Şükrün Tanımı ve Hakikati
Sabır ile Şük'rün Bir Yerde Birleşmeleri
Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler Allah'ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettir. Bundan da anlaşılır ki belanın asla varlığı yoktur. O halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer bela mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları 'Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz' iddiasında bulunmuşlardır. Bu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirir. Elem ile sevinme zıddıdır. O halde sizin 'Muhakkak Allah için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır' sözünüzün mânâsı nedir?
Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardır. Nimetin isbâtına dair hüküm, belanın ispatını da içerir. Çünkü nimet ile bela zıddırlar. Bu bakımdan belanın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladır. Fakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet ahirette kulun Allah'ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise iman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılır. Bu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidir. Bu bakımdan bela da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılır. Ahirette mutlak olan bela, bir müddet için veya daima Allah'tan uzak olmaktır. Dünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktır. Bunlar insanı mutlaka belaya sürükler. Mukayyed bela ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belanın diğer çeşitleri gibi belalardır,
Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdır. Dünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmaz. Çünkü küfür beladır. Küfüre sabretmenin mânâsı yoktur. Mâsiyet de böyledir. Aksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektir. Asinin hakkı da böyledir.
Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmez. Bu bakımdan kendi-sinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olur. O halde küfür üzerinde sabır yoktur. Günahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşer. İnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilir. Sabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olur. Bu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak bela olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşür. Bu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülür. Mesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdir. Hatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülür. Sıhhatli olmak da böyledir. Öyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir bela yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasın. Fakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendir. Çok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadır. Eğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi.
Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi.(Şûrâ/27)
Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7)
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak Allah mü'min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi...72
Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir.
Onaltı kısımda, iman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında bela olması mümkündür. Bu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet,kemâl ve nimettir. Çünkü Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat bazı durumlarda kul için bela olur. Bu takdirde onun yokluğu nimettir. Bunun misali, insanın ecelini bilmemesidir. Bu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artar. Böylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi.
Bu da dünya ve ahirette kendisi için günah olurdu. Hatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan Allah'ın veli kullarından olabilir. Oysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilir. Eğer Allah'ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurdu. Çünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir.
Bu nimetlerden biri de Allah Teâlâ'mn kıyamet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdır. Bütün bunlar nimettir. Çünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir.
İşte bunlar Allah Teâlâ'nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et!Biz nezaman nerede 'Allah'ın her mevcutta bir nimeti vardır' dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilir. Bu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olur. Eğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyar. Kâfirin ateşteki elemi gibi.., Bu da nimettir. Fakat bun-ların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilir. Eğer Allah Teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdi. Bu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşir. Dünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezler. Göklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmaz. Oysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir.
Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmez. Madem durum budur, o halde bizim 'Allah her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardır. Ya bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini ve-rir' sözümüz doğrudur. Öyleyse Allah'ın yarattığı belada nimet de vardır. Ya mübtelâ olana veya başkasına... O halde, 'mutlak bela' ve 'mutlak nimet' diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelir. O da sabır ile şükür vazifeleridir.
Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?'
Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Bu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihe-tinden gelir. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.
Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira Allah Teâlâ'nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.
İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.
Bir kişi Sehl Tüsterî'ye şöyle dedi: 'Hırsız evime girip eşyamı götürdü'. Sehl 'Allah'a şükret' dedi; 'eğer şeytan kalbine girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!' Bu nedenle İsa (a.s) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!'
Hz. Ömer (r.a) 'Ben herhangi bir bela ile mübtelâ olduğumda mutlaka Allah'ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!'
Kalp erbabından birinin bir dostu vardı. Sultan onu hapsetti. Hapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulundu. O kalp erbabı zat ona 'Allah'a şükret!' dedi. Hapsedilen adam dövüldü. Yine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulundu. Dostunun sözü 'Allah'a şükret!' oldu. Bir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldı. Mecusî de ishal olmuştu. Mecusî'nin eli ayağı zincire vuruldu. O zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî'nin ayağına takıldı. Hapsedilen, dostuna haber gönderdi. Dostu 'Allah'a şükret! diye karşılık verdi. Mecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî'nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı.
Dostundan 'Allah'a şükret' diye cevap geldi. Hapsedilen kızarak 'Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi bela olabilir?!' dedi. Ârif kişi ona dedi ki: 'Eğer mecusî'nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?'
Madem durum budur, herhangi bir bela ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek ahirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görür. Sana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktır. Senin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır.
Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal Allah'a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: 'Bu secde ne idi?' Dedi ki: 'Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir'.
Birine şöyle denildi: 'Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?' Cevap olarak dedi ki: 'Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.
Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görü-yorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?'
Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.
Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz.
(Âlu İmran/178)
Üçüncüsü: Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha gü-nahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman Allah'ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle Allah Teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:
Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, Allah'ın katında büyük (bir günah)tır.(Nûr/15)
O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını Allah ahirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı Allah'a neden şükretmiyorsun?
Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki ahirete tehir edilmesi düşünülmesin. İnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalır. Ahiretin musibeti devam eder. Eğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira ahirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştır. Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten Allah yücedir.
Dördüncüsü: Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde levh-i mahfuz'da yazılıdır. Mutlaka o musibet ona isabet edecekti ve etti. Onun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştu. İşte bu da bir nimettir.
Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır.
1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Mal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyamette deli veya çocuk olmalarını temenni ederler. Akıllarıyla Allah'ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederler. Bu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilir. Öyleyse kul için Allah hakkında güzel zanda bulunmak gerekir. Başına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira Allah'ın rahmeti geniştir. O kuldan daha iyi bilir. Yarın kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da Allah'a teşekkür ederler. Allah'tan gelen bela, kul için tedibdir. Allah'ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber'e 'Bana vasiyet et' dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu:
Allah'ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!
Hz. Peygamber bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin se-bebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ'nm mü'min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü'min kul için genişliği hükmederse, mü'min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı
ve zararı hükmederse mü'min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!
2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için ha-pishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle Allah'ın peygamberi şöyle buyurmuştur: 'Dünya mü'minin hapishanesi, kâfirin cennetidir'.
Kâfir, Allah'tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü'min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (Allah'ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir'i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın. Eleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersin. Bu bakımdan dünyevî işlerdeki belanın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtır. Padişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de bela olur.
Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdur. Eğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettir. Dünya bir konaktır.
İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladır.O konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir. Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi
düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.
Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn Abbas'a, babası Hz. Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu:
Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas'tan sonra senin sabrın Abbas'tan daha hayırlıdır. Allah da Abbas için senden daha hayırlıdır.
Bunun üzerine İbn Abbas dedi ki: 'Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!'
Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.73
Allah Teâlâ (bir hadîs-kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan kurmak-tan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.
Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, Allah'ın buyurduğu gibi, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na dö-neceğiz' (Bakara/156) ve '.Ey Allahım! Musibetimde beni me'cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!' derse, muhakkak Allah Teâlâ onun için isteneni yapar.
Allah Teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır.74
Rivayet ediliyor ki bir kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!' diye şikayette bulununca, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yoktur. Muhakkak ki Allah, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona bela verir. Ona bela verdiği zaman da kendisine sabır verir.75
Kişi Allah katında büyük bir derece sahibi olabilir. O dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden bela ile o bela vasıtasıyla o dereceye varır.76
Habbab b. Eret'den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Kâbe'nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan bizim için yardım dilemiyorsun?' Bunun üzerine Hz. Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu:
Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi.77
Hz. Ali'den şöyle rivayet ediliyor: 'Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!'
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, Allah'a olan tâziminden ve Allah'ın hakkını bilmendendir.
Ebu Derdâ (r.a) şöyle derdi: 'Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm'.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli bela yağdırır. Oluk halinde üzerine bela akıtır. Kul, Allah'ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: 'Bu ses belli bir sestir!' İkinci bir defa çağırıp 'Ya rabbî!' dediği zaman, Allah Teâlâ ona 'Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorum. Benden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım'. Kıyamet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra bela ehli getirilir. Onlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmaz. Dünyada bela onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılır. Bu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederler. Çünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürler. İşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: 'Allah yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir'. (Zümer/10)78
İbn Abbas'tan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:
Yarab! Mü'min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyor. Sen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyor-sun. Kâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?)
Bunun üzerine Allah Teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur:
Kul da benim, bela da benimdir. Her biri benim hamdimle tesbih eder. Bu bakımdan mü'minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona bela veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olur. O zaman da'sevaplarının mükâfatını ona veririm.
Kâfirin de sevapları olur. Onun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükâfatını dünyada ona veri-rim ki benim huzuruma sevapsız gelsin. O zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım!
Rivayet ediliyor ki 'Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır' (Nisâ/123) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir şöyle demiştir: 'Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?' Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Ebubekir! Allah seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.79
Ukbe b. Amir'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir insanı günahta ısrar ettiği halde Allah ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır.
Sonra Hz. Peygamber şu ayeti okumuştur:
Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.(En'âm/44)
Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber'i gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.80
Hz. Ali 'Size Kur'an'daki en fazla ümit veren ayeti haber vereyim mi?' dediğinde, dinleyenler 'Evet!' dediler, o da şu ayeti okudu:
Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder.(Şûra/30)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! Allah katında, Allah yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında Allah'tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yoktur. Allah katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır.31
Ebu Derdâ'dan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Süleyman'ın oğlu vefat etti. Süleyman (a.s) buna çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Onun huzurunda iki hasım gibi diz çöktüler. Biri dedi ki: 'Ben tohum ektim. Biçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti'.
Hz. Süleyman (a.s) diğerine 'Sen ne diyorsun?' diye sordu. Dedi ki: 'Ben yolda yürüyordum. Birden önüme tarla çıktı. Sağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor'.
Hz. Süleyman (a.s) tarla sahibine 'Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?' dedi. Ziraat sahibi 'Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm ahiret yoludur!' dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) rabbine tevbe etti. O günden itibaren çocuğu için üzülmedi.
Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: 'Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir'. Çocuk 'Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir' dedi.
İbn Abbas'a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca' da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; Allah onu örttü! Bir nafaka idi; Allah onu tekeffül etti. Bir ecirdi; Allah onu gönderdi'. Sonra iki rek'at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz Allah'ın emrini yaptık. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. (Bakara/45)
İbn Mübârek'ten rivayet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: 'Akıllı bir in-san için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!' Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine 'Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ kulu beladan sonra bela ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder'.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Allah imanlı kulunu bela ile yoklar. Tıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!'
Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ kıyamet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hz. Süleyman'ı (a.s) delil getirir. Fakirlere karşı Mesih İsa ile delil getirir. Kölelere karşı Hz. Yusuf ile delil getirir. Hastalara karşı Hz. Eyyûb ile delil getirir. Allah'ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun'.
Rivayet ediliyor ki Hz. Zekeriyya (a.s) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendi. Kâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hz. Zekeriyya'nın (a.s) başına dayandı. Bu durumdayken ondan bir inleme çıktı. Allah Teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: 'Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!' Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) ikiye biçilinceye kadar sabretti.
Ebu Mes'ud el-Belhî der ki: 'Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da Allah ile savaşmak istiyor gibidir'.
Lokman Hakîm, oğluna şöyle dedi: 'Ey oğul! Altın ateşle denenir. Salih kul da bela ile denenir. Bu bakımdan Allah bir kavmi sevdiği zaman onlara bela verir. Kim belaya razı olursa ona rıza vardır. Kim kızarsa ona da öfke vardır'.
Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Birgün dişim ağrıdığı halde sabahladım. Amcama dedim ki: 'Bu gece diş ağrısından uyumadım!' Bu sözü üç defa tekrarladım. Amcam bana dedi ki: 'Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptın. Benim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim'.
Allah Teâlâ, Üzeyir'e (a.s) vahiy gönderdi: 'Senin başına bir bela geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etme. Bana şikayette bulun. Benim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!'
Allah Teâlâ'nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve ahirette güzel örtüsünü talep ederiz!.
72) Tirmizî
73) Buhâri
74) Daha önce geçmişti.
75) İbn Ebî Dünya
76) Ebu Dâvud
77) Daha önce geçmişti.
78) İbn Ebî Dünya, (Enes'ten)
79) Tirmizî
80) İmam Ahmed, Taberânî
81) Ebûbekir b. Lâl, ( Enes'ten)
Soru: Nimetler hakkında söylediğin şeyler Allah'ın her varlıkta nimeti olduğuna işarettir. Bundan da anlaşılır ki belanın asla varlığı yoktur. O halde bu durumda sabretmenin mânâsı ne olabilir? Eğer bela mevcut ise belaya şükretmenin mânâsı nedir? Oysa bazıları 'Biz nimete karşı şükretmekten fazla belaya karşı şükrediyoruz' iddiasında bulunmuşlardır. Bu bakımdan belaya karşı yükretmek nasıl tasavvur olunabilir? Kendisine sabretmek gereken bir şeyin şükrü nasıl yapılır? Oysa belaya karşı sabretmek elemi, şükür de sevinmeyi gerektirir. Elem ile sevinme zıddıdır. O halde sizin 'Muhakkak Allah için her var ettiğinde kullarına bir nimeti vardır' sözünüzün mânâsı nedir?
Cevap: Nimet olduğu gibi belâ da vardır. Nimetin isbâtına dair hüküm, belanın ispatını da içerir. Çünkü nimet ile bela zıddırlar. Bu bakımdan belanın yokluğu nimettir, nimetin yokluğu beladır. Fakat daha önce geçti ki nimet her yönden mutlak ve kayıtsız olan nimet ile ki bu nimet ahirette kulun Allah'ın komşuluğunda bulunmasının saadeti gibidir, dünyada ise iman, güzel ahlak ve yardımcıları gibidir bir yönden kayıtlı, diğer bir yönden kayıtlı olmayan nimete ayrılır. Bu son kısmın misali, bir yönden dini ıslah eden, bir yönden ifsad eden mal gibidir. Bu bakımdan bela da mutlak ve mukayyed kısımlara ayrılır. Ahirette mutlak olan bela, bir müddet için veya daima Allah'tan uzak olmaktır. Dünyada ise küfür, mâsiyet, kötü ahlaktır. Bunlar insanı mutlaka belaya sürükler. Mukayyed bela ise fakirlik, hastalık, korku ve din hususunda değil, sadece dünya hususunda olan belanın diğer çeşitleri gibi belalardır,
Bu bakımdan mutlak şükür, mutlak nimetin karşılığıdır. Dünyadaki mutlak belaya gelince, bazen ona sabretmek emrolunmaz. Çünkü küfür beladır. Küfüre sabretmenin mânâsı yoktur. Mâsiyet de böyledir. Aksine kâfir bir kimsenin hakkı küfrünü terketmektir. Asinin hakkı da böyledir.
Evet! Kâfir bazen kâfir olduğunu bilmez. Bu bakımdan kendi-sinde bir hastalık olup baygınlıktan veya başka bir sebepten dolayı acı duymayan bir kimse gibi olur. O halde küfür üzerinde sabır yoktur. Günahkâr, günahkâr olduğunu bilirse, kendisine günahı terketmek düşer. İnsana defetmeye muktedir olduğu belaya sabretmek emredilmez,, aksine o elemin giderilmesi emredilir. Sabretmek ancak giderilmesi kulun gücü dahilinde olmayan bir eleme karşı olur. Bu bakımdan dünyadaki sabır, mutlak bela olmayana değil, bir yönden nimet olması caiz olana dönüşür. Bu nedenle bu şeyde sabır ile şükür vazifesinin bir araya gelmesi düşünülür. Mesela zenginliğin, insanın helâk olmasının sebebi olması caizdir. Hatta malından ötürü kendisi ve evlatları öldürülür. Sıhhatli olmak da böyledir. Öyleyse bu dünya nimetlerinden hiçbirisi yoktur ki belaya dönüşmesi caiz olmasın! Fakat bu da ona izafeten böyledir ve böylece hiçbir bela yoktur ki nimet olmaya dönüşmesi caiz olmasın. Fakat bu da ona izafeten böyledir ve bütün bunlar şahsın haline nisbetendir. Çok kul vardır ki onun için hayır fakirlikte ve hastalıktadır. Eğer onun bedeni sıhhatli, malı çok olsaydı haddini aşar, tuğyan ederdi.
Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı, yüryüzünde azar, taşkınlık ederlerdi.(Şûrâ/27)
Hayır insan azgınlık eder, kendini müstağni gördüğü için! (Alâk/6-7)
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Muhakkak Allah mü'min kulunu sevdiği zaman dünyadan korur; herhangi birinizin hastasını koruduğu gibi...72
Kadın, evlat ve yakınlar da böyledir.
Onaltı kısımda, iman ve güzel ahlâk hariç, söylediğimiz diğer nimetlerin hepsinin, bazı insanlar hakkında bela olması mümkündür. Bu takdirde onların zıdları nimet olur; zira daha önce geçti ki marifet,kemâl ve nimettir. Çünkü Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat bazı durumlarda kul için bela olur. Bu takdirde onun yokluğu nimettir. Bunun misali, insanın ecelini bilmemesidir. Bu bilgisizlik insan için nimettir; zira insan ecelini bilmiş olsaydı, çoğu zaman hayat onun için zehir olur, üzüntüsü çok olurdu, insanın dostları ve akrabaları tarafından aleyhinde tasarlanan şeyleri bilmemesi de insan için bir nimettir; zira eğer perde kalkar, buna muttali olursa, elemi, kini ve intikam duygusu artar. Böylece başkasının kötü sıfatlarını bilmemesi de bir nimettir; zira eğer bilseydi ona buğzeder, eziyet ederdi.
Bu da dünya ve ahirette kendisi için günah olurdu. Hatta başkasındaki güzel ahlâkları dahi bilmemesi bazen kendisi için nimettir; zira o insan Allah'ın veli kullarından olabilir. Oysa ona eziyet edip onu hafife almak durumunda kalabilir. Eğer Allah'ın velî kullarından olduğunu bildiği halde ona eziyet verseydi, şüphesiz ki bu takdirde günahı daha büyük olurdu. Çünkü bir peygambere veya bir velîye, bildiği halde, eziyet veren bir kimse, bilmeyip de eziyet veren bir kimse gibi değildir.
Bu nimetlerden biri de Allah Teâlâ'mn kıyamet saatini, kadir gecesini, cuma günündeki eşref saatini ve birtakım büyük günahları mübhem bırakmasıdır. Bütün bunlar nimettir. Çünkü bu bilgisizlik, bunlar: daha fazla aramayı ve çalışmayı gerektirir.
İşte bunlar Allah Teâlâ'nın ilimdeki nimetlerini buna kıyas et!Biz nezaman nerede 'Allah'ın her mevcutta bir nimeti vardır' dersek bu söz haktır ve herkesin hakkında da geçerlidir ve bu umumî kaideden, ancak zan ile, bazı insanlarda yaratmış olduğu elemler istisna edilir. Bu elemler de bazen bunlardan sağlam olan bir kimse hakkında nimet olur. Eğer onun hakkında nimet olmazsa, günahtan hâsıl olan elem gibi, kendi elini kesmesi, bedenini dağlamas; gibi şeylerden kişi hem günahkâr olur, hem de elem duyar. Kâfirin ateşteki elemi gibi.., Bu da nimettir. Fakat bun-ların hakkında değil, başka kullar hakkında nimettir; zira bir kavmin musibetleri başka bir kavmin yanında nimet olabilir. Eğer Allah Teâlâ azabı yaratmış olup onunla bir grubu azaba düçar etmeseydi, muhakkak nimetlerin içerisinde yüzenler, o nimetlerin kadrini takdir etmezler ve sevinmezlerdi. Bu bakımdan cennet ehlinin sevgisi, ancak cehennem ehlinin elemlerini düşündükleri sürece katmerleşir. Dünya ehlini görmez misin? Şiddetle güneşe muhtaç olmakla beraber çünkü güneş herkes için nimettirgüneşin ışığı ile sevinmezler. Göklerin zînetine bakmakla sevinçleri artmaz. Oysa gökyüzü, yeryüzünde uğraşıp çalıştıkları her bahçeden daha güzeldir.
Fakat göğün süsü umumî olduğu için bunu farketmez ve onunla sevinmez. Madem durum budur, o halde bizim 'Allah her ne yaratmış ise muhakkak onda bir nimeti vardır. Ya bütün kullarına veya bir kısım kullarına o nimetini ve-rir' sözümüz doğrudur. Öyleyse Allah'ın yarattığı belada nimet de vardır. Ya mübtelâ olana veya başkasına... O halde, 'mutlak bela' ve 'mutlak nimet' diye vasıflandırılmayan şeylerde kul üzerinde iki vazife bir araya gelir. O da sabır ile şükür vazifeleridir.
Soru: Sabır ile şükür zıddır. Nasıl bir araya gelirler? Çünkü sabır üzüntüye, şükür de sevinmeye karşı olur?'
Cevap: Birşey bir yönden üzüntü, bir yönden de sevinme vesilesi olur. Bu bakımdan sabır üzüntü cihetinden, şükür de sevgi cihe-tinden gelir. Fakirlik, hastalık, korku ve dünya belasında beş şey vardır. Akıllı bir kimse onlarla sevinmeli ve onlara karşı şükretmelidir.
Birincisi: Her musibet ve hastalığın, daha büyük olması düşünülebilir; zira Allah Teâlâ'nın kudreti dahilinde olanların sonu yoktur. Eğer Allah o musibeti kat kat verseydi kim onu reddeder, önüne perde olurdu? O halde kendisine daha büyüğü verilmediği için şükretmelidir.
İkincisi: Musibetin dininde olması mümkündü.
Bir kişi Sehl Tüsterî'ye şöyle dedi: 'Hırsız evime girip eşyamı götürdü'. Sehl 'Allah'a şükret' dedi; 'eğer şeytan kalbine girip tevhidi ifsad etseydi ne yapardın!' Bu nedenle İsa (a.s) duasında istiâze ederek şöyle demiştir: 'Ey Allahım! Benim musibetimi dinimde kılma!'
Hz. Ömer (r.a) 'Ben herhangi bir bela ile mübtelâ olduğumda mutlaka Allah'ın dört nimetine mazhar olmuşumdur: a) Dinimde olmadığı için, b) Ondan daha büyüğü olmadığı için, c) Onunla razı olmaktan mahrum olmadığım için, d) Ondan dolayı sevap umduğum için!'
Kalp erbabından birinin bir dostu vardı. Sultan onu hapsetti. Hapsedilen haber gönderip dostunu haberdar ederek şikayette bulundu. O kalp erbabı zat ona 'Allah'a şükret!' dedi. Hapsedilen adam dövüldü. Yine dostuna haber gönderip haberdar etti ve şikayette bulundu. Dostunun sözü 'Allah'a şükret!' oldu. Bir müddet sonra bir mecûsî getirildi, onun yanına hapse tıkıldı. Mecusî de ishal olmuştu. Mecusî'nin eli ayağı zincire vuruldu. O zincirin bir halkası o adamın ayağına, bir halkası da mecusî'nin ayağına takıldı. Hapsedilen, dostuna haber gönderdi. Dostu 'Allah'a şükret! diye karşılık verdi. Mecusî kalkmak mecburiyetinde kaldığında o da ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyordu, Mecusî'nin yanıbaşmda duruyor, mecusî def-i hâcet ediyordu, Bu durumu dostuna yazdı.
Dostundan 'Allah'a şükret' diye cevap geldi. Hapsedilen kızarak 'Bu ne zamana kadar devam edecek? Bu beladan daha büyük hangi bela olabilir?!' dedi. Ârif kişi ona dedi ki: 'Eğer mecusî'nin beline bağlı bulunan zünnar seninkine bağlanmış olsaydı ne yapabilirdin?'
Madem durum budur, herhangi bir bela ile karşılaşan bir insan zâhir ve bâtın kötülüğü hakkında düşündüğü zaman, gerek dünyada gerek ahirette mübtelâ olduğu beladan daha fazlasına müstehak olduğunu görür. Sana yüz sopa atmaya yetkili olan biri on sopa ile iktifa ederse teşekkür edilmeye müstehaktır. Senin iki elini kesmeyi haketmiş biri, birini sana bırakırsa teşekkür edilmeye müstehaktır.
Meşayihten biri bir çarşıdan geçti. Onun kafasına bir tencere kül döküldü. Derhal Allah'a şükür secdesine vardı. Kendisine denildi ki: 'Bu secde ne idi?' Dedi ki: 'Ben, üzerime ateş dökülmesini beklerken külün dökülmesi benim için nimettir'.
Birine şöyle denildi: 'Bizden yağmur kesilmiştir. Sen yağmur duasına çıkmaz mısın?' Cevap olarak dedi ki: 'Siz yağmurun geciktiğini, ben de taş yağmasının geciktiğini görüyorum.
Soru: Günahları benimkinden daha fazla olan insanlar görü-yorum ki benim başıma gelen bela onlarınkine gelmemiştir. Hatta kâfirlere bile gelmemiştir. Bu durumda ben nasıl sevineyim?'
Cevap: Kâfir için fazlası gizlenmiştir. Ona daha fazla günah işlesin, cezası uzasın diye mühlet verilmiştir.
Küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasın! Biz onları sırf günahlarını artırsınlar diye bırakıyoruz.
(Âlu İmran/178)
Üçüncüsü: Günahkâr kişi yeryüzünde kendisinden daha gü-nahkâr kimseler olduğunu nereden biliyor? Oysa çoğu zaman Allah'ın ve sıfatlarının hakkında öyle bir su-i edebe girmiştir ki o su-i edeb, içki içmekten, zinadan ve azalarla yapılan diğer günahlardan daha büyük ve daha korkunçtur. Bu nedenle Allah Teâlâ, onun benzeri hakkında şöyle buyurmuştur:
Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz! Oysa o, Allah'ın katında büyük (bir günah)tır.(Nûr/15)
O halde sen nerden biliyorsun ki başkası senden daha günahkârdır? Sonra umulur ki onun azabını Allah ahirete tehir etmiş seninkini dünyada vermiştir. Bundan dolayı Allah'a neden şükretmiyorsun?
Bu, şu demektir: Hiçbir ceza yoktur ki ahirete tehir edilmesi düşünülmesin. İnsan dünyanın musibetlerinden, başka sebeplerle teselli edilir, böylece musibet kolaylaşır ve elemi de azalır. Ahiretin musibeti devam eder. Eğer devam ederse teselli ile onu hafifletmeye imkân yoktur; zira ahirette teselli sebepleri tamamen azap görenlerin elinden çıkmıştır. Dünyada cezası verilen, ikinci bir defa ceza görmez.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul günah işlediği zaman ona dünyada bir bela isabet etti mi ikinci bir defa onu azaba düçar etmekten Allah yücedir.
Dördüncüsü: Bu musibet ve bela, o insanın üzerinde levh-i mahfuz'da yazılıdır. Mutlaka o musibet ona isabet edecekti ve etti. Onun bazısından veya hepsinden istirahata kavuştu. İşte bu da bir nimettir.
Beşincisi: O musibetin sevabı ondan daha fazladır; zira dünya musibetleri iki yönden, ahiretin yollarıdır.
1. Tiksindirici ilâç, hasta hakkında nimet olur. Oyundan menedilmek çocuk hakkında nimet olur; zira çocuk oyunla başbaşa bırakılırsa oyun onu ilim ve edepten engellediği için bütün hayatı mahvolur. Mal, aile efradı, akrabalar, âzalar, hatta varlıkların en azizi olan göz, bazı hallerde insanın helâkine sebep olur; zira mülhidler (inkârcılar) yarın, kıyamette deli veya çocuk olmalarını temenni ederler. Akıllarıyla Allah'ın dininde tasarruf etmemelerini temenni ederler. Bu bakımdan bu sebeplerden herhangi biri kulda bulunduğu zaman onda kul için dinî bir hayır olması düşünülebilir. Öyleyse kul için Allah hakkında güzel zanda bulunmak gerekir. Başına gelen şeyde hayır görmesi ve ondan dolayı şükretmesi lâzımdır; zira Allah'ın rahmeti geniştir. O kuldan daha iyi bilir. Yarın kıyamette kullar, belalara karşı olan sevapları gördükleri zaman çocuğun, âkil ve bâliğ olduktan sonra, dövmesinden ve terbiye vermesinden dolayı babasına ve hocasına, verilen terbiyeden istifade ettiğini idrâk ettiğinden dolayı teşekkür ettiği gibi, onlar da Allah'a teşekkür ederler. Allah'tan gelen bela, kul için tedibdir. Allah'ın kulu hakkındaki inayeti, babaların evlatları hakkındaki inayetinden daha büyüktür. Rivayet edildiğine göre bir kişi, Hz. Peygamber'e 'Bana vasiyet et' dediğinde, Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu:
Allah'ı, senin için hükmettiği bir şeyde itham etme!
Hz. Peygamber bir ara göğe bakıp güldü. Bu gülümsemenin se-bebi kendisine sorulunca şöyle buyurdu:
Allah Teâlâ'nm mü'min bir kula hükmettiği şeye hayret ettim. Eğer mü'min kul için genişliği hükmederse, mü'min razı olur ve kendisi için hayırlı olur. Eğer onun için sıkıntıyı
ve zararı hükmederse mü'min de razı olursa kendisi için hayırlı olur!
2. Helâk edici hataların başı dünya sevgisidir. Kurtarıcı sebeplerin başı da kalben aldanış yuvasından uzaklaşmaktır. Nimetlerin belalar ve musibetlerle karışmaksızın istediği gibi akması kalbin dünyaya ve sebeplerine güvenmesini ve yakınlaşmasını gerektirir. Öyle ki dünya o kişi hakkında cennet gibi olur. O kişinin belâsı dünyadan ayrıldığı için oldukça büyür, kişinin üzerinde musibetler çoğaldığı zaman kalbi dünyadan ürker. Dünyaya itimat etmez, yakınlık kurmaz. Dünya onun için ha-pishane olur. Onun dünyadan kurtuluşu hapishaneden kurtuluş gibi, lezzetin en büyüğü olur. Bu nedenle Allah'ın peygamberi şöyle buyurmuştur: 'Dünya mü'minin hapishanesi, kâfirin cennetidir'.
Kâfir, Allah'tan yüz çeviren, dünya hayatından başkasını istemeyen, dünyaya razı olup güvenen kimsedir. Mü'min ise kalbiyle dünyadan uzak duran, dünyadan göçmeye meyleden kimsedir. Küfrün bazısı açık, bazısı gizlidir. Kalpteki dünya sevgisinin miktarı kadar, kalbe gizli şirk girer. Mutlak muvahhid (Allah'ı birleyici) o kimsedir ki ancak hak olan Bir'i sever. Bu bakımdan belada bu yönden nimetler vardır. Öyleyse bela ile sevinmek farzdır. Acı çekmek de kaçınılmaz bir şeydir. Bu, hacamata muhtaç olduğun anda seni parasız hacamat edene veya sana meccanen tiksindirici ve faydalı bir ilâcı içiren bir kimse ile sevinmene benzer; zira sen, hem bu kimse ile sevinir, hem de elem duyarsın. Eleme karşı sabreder, sevgi sebebinden dolayı da şükredersin. Bu bakımdan dünyevî işlerdeki belanın misali, hal-i hazırda sana acı gelen, gelecekte fayda veren ilâçtır. Padişahın sarayına güzelliği için giren ve oradan çıkacağını bilen bir kimse, beraberinde çıkmayıp orada kalan güzel bir yüzü görürse, bu onun için hem günah hem de bela olur.
Çünkü o, öyle bir konağa ünsiyet veriyor ki orada devamlı kalma imkânından muhrumdur. Eğer orada kaldığında padişahın çıkıp gelmesi ve kendisine işkence etme tehlikesi varsa, onu o yerden kaçırtacak bir nahoş hâdise kendisine isabet ederse bu onun için bir nimettir. Dünya bir konaktır.
İnsanlar rahim kapısından oraya girmişlerdir, kabir kapısından da çıkacaklardır. Bu bakımdan onları o konağa ısındırıcı herşey beladır.O konaktan kalplerini soğutcu, ünsiyetlerini kesici herşey de nimettir. O halde bunu bilen bir kimsenin belalara şükretmesi düşünülebilir. Beladaki bu nimeti bilmeyen bir kimsenin ise şükretmesi
düşünülemez. Çünkü şükür, zarurî olarak nimetin bilinmesine tâbidir. Kim musibetin sevabının musibetten daha büyük olduğuna inanmazsa, o kimsenin musibetten dolayı şükretmesi düşünülemez.
Hikâye olunuyor ki bir bedevî, İbn Abbas'a, babası Hz. Abbas için taziyede bulunarak şu şiiri okudu:
Sabret! Biz de seninle sabredici oluruz! Ancak raiyenin sabrı, başın sabrından sonradır! Abbas'tan sonra senin sabrın Abbas'tan daha hayırlıdır. Allah da Abbas için senden daha hayırlıdır.
Bunun üzerine İbn Abbas dedi ki: 'Hiç kimse bana bundan daha güzel taziyede bulunmadı!'
Musibetlere sabretmek hakkında vârid olan haberler çoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah kim için hayrı irade ederse, ona musibet verir.73
Allah Teâlâ (bir hadîs-kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Kullarımdan birine, bedeninde veya malında veya evladında bir musibet verdiğim zaman, musibeti güzel bir sabır ile karşılarsa, kıyamet gününde onun için bir mizan kurmak-tan veya onun için bir defter açmaktan hayâ ederim.
Herhangi bir kul, herhangi bir musibete giriftar olduğunda, Allah'ın buyurduğu gibi, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na dö-neceğiz' (Bakara/156) ve '.Ey Allahım! Musibetimde beni me'cur kıl! O musibetle götürdüğünün daha hayırlısını bana ver!' derse, muhakkak Allah Teâlâ onun için isteneni yapar.
Allah Teâlâ (bir hadîs-i kudsî'de) şöyle buyurmaktadır:
Kimin iki gözünü alırsam onun karşılığı evimde (cennetimde) daimî durmak ve yüzüme bakmaktır.74
Rivayet ediliyor ki bir kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Malım gitti, bedenim hastalıklı oldu!' diye şikayette bulununca, Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur:
Malı gitmeyen ve bedeni hastalanmayan bir kulda hayır yoktur. Muhakkak ki Allah, herhangi bir kulunu sevdiği zaman ona bela verir. Ona bela verdiği zaman da kendisine sabır verir.75
Kişi Allah katında büyük bir derece sahibi olabilir. O dereceye hiçbir amelle varamaz ancak bedenine isabet eden bela ile o bela vasıtasıyla o dereceye varır.76
Habbab b. Eret'den şöyle rivayet ediliyor: Hz. Peygamber Kâbe'nin gölgesinde, abasına bürünmüş durumdayken biri geldi, ona şikayette bulundu ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Neden Allah'tan bizim için yardım dilemiyorsun?' Bunun üzerine Hz. Peygamber, rengi kıpkırmızı olduğu halde kalkıp oturdu, sonra şöyle buyurdu:
Sizden önce geçmiş müslümanlardan biri için yerde bir çukur kazılır, testereyle ikiye biçilirdi de yine de bu durum onu dininden döndürmezdi.77
Hz. Ali'den şöyle rivayet ediliyor: 'Sultan herhangi bir kişiyi zulmen hapseder veya dövdüğünde ölürse o şehiddir!'
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Senin elemini hiç kimseye şikayet etmemen ve musibetini söylememen, Allah'a olan tâziminden ve Allah'ın hakkını bilmendendir.
Ebu Derdâ (r.a) şöyle derdi: 'Siz ölüm için doğuyorsunuz. Harap olmak için tamir ediliyorsunuz. Yok olacak olan karşılığında kalacak olanı bırakıyorsunuz. Üç şey ne güzeldir: Fakirlik, hastalık ve ölüm'.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Allah bir kula hayrı irade ederek onu günahlardan temizlemeyi dilediği zaman, onun üzerine şiddetli bela yağdırır. Oluk halinde üzerine bela akıtır. Kul, Allah'ı çağırdığı zaman, melekler derler ki: 'Bu ses belli bir sestir!' İkinci bir defa çağırıp 'Ya rabbî!' dediği zaman, Allah Teâlâ ona 'Ey kulum! İki defa sana cevap veriyor ve iki defa seni said kılıyorum. Benden istediğin birşey varsa veririm veya senden belayı defeder veya katında senin için ondan daha faziletli olanı sağlarım'. Kıyamet günü geldiğinde amel ehli getirilir, namaz, oruç, sadaka, hac gibi amellerinin karşılıklarını alırlar. Sonra bela ehli getirilir. Onlar için bir mizan kurulmaz, bir defter açılmaz. Dünyada bela onların üzerine nasıl akıtılmış ise, ecirler de kendilerinin üzerine o şekilde akıtılır. Bu durum karşısında dünyada sıhhatli ve âfiyetli olanlar dünyada bedenlerinin makaslarla parçalanmış olmasını temenni ederler. Çünkü belaya mâruz kalanların nimetini görürler. İşte bu manzara şu ayetin mânâsıdır: 'Allah yolunda sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir'. (Zümer/10)78
İbn Abbas'tan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Peygamberlerden biri rabbine şikayette bulunarak şöyle dedi:
Yarab! Mü'min kulun sana itaat ediyor günahlarından uzaklaşıyor. Sen ondan dünyayı alıyor, ona belayı veriyor-sun. Kâfir kulun sana itaat etmiyor, sana karşı günahkâr oluyor. Sen ondan belayı uzaklaştırıyor, dünyayı onun için yayıyorsun. (Bu nasıl olur?)
Bunun üzerine Allah Teâlâ ona vahiy gönderek şöyle buyurmuştur:
Kul da benim, bela da benimdir. Her biri benim hamdimle tesbih eder. Bu bakımdan mü'minin üzerinde günah olduğunda ben dünyayı ondan alır, ona bela veririm ki benim huzuruma gelinceye kadar günahlarının kefareti olur. O zaman da'sevaplarının mükâfatını ona veririm.
Kâfirin de sevapları olur. Onun rızkını genişletir, belayı ondan uzaklaştırırım. Sevaplarının mükâfatını dünyada ona veri-rim ki benim huzuruma sevapsız gelsin. O zaman da günahlarıyla onu cezalandırırım!
Rivayet ediliyor ki 'Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır' (Nisâ/123) ayeti nâzil olduğu zaman Hz. Ebubekir şöyle demiştir: 'Bu ayetten sonra artık sevinmek nasıl olur?' Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey Ebubekir! Allah seni affetsin. Sen hasta olmaz mısın? Sana eziyet dokunmaz mı? Sen üzülmez misin? İşte bunlar karşılığını göreceğiniz şeylerdendir.79
Ukbe b. Amir'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir insanı günahta ısrar ettiği halde Allah ona sevdiği şeyleri veriyor iken gördüğünüzde biliniz ki bu durum onun için aldatmadır.
Sonra Hz. Peygamber şu ayeti okumuştur:
Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine herşeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.(En'âm/44)
Hasan Basrî'den şöyle rivayet ediliyor: Ashabdan bir kişi, cahiliyyet devrinden tanıdığı bir kadını gördü. Onunla biraz konuşup ayrıldı. Yürüdüğü halde arada sırada dönüp kadına bakıyordu. Bu esnada bir duvara çarptı ve yüzü yaralandı, Hz. Peygamber'i gelip hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Allah bir kuluna hayrı irade ettiği zaman günahının cezasını dünyada hemen verir.80
Hz. Ali 'Size Kur'an'daki en fazla ümit veren ayeti haber vereyim mi?' dediğinde, dinleyenler 'Evet!' dediler, o da şu ayeti okudu:
Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder.(Şûra/30)
Bu bakımdan dünyadaki musibetler işlenen günahlar yüzünden meydana gelirler. Öyleyse Allah Teâlâ dünyada kulunu cezalandırdığı zaman ikinci bir defa onu azaba dûçar etmekten yücedir. Dünyada onu affettiği takdirde kıyamette onu tâzib etmekten münezzehtir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah katında, hilim ile karşılanan öfkeden ve sabırla karşılanan musibetten daha sevimli hiçbir şey yoktur! Allah katında, Allah yolunda dökülen bir damla kan veya gecenin karanlığında Allah'tan başkasının görmediği ve secde halinde olduğu halde akıtılan bir damla göz yaşından daha sevimli birşey yoktur. Allah katında, farz namaza veya sıla-yı rahme doğru atılan bir adımdan daha sevimli iki adım atılmamıştır.31
Ebu Derdâ'dan (r.a) şöyle rivayet ediliyor: Hz. Süleyman'ın oğlu vefat etti. Süleyman (a.s) buna çok üzüldü. Bunun üzerine iki melek kendisine geldi. Onun huzurunda iki hasım gibi diz çöktüler. Biri dedi ki: 'Ben tohum ektim. Biçilecek duruma geldiği zaman bu adam yanından geçti; ekinimi mahvetti'.
Hz. Süleyman (a.s) diğerine 'Sen ne diyorsun?' diye sordu. Dedi ki: 'Ben yolda yürüyordum. Birden önüme tarla çıktı. Sağa sola baktım yol yoktu; baktım ki yol ekinin içinden geçiyor'.
Hz. Süleyman (a.s) tarla sahibine 'Neden yola ektin? Bilmez misin halk için yol gereklidir?' dedi. Ziraat sahibi 'Sen çocuğun için neden üzülüyorsun? Bilmez misin ölüm ahiret yoludur!' dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) rabbine tevbe etti. O günden itibaren çocuğu için üzülmedi.
Ömer b. Abdülaziz hasta yatan bir çocuğunun yanına girip şöyle dedi: 'Ey oğul! Senin benim terazimde olman benim nezrimde benim senin terazinde olmamdan daha sevimlidir'. Çocuk 'Babacığım! Muhakkak senin sevdiğin, bence, benim sevdiğimden daha sevimlidir' dedi.
İbn Abbas'a bir kız çocuğunun ölüm haberi getirildiğinde istirca' da bulunup İnna lillâhî ve innâ ileyhi râciûn ayetini okudu ve şöyle dedi: O bir avretti; Allah onu örttü! Bir nafaka idi; Allah onu tekeffül etti. Bir ecirdi; Allah onu gönderdi'. Sonra iki rek'at namaz kıldı ve şöyle dedi: Biz Allah'ın emrini yaptık. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. (Bakara/45)
İbn Mübârek'ten rivayet edildiğine göre, bir oğlu öldü. Tanıdık bir mecusî kendisine taziyede bulunarak şöyle dedi: 'Akıllı bir in-san için cahil bir kimsenin beş gün sonra yapacağını bugün yapmak gerekir!' Bunun üzerine İbn Mübârek talebelerine 'Mecusînin bu sözünü kaydedin!" dedi.
Âlimlerden biri şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ kulu beladan sonra bela ile belalandırır, kulun hiçbir günahı kalmayıncaya kadar bu durum devam eder'.
Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: 'Allah imanlı kulunu bela ile yoklar. Tıpkı, aile efradını hayır ile yokladığı gibi!'
Hâtem el-Esemm şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ kıyamet gününde dört kişi ile dört sınıfa karşı delil getirir, zenginlere karşı Hz. Süleyman'ı (a.s) delil getirir. Fakirlere karşı Mesih İsa ile delil getirir. Kölelere karşı Hz. Yusuf ile delil getirir. Hastalara karşı Hz. Eyyûb ile delil getirir. Allah'ın salât ve selâmı bütün peygamberlere olsun'.
Rivayet ediliyor ki Hz. Zekeriyya (a.s) Benî İsrail kâfirlerinden kaçarken bir ağaca gizlendi. Kâfirler bunu öğrendiler, bıçkı getirildi, ağaç biçildi, bıçkı Hz. Zekeriyya'nın (a.s) başına dayandı. Bu durumdayken ondan bir inleme çıktı. Allah Teâlâ derhal ona vahiy gönderdi: 'Ey Zekeriyya! Eğer senden ikinci bir inleme çıkarsa muhakkak seni peygamberlik defterinden silerim!' Bunun üzerine Zekeriyya (a.s) ikiye biçilinceye kadar sabretti.
Ebu Mes'ud el-Belhî der ki: 'Herhangi bir musibete giriftar olan bir kimse elbisesini yırtar, göğsüne vurursa, -sanki bu kimse eline bir mızrak almış da Allah ile savaşmak istiyor gibidir'.
Lokman Hakîm, oğluna şöyle dedi: 'Ey oğul! Altın ateşle denenir. Salih kul da bela ile denenir. Bu bakımdan Allah bir kavmi sevdiği zaman onlara bela verir. Kim belaya razı olursa ona rıza vardır. Kim kızarsa ona da öfke vardır'.
Ahmed b. Kays şöyle anlatıyor: Birgün dişim ağrıdığı halde sabahladım. Amcama dedim ki: 'Bu gece diş ağrısından uyumadım!' Bu sözü üç defa tekrarladım. Amcam bana dedi ki: 'Bir gece dişinin ağrımasını fazlasıyla şikayet konusu yaptın. Benim otuz seneden beri şu gözüm görmediği halde kimseye söylemedim'.
Allah Teâlâ, Üzeyir'e (a.s) vahiy gönderdi: 'Senin başına bir bela geldiği zaman beni mahluklarıma şikayet etme. Bana şikayette bulun. Benim seni, kötülüklerin ve rezaletlerin huzuruma yükseldiği zaman meleklerime şikayet etmediğim gibi!'
Allah Teâlâ'nın büyük lütuf ve kereminden dünyada ve ahirette güzel örtüsünü talep ederiz!.
72) Tirmizî
73) Buhâri
74) Daha önce geçmişti.
75) İbn Ebî Dünya
76) Ebu Dâvud
77) Daha önce geçmişti.
78) İbn Ebî Dünya, (Enes'ten)
79) Tirmizî
80) İmam Ahmed, Taberânî
81) Ebûbekir b. Lâl, ( Enes'ten)
Sabir ve Sükür
- Giriş
- Recâ'nın Hakikati
- Recâ'nın Fazileti ve Recâ'ya Teşvik
- Sabrın Fazileti
- Ümid'in Çaresi ve Sebepleri
- Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
- Sabrın Hakikati ve Anlamı
- Sabır İmanın Yarısıdır
- Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler
- Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
- Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar
- Korku'nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık
- Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar
- Havf - Korku
- Şükür
- Korku'nun Hakikati
- Şükrün Fazileti
- Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları
- Şükrün Tanımı ve Hakikati
- Allah Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
- Korku'nun Fazileti ve Korku'ya Teşvik
- Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
- Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
- Korku Halini Temin Eden Çare
- Su-i Hâtime'nin (Kötü Sonucun) Anlamı
- Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile ilgili Halleri
- Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası'nın Korku ile İlgili Halleri
- Fakr ve Zühd