SÜNNETULLAH'TA ISTIFA

Kâinat kitabını tedkik ettiğimizde, yaratılmış her cinsin birbirinden daha mümtaz olduğu görülmektedir.

Nebâtlarda bir takım madenlerin bulunduğu müşahede edilmekte ve büyüyüp gelişme istidadı ile madenlerden daha üstün bir mahiyet arzetmektedir.
Hayvanlar, hem nebatlardaki hâsselere sahip, hem de canlılıkları ile nebattan daha üstün bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsan, hayat şartları bakımından, diğer canlılarla benzerlik ve ortaklık arzeder. Fakat o, aklı ile, diğer canlılardan daha yüce bir mevki işgal eder.
Madde ve mana bahreyninin mültekaası bulunan insan, manevî değerler yönünden, gözden geçirildiğinde bu ıstıfâ ve imtiyaz açıkça müşahede edilmektedir.

Aklı ile sair canlılardan üstün olan insanoğlu; kendisini nefsin zulmetlerinden kurtarıp safâî kalbe mazhar kılacak, diğer varlıklardan üstün bir mevkiye yükseltecek, iman ve ibadetin lüzumunu bildirecek, ahlâk ve fazileti telkin edecek müeyyideler manzumesine muhtaç bulunuyordu. Seçkin ve mümtaz bir varlık olan insanoğluna, Yüce Hâlikımız o müesseseyi gönderdiğini şöyle haber vermektedir:

"Allah sizin için İslâm dini(ni) beğenip seçti. O haldi siz da ancak müslümanlar olarak can verin."(25)

Mü'min bir insan,- gayr-i müslimlerden imanı ile mümtazdır. Velîyyullah, kerametiyle, mü'minden üstün bulunmaktadır. İşte Rabbimizin, Hz. Meryem'i diğer insanlar arasından ıstıfa buyurduğuna dair bir âyeti kerime meali:
"Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah sana seçkin bir hususiyet verdi. Seni tertemiz (büyüttü). Seni âlemlerin kadınları üzerine mümtaz kıldı" demişti (26).

Yüce Rabbimiz, Tâlût'u kavmine hükümdar olarak seçtiğini diğer bir âyet-i kerime ile şöyle haber vermektedir:

"Onlara peygamberleri: "Hakikat, Allah size bir padişah olarak Tâlût'u göndermiştir" dedi. Dediler ki: "Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemiş iken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık onun olabilir?" (Peygamber) dedi: "Şüphesiz Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona bilgice, vücudca (kuv-vetçe) de bir üstünlük vermiştir. Allah, mülkünü kime dilerse ona verir. Allah(ın rahmeti, ilmi her şeye yaygın ve lütf-u keremi) boldur. Gerçek bilicidir" (27).
Rabbimiz; Kur'an-ı Kerim'e, gerek öğrenme, gerekse öğretme hususunda, kimleri vâris bıraktığını ve bu ulvî hizmet için kimin seçildiğini beyan hususunda da şöyle haber vermektedir:

"Sonra biz o kitabı kullarımızdan (beğenip) seçtiklerimize miras bıraktık..." (28).

Nebiler, peygamberliğin yüce şerefiyle, velilerden üstündür. Bir veli, bin senelik bir ömrü olsa da bu kadar uzun bir zamanı durmadan ibâdetle geçirse asla bir peygamberden üstün -hattâ ona müsavî- olamaz.
İnsan ve melekler arasından gönderilmiş olan her peygamber,
ilâhî bir ıstıfânın mümtâz bir mevkiye ulaştırdığı, yüce şahsiyetlerdir. Bu hususu bir âyet-i kerime ile şahidlendirmek yerinde olacaktır:

"Allah, hem meleklerden, hem insanlardan peygamberler seçer" (29).
Cenâb-ı Vâhibü'l-atâ'ya, peygamberler içinden ulü'lazm nebîleri ıstıfa ve diğer enbiyadan üstün kılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'in bu hususla ilgili âyet-i kerime meallerini, iddiamızın bürhanı olarak göstermek isteriz:

"Gerçek, Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmran ailesini -hepsi birbirinden (gelme) tek bir zürriyet olarak- âlemlerin üzerine mümtaz kıldı. Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir" (30).

"Kuvvetlerin ve basiretlerin sahihleri olan kullarımız İbrahim'i, İs-hak'ı, Ya'kub'u da an. Çünkü biz onları katkısız (şaibesiz) bir hasletle -ki (bu daima) yurd(ları)nı hatırlamaları ve onun için çalışmaları)dır-halis (insanlar) yaptık. Çünkü onlar bizim indimizde cidden seçkinler-den, hayırlı (zât)lardandı" (31).

"Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O, şüphe yok, ahirette de muhakkak sâlihlerden (yüksek derece erbabından)dır" (32).

Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'yı da zamanın insanları arasından nasıl ıstıfâ buyurduğunu Kitâb-ı İlâhîsinde açıklarken:

"Buyurdu ki: "Yâ Musa, ben seni risaletlerimle, kelâmımla (bütün) insanlardan mümtaz kıldım..." (33).
Hz. Musa Kelim olarak seçkin bir mevkiye ulaşırken Hz. İbrahim de Halil olarak seçilmişti.

Ulü'l-azm peygamberler içinde, başta taç gibi, en üstün mevkiyi Peygamber Efendimiz işgal etmektedir. O, mahabbet mevkiinin efendisi ve Rabbimizin habibidir.

"Habib" ile "Halil" kelimeleri arasında mantık noktasından umûm husus mutlak vardır. "Habib" olan zât, aynı zamanda "Halil"dir. "Halil", dostluk mevkiinde ise de, "Habib" derecesinde değildir. Bu iki yüce rütbe arasında bir takım farklar vardır. Halil olabilmek için, önce kul Rabbini sever ve bu yolda karşılaşacağı imtihanları da kazandıktan sonra Rabbi kulunu severse o kimse "Halil" olur. Fakat önce Rabbi kulunu sever, sonra kul da Rabbini kâmil bir mahabbetle sevecek olursa ona da "Habib" unvanı verilir. Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde kendisiyle ilgili ilâhî istifayı şöyle haber vermektedir:

"Şüphesiz, Allah İsmail'in evladı içinden Kinâne oğullarını seçti. Kinane oğullarından da Kureyşi ıstıfa buyurdu. Kureyş (kabilesin)den de Hâşim oğullarını seçti. Beni de Haşim oğulları arasından mümtaz kıldı" (34).
O yüce Peygambere bu ilâhî istifadan dolayı Mustafa adı verilmiş bulunmaktadır. Mevzumuza bir âyeti kerime mealiyle son verelim:
"De ki: Hamdolsun Allah'a, selâm olsun onun beğenip seçtiği kul-larına" (35).

(25)Sûre-i Bakara, 132.
(26) Sûre-i Âl-i İmrân, 42.
(27) Sûre-i Bakara, 247.
(28) Sûre-i Fâtır, 32.
(29) Sûre-i Hacc, 75.
(30) Sûre-i Al- İmrân, 33-34.
(31) Sûre-i Sâd, 45-47.
(32) Sûre-i Bakara, 130.
(33) Sûre-i Âraf, 144.
(34) Müslim, c. 7, s. 58; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 107.
(35) Sûre-i Neml, 59.