkâmi'l-cân, s. 28.
(131) Tefsir-i Kurtubî, c. 7, s. 86.
İTİKAD ve İNANÇLA İLGİLİ MEVZULAR
- CİNLER HAKKINDA BİR TEDKİK
- EHL-İ KİTAP KİMDİR VE KESTİĞİ YENİR Mİ?
- HÂRUT İLE MÂRUT VE MELEKLERİN İSMETİ
- İSLÂM DİNİNİN MÜMEYYİZ VASIFLARI
- MELEKLERDE İBADET ŞEKİLLERİ
- MELEKLERİN BÜYÜKLERİ VE VAZİFELERİ
- MELEKLERİN DEĞİŞİK ŞEKİLLERE GİRMESİ
- PEYGAMBERLER'İN GÜNAHTAN MASUNİYETİ
- SANATLARIN DOĞUŞUNDA VE GELİŞMESİNDE VAHYİN TESİRİ
- SÜNNETULLAH'TA ISTIFA
- TAKDİR VE TEDBİR