Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile ilgili Halleri
Her hayır, lezzet ve saadet, her matlup ve müessir, nimet diye adlandırılır. Fakat hakikatte nimet, uhrevî saadettir. Onun dışındakilere nimet ve saadet demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Ahirete yardım etmeyen dünyevî saadete nimet ismi vermek gibi...
Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini birşeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.
Birinci Kısım
Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılır. Hem dünyada, hem ahirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup ahirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat ahirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi...
Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar).
Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır. Cahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu bela zanneder. Akıllı bir kimse ise, onu nimet sayar. Kendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyar. Onu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlar. Bu nedenle anne çocuğunu hacamattan meneder. Fakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görür. Anne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünür. Çocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyar. Annesine daha fazla yakınlık gösterir. Babasını kendisine düşman telâkki eder. Eğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdi. Çünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürükler. Cahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu....Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir.
İkinci Kısım
Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi... Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu Allah yolunda sarfeder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur.
Üçüncü Kısım
Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünür. Zatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, Allah'ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidir. Kısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledir. Çünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır.
İkincisi, başkası için aranandır. Onun zatında bir gaye yoktur. Dirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlar. Fakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinler. Faizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinler. Cahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlar. Bu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unutturur. Böylece asıldan yüz çevirir. Durmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olur. Bu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir.
Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla Allah'ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenir. Sıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilir. Madem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettir. Hem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettir. Fakat birincisinden daha eksiktir. Ancak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlar. Aksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlar. Bu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirler. Eğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittir. Bu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededir. Hatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyar. Bu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır.
Dördüncü Kısım
Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlar. Rahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denir. Gelecekte fayda verene faydalı denir. Güzel ise her durumda benimsenendir. Şerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlar. Bu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdür. Kendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denir. Hayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir.
Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidir. Şerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidir. Cahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyar. Cehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hisseder. İlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlar. Dolayısıyla iki zıt çarpışırlar. Elemi daha da büyür. Eğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olur. Eğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olur. Böyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır.
İkinci türü mukayyed olandır. Mukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştir. Bu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtır. Kangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi...
Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermez. Helâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder!
Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidir. Boğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi... Çünkü bu, mal için zararlıdır. Kurtulması hususunda nefis için faydalıdır.
Faydalı da iki kısımdır. Bir kısmı zarurîdir: İman ve güzel ahlâk gibi... Ahiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdir. Bunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamaz. İkinci kısım zarurî olmayan kısımdır. Safrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin ye-rine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür.
Beşinci Kısım
Her lezzetin ifade edildiği nimet. Lezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler.
Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettir. Ancak kalp onu lezzet telâkki eder. Çünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptir. Bu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir.
Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulur. İlim ve hikmetin ehli de pek azdır. Her ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da... O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne ahirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattır. İnsan yemek yer doyar ve usanır. Cinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelir. İlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemez. Kim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdır. Hakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdur. Bu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır:
İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildir. Mal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korur. Oysa malı sen korursun. İlim infak edilince artar. Mal ise infakla eksilir. Mal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınır. İlme ise hırsızların eli uzanmaz. Sultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmez. Bu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedir. Mal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldir. Mal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için Allah Teâlâ Kur'an'ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir.
Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir.
Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır..
Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştır. Tıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi... Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmez. Çocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır:
a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse.
b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse.
c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse.
Onların kalplerinde hastalık vardır.(Bakara/10)
Bu ayet akılların hastalığına işarettir.
(Bu Kur'an Muhammed'e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun!(Yâsin/70)
Bu ayet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir.
Bedenen diri, kalben ölü olan kimse Allah'ın nezdinde ölüler dendir. Her ne kadar cahiller katında dirilerden ise de... Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de...
İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi... Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur.
Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi... Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdır. Oysa zevklerin en düşüğüdür. Bunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlar. Bu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olur. Bu his gafil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidir. Eğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder.
Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olur. Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdür. Bu rütbe, sıddîkların rütbesidir. Bu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanır. Sıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidir. Midenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir.
Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir.
O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir.
Evet, Allah marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmez. fakat bu, ömür boyu devam etmez. Bazı durumlarda kişiye beşeri sı-fatları geri gelir. Dolayısıyla o da mevcut olur. Fakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olur. Bu anda kalpler dört kısma ayrılır:
1. Allah'tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak Allah'ın fazla marifetiyle ve Allah hakkındaki düşünce ile rahat bulur.
2- Marifetin lezzetini, Allah ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadır. Mal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir.
3. Genellikle Allah ile ünsiyet eden kalp! Allah'ın marifetinden lezzet duymak ve Allah hakkında düşünmektedir. Fakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir!
4.Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktır. Fakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar.
Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir.
İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedir. Üçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmez. Ancak nadir ve şâz olarak bulunur. Nadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzeder. Onun çokluğu ancak peygamberlerin (a.s) asırlarına yakın bulunan asırlarda olur. Zaman uzadıkça, bu kalpler de azalır. Ta kıyamet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri Allah Teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder.
Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu ahiret mülkünün başlangıcıdır. Mülk ise kıymetlidir. Padişahlar azdır, çoğalmazlar. Nasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen ahiret için de durum budur; zira dünya ahiretin aynasıdır. Çünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettir. Ahiret ise, gayb âleminden... Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidir. Aynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi... Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsun. Önce aynada sûretini görüyorsun. Onun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelir. Bu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşür. Önde olan sona düşer. Bu bir nevi tepetaklak olmaktır. Fakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdır. insanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olur. Mülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçer. Bu geçişine idrâk adı verilir.
Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2)
Bazıları da basireti körleştiği için ibret almaz. Mülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir..
Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktır. Bu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur.' Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardır. Ölümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk eder. Bundan ötürü Allah Teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar 'cennet ile cehennem yaratılmıştır' dediler. Fakat cehennem bazen, ilm'el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunur. Bazen de ayn'el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla...
Ayn'el-yakîn ancak ahirette olur. İlm'el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr'ul yakîn'den nasiblerini alanlara verilir.
Hayır ilme'l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne'l-yakîn (açıkça) göreceksiniz.(Tekâsür/5-7)
Madem durum budur, anlaşıldı ki ahiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur.
Altıncı Kısım
Bu kısım bütün nimetleri derleyicidir. Bil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılır. Gaye ise ahiret saadetidir. Bunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir:
a) Yokluğu olmayan bekâ
b) Üzüntüsü olmayan sevgi
c) Beraberinde cehalet olmayan ilim
d)Arkasında fakirlik olmayan zenginlik. Hakikî nimet ancak budur.
Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak ahiret hayatıdır.
Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştir. Bu şiddetli durum, Medine'nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuştur. Başka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir.
Zatın biri 'Ey Allahım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum' deyince Hz. Peygamber (s.a) 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Kişi hayır cevabını verdi. Hz. Peygamber şöyle dedi:Nimetin tamamı cennete girmektir.
Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılır. Birincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlar. İkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdır. Üçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdır. Dördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdır. O halde bunlar dört çeşittirler.
En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdir. Etraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, iman ve güzel ahlâka dönüşür. İman da Allah'ın, Allah'ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur.
Güzel ahlâk iki kısma ayrılır.
A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektir. Bu kısmın ismine iffet denir.
B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen
şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın.
Aksine dalışı ve çekilişi, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir.
Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.(Rahman/8-9)
Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştır. Kim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştır. Adalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Böylece terazi-nin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir.
Öyleyse nefse mahsus ve Allah'a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır:
a) Mükâşefe ilmi
b) Muamele ilmi
c) İffet
d) Adalet
Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır.
Bedenin faziletleri de dört kısımdır:
a) Sıhhat
b) Kuvvet
c) Güzellik
d) Uzun ömür
Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanır. O haricî nimetler dört kısımdır:
a) Mal
b) Aile efradı
c) Mertebe
d) Aşiretinin ve soyunun şerefi
Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmaz. Ancak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir.
Telif eden sebepler de dört çeşittir:
a) Allah'ın hidayeti
b) Allah'ın irşâdî
c) Allah'ın doğrultması
d) Allah'ın teyididir.
Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı onaltıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular).
Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdır. Zarurî ihtiyaç ahiret saadetinin iman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak iman ve güzel ahlâkla ahiret saadetine varılabilir. Öyle ise, insanoğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildir. Hiç kimse için ahirette, dünyada edindiği azıktan başkası yoktur. Böylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır.
Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder!
Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?
Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.
Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.57
Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır.58
Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur.
Hûkemadan birine 'Nimet nedir?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: 'Nimet zenginliktir. Çünkü fakirin hayatı yoktur'. 'Bize daha fazla izah et' denilince, dedi ki: 'Nimet gençliktir. Çünkü ihtiyarın hayatı yoktur!' Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettir. Fakat o nimet, ahirete yardımcı olması hasebiyle nimettir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir.
Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdır. Bu, evlat hakkında da böyledir. Kul öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden ameli kesilmez. Onlardan biri kendisine dua eden salih evlattır.
Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştik. Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.
İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defeder. Hiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yoktur. İlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamaz. Bu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilir. Bunun için şöyle denilmiştir: 'Din ve sultan ikizdirler'. Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü.(Bakara/251)
Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektir. Nasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse...Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlar. Nasıl ki insanoğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır.
Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (a.s) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdi. Din âlimleri de böyledirler. Onların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildir. Aksine Allah Teâlâ'nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği ni-metten daha azdır.
Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir?
Cevap: Evet nimettir.
Bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İmamlar Kureyştendir.59
Adem (a.s) nesebinde insanların en şereflisi idi.60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae'd-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının.
Bunun üzerine şöyle denildi: 'Hadrae'd-demen hangi kadındır?'
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir.62
Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettir. Ben bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorum. Aksine Hz. Peygamber'in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorum. Eğer 'Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: 'Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre insanoğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir'.
Saadetlerin en üstünü Allah'a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür.
Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: 'Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir'.
Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdır. Fakat o da hayırlardandır. Dünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir.Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır.
Birinci Nevi
Onlardan biri; çirkinlik kötüdür. Tabiatlar ondan kaçar. Güzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındır. Kalplerdeki mevkîsi daha geniştir. Sanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettir. Çünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilir. Dünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey ahirete de yardımcı olur.
İkinci Nevi
O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet eder. Bu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Bu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: 'Yüz ile göz, bâtının aynasıdır. Bu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir' ve yine bunun için şöyle denilmiştir: 'Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır'. Denildi ki: 'Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın'.
Halife Me'mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker ilişti. O askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: 'Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktür. Bâtına doğduğunda fesahattir'. Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtını. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın!
Hz. Ömer (r.a) de 'Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz' demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman 'Yüz bakımından en güzeli imam olmaya en uygunudur' demişlerdir.
Allah Teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur:
Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.(Bakara/247)
Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktır. Biz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz.
Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa Allah Teâlâ mal ve mertebeyi kötü-lemiştir. Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.
Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının.
(Teğabün/14)
Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır).(Teğabün/15)
Hz. Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlar. Her kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır' demiştir.
Yine denildi ki: 'Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir)'. Madem şer'an mal ve evlat kötülenmiştir. O halde nimet olmasının mânâsı nedir?
Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse Allah'ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladır. İşte bunlar ahiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.
Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettir. Eğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan bela ve helâktir. Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle Allah Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.
Hz. Peygamber (s.a) malı övmüş ve şöyle demiştir:
Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.
Hz. Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştir. Zaten mertebeden kastedilen de budur. Fakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdır. Mal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çoktur. Nerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektir. Mertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektir. Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir.
İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'e verilmiştir. Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman'a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.
İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söyle-mesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.
Dalgıçın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.
Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim.63
Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım.64
Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir...
Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.
Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun!
Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece 'nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun' demektir. Aksi halde, bu hadîsi rivayet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır.
Hz. Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman b. Avf (r.a) Hz. Peygamber'den, bütün servetini Allah yolunda infak etmek hususunda izin istedi. Hz. Peygamber de bu hususta Abdurrahman'a izin verdi. Fakat derhal Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber'e gelip 'Abdurrahman'a emret! Fakire yedirsin. Çıplağa giydirsin. Misafiri ağırlasın!' dedi. O halde, dünya nimetleri karışıktır. Onların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştır. O halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilir. İlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilir. Basiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidir. Onun için tehlike yerlerinden kaçması gerektir. Böyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamaz. Bütün halk tabakası böyledir. Ancak Allah Teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır.
Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir?
Cevap: Tevfike herkes muhtaçtır. Tevfik, Allah'ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettir. Bu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildir. Fakat âdet, Allah Teâlâ'dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuştur. Nitekim ilhad, meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir.... İrtidad da böyledir. Tevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: 'Kula Allah'tan yardım olmadığı zaman onun Allah'a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır'.
Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemez. Çünkü insanın çağırıcısı, bazen ahiretinin salâhına elverişli olana meyleder. Fakat ahiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır.
(Musa) 'Rabbimiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!' dedi.
(Tâhâ/50)
Eğer size Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir.(Nûr/21)
Allah'ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez.
'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: 'Ben de ancak Allah'ın .rahmetiyle girebilirim'.
Hidayetin üç mertebesi vardır:
Birincisi 'Bir de ona iki yol gösterdik!' (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir.
Allah Teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştir. Bazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur:
Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.(Fussilet/17)
Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridir. Bunlar da insanlara verilmiştir. Bunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederler. Bu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Zira gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)
Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendir. Şu ayet ile buna işaret edilmiştir:
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gidiyoruz(Zuhruf/22)
Kabir ve hasede de şu ayet ile işaret etmiştir:
'Bu Kur'an iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?' dediler,(Zuhruf/31)
Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?'(Kamer/24)
İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar.
İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedir. O mertebe, Allah Teâlâ'nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdir. Bu haller mücahedenin meyvesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69)
Hidayet bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir.(Muhammed/17)
Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedir. O da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdur. Kişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmaz. O mutlak hidayettir. Onun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridir. Bu üçüncü kısım hidayeti, Allah Teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştir. Her ne kadar hidayetin tümü Allah tarafından geliyorsa da...
Onlara de ki: 'Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur'. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet,
şu ayette bildirilen hidayettir:
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?
(En'âm/122)
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22)
Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla insanoğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruz. Bu da bâtından olur.
Andolsun biz daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk.(Enbiyâ/51)
Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettir. Öyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmez. Fakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdır. Nice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yapar. Bu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştir. Ancak bu şahsa rüşd verilmemiştir. Bu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildir. O büyük bir nimettir.
Tasdik'e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktır. Çünkü sadece hidayet kâfi değildir. Ayrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdır. O da rüşddür. Rüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansın. Bu bakımdan hidayet katıksız tariftir. Rüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktır. Tasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektir. Te'yid'e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidir. O, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir.
Hani seni Rûh'ul-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim... (Mâide/110)
İsmet de te'yide yaklaşır. İsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdır. Bu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olur. Şu ayeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir:
Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24)
İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdır. Bunlar, an-cak Allah'ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler!
Bu onaltı sebebin her biri de birçok sebepler ister. O sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalan-ların sığınağına varıncaya kadar devam eder. O, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidir. Madem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmez. Bu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk Allah'tandır!
57) İmam Ahmed, Ebu Yâ'lâ, Taberânî
58) Deylemî
59) Nesâî, Hâkim, (Enes'ten sahih bir senedle)
60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir.
61) İbn Mâce
62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebu Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adîy;Kuddâî ve Kâtib
63) Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
64) Müslim ve Buhârî, (Ebu Hüreyre'den)
Zira dünyevî saadete nimet demek, katıksız bir hatadır. Bazen nimet ismini birşeye vermek doğru olur. Fakat onu ahiret saadetine ıtlak etmek daha doğrudur. Bu bakımdan insanı ahiret saadetine götüren ve ona bir veya birkaç vasıta ile yardım eden her sebebe nimet ismini vermek doğrudur. Çünkü bu sebep, hakîki nimete götürür. Yardımcı sebepler ve nimet diye adlandırılan lezzetleri kısım kısım açıklayacağız.
Birinci Kısım
Herşey bize nisbetle şu kısımlara ayrılır. Hem dünyada, hem ahirette faydalı olan ilim ve güzel ahlâk, yine her iki yerde de zararlı olan cehalet ve kötü ahlâk, sadece dünyada faydası olup ahirette zararı olan şehvet peşinde koşup lezzet almak ve dünyada zarar, fakat ahirette fayda verecek olan şehvetleri dizginlemek gibi...
Bu bakımdan ilim ve güzel ahlâk gibi hem hali hazırda, hem gelecekte fayda veren şeyler, hakîkat açısından nimetin ta kendisidir. İkisine de zarar veren, kesinlikle belâdır. Bu da ilim ve güzel ahlâkın zıddıdır. Hal-i hazırda fayda, gelecekte zarar veren ise, basiret sahipleri nezdinde katıksız bir beladır. (Fakat cahiller onu nimet sanırlar).
Onun misali şudur: Acıkmış bir insan, içinde zehir olan balı gördüğü zaman, eğer durumu bilmiyorsa, bu balı nimet sayar. Durumu bildiği zaman onun kendisine verilen bir bela olduğunu anlar. Hal-i hazırda zarar veren, gelecekte faydalı olan ise, akıl sahipleri nezdinde nimet, cahiller nezdinde beladır. Bunun misali, hal-i hazırda tadı hoş olmayan, ancak hastalıkta şifa verici devadır. Cahil çocuğa bu ilacı içmesi teklif edildiği zaman, bunu bela zanneder. Akıllı bir kimse ise, onu nimet sayar. Kendisine o ilâcı tavsiye edene minnet duyar. Onu kendisine yaklaştırır, ona sebepleri hazırlar. Bu nedenle anne çocuğunu hacamattan meneder. Fakat baba çocuğun (sıhhati için) hacamat olmaya davet eder; zira baba, aklı kâmil olduğu için neticeyi görür. Anne de çocuğu fazla sevdiğinden ve eksik akıllı olduğundan ötürü sadece hal-i hazırı düşünür. Çocuk da, cahil olduğundan dolayı, babasına karşı değil, annesine karşı minnet duyar. Annesine daha fazla yakınlık gösterir. Babasını kendisine düşman telâkki eder. Eğer çocuğun aklı olsaydı, muhakkak annenin dost sûretinde gözüken gizli bir düşman olduğunu bilirdi. Çünkü annenin onu hacamat olmaktan menetmesi, onu hacamat olmaktan daha şiddetli elem ve hastalıklara sürükler. Cahil dost, akıllı düşmandan daha zararlıdır. Her insan nefsinin dostudur ve fakat cahil dostu....Bu nedenle düşmanın yapmadığını kendisi kendi başına getirir.
İkinci Kısım
Dünyevî sebepler değişiktir. Bazen hayırlıları şerlilerine karışır. Hayırlıları çok az zaman saf kalır. Mal, aile, çocuk, akrabalar, mertebe ve diğer sebepler gibi... Fakat bu sebepler, faydası zararından daha fazla olan yeterli mal, mertebe ve diğer sebepler gibi kısımlara ayrılır. Geniş mertebe, bol mal gibi, şahısların çoğunun hakkında zararı faydasından daha fazla olan kısımla ve zararı faydasına denk olan kısımlara ayrılır. Bunlar şahıslara göre değişen şeylerdir. Çok salih insan vardır ki ne kadar çok olursa olsun salih maldan fayda görür. Onu Allah yolunda sarfeder, hayırlarda kullanır. O mal, bu muvaffakiyetle beraber o kişi hakkında nimettir. Çok insan da vardır ki az mal ile de zarar görür; zira durmadan o malı azımsar, rabbinden şikayet ve daha fazlasını talep eder. Bu bakımdan o mal bu mahrumiyetle beraber o kişi hakkında bela olur.
Üçüncü Kısım
Başka bir itibarla, hayırlar; sadece zatı için tesir eden, sadece başkası için tesir eden, hem zatı hem de başkası için tesir eden kısımlara bölünür. Zatı için tesir eden, başkası için tesir etmeyen birinci kısım, Allah'ın cemâline bakmanın zevki, onunla ona kavuşmanın saadeti gibidir. Kısaca sonu olmayan uhrevî saadet de böyledir. Çünkü bu saadet, kendisinden başka bir gayeye alet olsun diye aranmaz, Aksine zatı için aranır.
İkincisi, başkası için aranandır. Onun zatında bir gaye yoktur. Dirhem ve dinarlar (paralar) gibi; zira paralarla ihtiyaç yerine getirilmezse, para ile taşlar aynı seviyede olurlar. Fakat paralar lezzetlerin vesilesi ve görünüşte lezzetlere kavuşturucu olduklarından dolayı cahiller nezdinde sevimli görünürler ki cahiller onları derleyip istifade etsinler. Faizli bir şekilde onlarda muamele ve tasarruf etsinler. Cahiller zannederler ki onlar bizzat maksuddurlar. Bu kimselerin misali, bir şahsı seven, sevdiği şahıstan ötürü kendisiyle o şahsın arasında arabulucu olan elçiyi de sever. Sonra elçinin sevgisi ona, o çalısın sevgisini unutturur. Böylece asıldan yüz çevirir. Durmadan elçiyi karşılamak, gözetmek, halini sormakla meşgul olur. Bu ise, cehalet ve dalâletin son derekesidir.
Üçüncüsü, sıhhat ve selamet gibi, hem zatı ve hem de başka şeyler için istenendir; zira sıhhat, onun vasıtasıyla Allah'ın huzuruna götüren zikir ve tefekkür için veya onun vasıstasıyla dünya lezzetlerine kavuşmak için istenir. Sıhhat kendi zatı için de istenir; zira insan, her ne kadar selâmeti kendisi için istenen şeyden müstağni ise de yine de kişinin selâmeti, selâmet olmak hasebiyle arzu edilir. Madem durum budur, o halde sadece zatı için etkili olan, hakîkat açısından hayır ve nimettir. Hem zatı, hem de başkası için etkili olan da nimettir. Fakat birincisinden daha eksiktir. Ancak altın ve gümüş gibi başkası için olanlar, haddi zatında cevher oldukları için nimet olarak vasıflandırılmazlar. Aksine vesile olduklarından ötürü nimet sayılırlar. Bu bakımdan onların ikisi, ancak onlar vasıtasıyla ulaşılması mümkün olan bir şeyi isteyen bir şahıs hakkında nimettirler. Eğer o şahsın maksadı ilim ve ibâdet ise, beraberinde de yeterli azığı varsa, o kimsenin yanında altın ile toprak eşittir. Bu bakımdan onların varlığı ve yokluğu onun yanında aynı seviyededir. Hatta çoğu zaman onların varlığı onu düşünce ve ibâdetten alıkoyar. Bu bakımdan onlar böyle bir kimse hakkında nimet değil büyük bir cezadır.
Dördüncü Kısım
Başka bir itibarla hayırlar, faydalı, lezzetli ve güzel kısımlara taksim olunurlar. Rahatlığı hemen anlaşılana lezzetli denir. Gelecekte fayda verene faydalı denir. Güzel ise her durumda benimsenendir. Şerler de zararlı, çirkin ve elem verici kısımlara taksim olunurlar. Bu kısımların herbiri de mutlak ve mukayyed olmak üzere iki türdür. Kendisinde üç vasfın bir araya geldiği türe mutlak şer denir. Hayırdan misali, ilim ve hikmet gibidir.
Çünkü o, ilim ve hikmet erbabı yanında, faydalı, güzel ve lezzetlidir. Şerdeki misali ise cehalettir; zira cehalet, zarar verici, çirkin ve elem vericidir. Cahil bir kimse, cahilliğini bildiği zaman, cehaletin elemini duyar. Cehaletinin acısını duyunca başkasını âlim görür, nefsini cahil ve dolayısıyla eksikliğin elemini hisseder. İlmin lezzeti içinde kabarır. Sonra hased, kibir ve bedenî şehvetler bazen kendisini öğrenmekten alıkoyarlar. Dolayısıyla iki zıt çarpışırlar. Elemi daha da büyür. Eğer öğrenmeyi terkederse, cehalet ve eksikliğinden dolayı müteellim olur. Eğer öğrenmekle meşgul olursa, şehvetleri terketmekle müteellim olur veya kibri terketmek ve öğrenmenin zilletine katlanmakla müteessir olur. Böyle bir insan durmadan daimî bir azap içerisinde kıvranır.
İkinci türü mukayyed olandır. Mukayyed odur ki bu sıfatların bir kısmını derlemiş, bir kısmını derlememiştir. Bu bakımdan bir çok fayda verici vardır ki acıtır. Kangren olmuş parmağın ve hastalıktan ötürü dışarı çıkan şeylerin kesilmesi gibi...
Birçok fayda verici vardır ki çirkindir, ahmaklık gibi; zira ahmaklık, bazı hallere nisbeten faydalıdır Nitekim şöyle denilmiştir: Aklı olmayan rahata kavuşmuştur; zira akılsız kişi neticeye önem vermez. Helâk olmasının vakti gelinceye kadar rahat eder!
Nice şey vardır ki bir yönden faydalı, başka bir yönden de zarar vericidir. Boğulmak korkusu sözkonusu olduğu anda, malı denize atmak gibi... Çünkü bu, mal için zararlıdır. Kurtulması hususunda nefis için faydalıdır.
Faydalı da iki kısımdır. Bir kısmı zarurîdir: İman ve güzel ahlâk gibi... Ahiret saadetine ulaştırmak hususunda bunların ikisi zarurîdir. Bunlardan ilim ile ameli kastediyorum; zira ilim ile amelin yerine başkası kâim olamaz. İkinci kısım zarurî olmayan kısımdır. Safrayı teskin etmek hususunda sekencebin ilâcı kullanmak gibi; zira safranın teskin edilmesi, bazen sekencebinin ye-rine kullanılan başka bir ilaçla da mümkündür.
Beşinci Kısım
Her lezzetin ifade edildiği nimet. Lezzetler insana nisbeten, insanın özelliği olmak veya insanla başkası arasında ortak bulunmak hasebiyle üç çeşittir: a) Aklî, b) Bir kısım hayvanlarla müşterek olan c) Bütün hayvanlarla müşterek olan bedenî lezzetler.
Aklî lezzet, ilim ve hikmet lezzeti gibidir; zira ilim ve hikmet ne kulak, ne göz, ne burun, ne tatma organına, ne mide, ne de tenasül uzvuna göre lezzettir. Ancak kalp onu lezzet telâkki eder. Çünkü kalp, akıl diye tabir ve ifade edilen özel bir sıfata sahiptir. Bu, varlık bakımından, lezzetlerin en azı ise de hakikatte en şereflisidir.
Azlığına gelince, çünkü ilmi ancak âlim zevkli sayar, hikmeti ancak hakîm zevkli bulur. İlim ve hikmetin ehli de pek azdır. Her ne kadar onların ismiyle isimlenen, onların kılık kıyafetine giren pek çoksa da... O sıfatın şerefliliğine gelince, o sıfat ebediyyen zail olmayan, ne dünyada, ne ahirette ayrılmayan ve hiç usandırmayan bir sıfattır. İnsan yemek yer doyar ve usanır. Cinsî münasebetin şehveti bittikten sonra insana ağır gelir. İlim ve hikmetin ise, usandırması ve ağır gelmesi asla tasavvur edilemez. Kim ebediyyen kalacak olan şerefliyi elde etmeye gücü yettiği halde, en yakın zamanda fâni olan çirkine razı olursa, o kimse akıl hastasıdır. Hakikate sırt çevirdiği ve şekaveti için mahrumdur. Bu sıfatın hakkında en az şöyle bir hüküm vardır:
İlim ve akıl, yardımcı ve koruyuculara muhtaç değildir. Mal ise bunun tam aksinedir; zira ilim seni korur. Oysa malı sen korursun. İlim infak edilince artar. Mal ise infakla eksilir. Mal çalınır, hükümdarlık insanın elinden alınır. İlme ise hırsızların eli uzanmaz. Sultanların güçleri ilmi sahibinden azletmeye yetmez. Bu bakımdan ilim sahibi, ebediyyen emniyet içindedir. Mal ve mertebe sahibi, daima korku içindedir. Sonra ilim, devamlı ve her durumda faydalı, lezzetli ve güzeldir. Mal ise bazen insanı helâk olmaya, bazen de kurtuluşa çeker! Bunun için Allah Teâlâ Kur'an'ın birçok yerde mala hayr adını vermişse de çok yerde de malı zemmetmiştir.
Halkın çoğunun ilmin zevkini idrâk etmekten yoksun oluşuna gelince, bu ya zevksizliktendir.
Çünkü tatmayan bilmez ve müştakda olmaz;zira müştak olmak tatmaya tâbidir veya mizaclarının bozukluğundan ve şehvetlere tâbi olmaktan dolayı kalplerinin hastalığındandır..
Tıpkı balın tadını idrâk etmeyen ve acı gören hasta gibi veyahut da zekalarında bir kusur var da ondan ilmin lezzetini idrâk etmezler; zira onlarda ilmin zevkini hissedecek sıfat daha yaratılmamıştır. Tıpkı balın ve semiz kuş etlerinin lezzetini idrak etmeyen, sütten başka hiçbir şeyi lezzetli görmeyen emzikteki çocuk gibi... Bu durum, bu şeylerin lezzetli olmadığına delâlet etmez. Çocuğun sütü benimsemesi de sütün herşeyden daha lezzetli olduğuna delâlet etmez. Bu bakımdan ilim ve hikmetin lezzetini idrâk etmekten kusurlu olanlar üç sınıftır:
a) Çocuk gibi bâtını dirilmeyen kimse.
b) Şehvetlere tabi olmaktan dolayı hayattan sonra ölen kimse.
c) Şehvete tabi olduğu için hastalanan kimse.
Onların kalplerinde hastalık vardır.(Bakara/10)
Bu ayet akılların hastalığına işarettir.
(Bu Kur'an Muhammed'e verildi) ki diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) sözü hak olsun!(Yâsin/70)
Bu ayet içi (kalbi) bir hayatla dirilmeyen kimseye işarettir.
Bedenen diri, kalben ölü olan kimse Allah'ın nezdinde ölüler dendir. Her ne kadar cahiller katında dirilerden ise de... Bunun için şehidler rablerinin katında diridirler, sevindikleri halde rızıklanırlar her ne kadar bedenleriyle ölü iseler de...
İkincisi, bir lezzettir ki insan o lezzet hususunda birtakım hayvanlarla ortaktır: Baş olmak, galebe çalmak, istilâ etmek lezzeti gibi... Bu aslan, kaplan ve bazı hayvanlarda da mevcuttur.
Üçüncü, öyle bir lezzettir ki insan orada bütün hayvanlarla ortaktır, mide ve tenesül uzvunun şehveti gibi... Bu şehvet, varlık bakımından şehvetlerin en fazlasıdır. Oysa zevklerin en düşüğüdür. Bunun için bir lezzette insana, bütün hayvanlar, hatta kurtlar ve haşarat bile ortaktırlar. Bu durumdan kurtulana galebe çalmak musallat olur. Bu his gafil olanlara musallat olan şeylerin en şiddetlisidir. Eğer kişi bu mertebeyi geçerse, üçüncü mertebeye terâkki eder.
Dolayısıyla ilim ve hikmet lezzeti onun için lezzetlerin en büyüğü olur. Allah'ın sıfatlarının ve fiillerinin marifetinin zevkini duymak, zevklerin en büyüğüdür. Bu rütbe, sıddîkların rütbesidir. Bu rütbenin tamamı ancak baş olmak sevgisinin istilasını kalpten çıkarmakla tamamlanır. Sıddîkların gönlünden en son çıkan şey, riyaset sevgisidir. Midenin ve tenasül uzvunun oburluğunu kırmak, salih kulların da güç yetirdiği bir şeydir.
Baş olmanın şehvetine gelince, onu ancak sıddıklar kırabilir.
O şehveti tamamen söküp bir daha onu hissetmemek ve değişik durumlarda onu sezmemek ise beşerin kudreti dışında görünmektedir.
Evet, Allah marifetinin lezzeti, bazı hallerde öyle galebe çalar ki bu durumda, riyaset ve galebe çalmanın lezzeti hissedilmez. fakat bu, ömür boyu devam etmez. Bazı durumlarda kişiye beşeri sı-fatları geri gelir. Dolayısıyla o da mevcut olur. Fakat nefis, adaletten ayrılmaya zorlama gücü olmayacak bir şekilde kahredilmiş olur. Bu anda kalpler dört kısma ayrılır:
1. Allah'tan başkasını sevmeyen kalp! Ancak Allah'ın fazla marifetiyle ve Allah hakkındaki düşünce ile rahat bulur.
2- Marifetin lezzetini, Allah ile ünsiyetin mânâsını bilmeyen kalp! Onun lezzeti rütbe sahib ve reis olmaktadır. Mal ve bedenin diğer şehvetlerini elde etmek asıl zevkidir.
3. Genellikle Allah ile ünsiyet eden kalp! Allah'ın marifetinden lezzet duymak ve Allah hakkında düşünmektedir. Fakat bu kalpte bazı hallerde, beşerî sıfatlara dönüş meydana gelir!
4.Bir kalptir ki hallerinin çoğu, beşerî sıfatlardan lezzet duymaktır. Fakat bazı hallerde ilim ve marifetten zevk almak kapısını çalar.
Birincisine gelince, eğer varlık âleminde mümkün ise, uzaklığın en son mertebesindedir.
İkincisine gelince, dünya onu püskürtmektedir. Üçüncü ve dördüncüsüne gelince, onlar da vardır, fakat gayet nadirdir, olması tasavvur edilmez. Ancak nadir ve şâz olarak bulunur. Nadir olmasına rağmen azlık ve çoklukta çeşitli durumlar arzeder. Onun çokluğu ancak peygamberlerin (a.s) asırlarına yakın bulunan asırlarda olur. Zaman uzadıkça, bu kalpler de azalır. Ta kıyamet yaklaşıncaya ve kanunlaşmış bir emri Allah Teâlâ yerine getirinceye kadar bu azalma devam eder.
Bu tür kalbin azalması, ancak şu hikmetten ileri gelir: Çünkü bu ahiret mülkünün başlangıcıdır. Mülk ise kıymetlidir. Padişahlar azdır, çoğalmazlar. Nasıl ki mülk ve güzellikte emsalsiz olan az, onun dışındaki insanlar çok iseler, aynen ahiret için de durum budur; zira dünya ahiretin aynasıdır. Çünkü dünya, şehâdet âleminden ibarettir. Ahiret ise, gayb âleminden... Şehâdet âlemi gayb âlemine tâbidir. Aynadaki sûretin, aynaya bakanın sûretine tâbi olduğu gibi... Aynadaki sûret, her ne kadar varlık rütbesinde ikinci ise de, o sûret senin görmen açısından birincidir; zira sen nefsini görmüyorsun. Önce aynada sûretini görüyorsun. Onun vasıtasıyla seninle kâim olan suretin, hikâye etme kabilinden ikinci derecede gelir. Bu bakımdan mârifet hakkında varlık âlemine tâbi olan, bu sefer metbû olmaya dönüşür. Önde olan sona düşer. Bu bir nevi tepetaklak olmaktır. Fakat aksülamel Ve tepetaklak oluş bu âlemin zarurî bir gereğidir! Tıpkı bunun gibi mülk ve şehâdet âlemi de gayb ve melekût âleminin mihenk taşıdır. insanlardan bazılarına ibret bakışı müyesser olur. Mülk âleminin birşeyine baktığında onunla melekût âlemine geçer. Bu geçişine idrâk adı verilir.
Ey basiret sahipleri! İbret alınız! (Haşr/2)
Bazıları da basireti körleştiği için ibret almaz. Mülk ve şehâdet âleminde hapsedilmiştir..
Gelecekte ona cehennemden birçok kapılar açılacaktır. Bu dünya kalpleri yakan ateş ile doludur.' Ancak kişi ile o ateşin elemini idrâk arasında perde vardır. Ölümle o perde kaldırıldığı zaman, kişi elemi idrâk eder. Bundan ötürü Allah Teâlâ, hakîkat ile konuşan bir grubun diliyle hakkı izhar etmiştir ve onlar 'cennet ile cehennem yaratılmıştır' dediler. Fakat cehennem bazen, ilm'el-yakîn diye adlandırılan bir idrak ile idrak olunur. Bazen de ayn'el-yakîn diye adlandırılan başka bir idrâkla...
Ayn'el-yakîn ancak ahirette olur. İlm'el-yakîn ise bazen dünyada olur, fakat nûr'ul yakîn'den nasiblerini alanlara verilir.
Hayır ilme'l-yakîn (kesin bir bilgi) ile bilseydiniz! mutlaka cehennemi görürdünüz. Sonra ayne'l-yakîn (açıkça) göreceksiniz.(Tekâsür/5-7)
Madem durum budur, anlaşıldı ki ahiret mülküne elverişli olan kalp, dünya mülküne elverişli olan şahıs gibi pek nadir bulunur.
Altıncı Kısım
Bu kısım bütün nimetleri derleyicidir. Bil ki nimetler gayeye götürdüğü için istenen ve başkası için istenen kısımlara ayrılır. Gaye ise ahiret saadetidir. Bunlar kısaca dört başlık altında toplanabilir:
a) Yokluğu olmayan bekâ
b) Üzüntüsü olmayan sevgi
c) Beraberinde cehalet olmayan ilim
d)Arkasında fakirlik olmayan zenginlik. Hakikî nimet ancak budur.
Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hayat ancak ahiret hayatıdır.
Bu sözü şiddet içerisinde bulunduğu bir zamanda, nefse teselli vermek için söylemiştir. Bu şiddetli durum, Medine'nin etrafına hendek kazıldığı zaman vâki olmuştur. Başka bir defa da sevinç içerisinde iken nefsim dünya sevgisine meyletmekten menetmek için veda haccında halkın etrafında halka tuttuğunu gördüğü zaman söylemiştir.
Zatın biri 'Ey Allahım, ben senden nimetin tamamını talep ediyorum' deyince Hz. Peygamber (s.a) 'Sen nimetin tamamının ne olduğunu biliyor musun?' diye sordu. Kişi hayır cevabını verdi. Hz. Peygamber şöyle dedi:Nimetin tamamı cennete girmektir.
Vesilelere gelince, onlar dört kısma ayrılır. Birincisi, nefsin faziletleri gibi en yakın ve en özel olanlar. İkincisi, bedenin faziletleri gibi yakınlıkta birinciyi takib eden kısımdır. Üçüncüsü, bedeni ziyaret eden mal, aile ve aşiretten oluşan sebepler gibi bedenin dışına da taşan kısımdır. Dördüncüsü, nefisten çıkan ve nefis için hâsıl olan bu sebeplerin arasını telif eden tevfîk ve hidayet kısmıdır. O halde bunlar dört çeşittirler.
En özel olan birinci nevi nefse ait faziletlerdir. Etraflarının dal budak salmasına rağmen bu faziletlerin sonu, iman ve güzel ahlâka dönüşür. İman da Allah'ın, Allah'ın sıfatlarının, meleklerinin ve peygamberlerinin ilminden ibaret olan mükaşefe ilmi ile muamele ilimlerine taksim olunur.
Güzel ahlâk iki kısma ayrılır.
A) Şehvetlerin ve öfkenin isteğini terketmektir. Bu kısmın ismine iffet denir.
B) Şehvetler hususunda adaleti gözetmektir ki ne tamamen
şehvetin isteğinden imtina etsin, ne de dilediği gibi o isteğe dalsın.
Aksine dalışı ve çekilişi, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'in dili üzerine indirdiği âdil terazi ile tartılan malı gibidir.
Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın. Tartıyı adaletle yapın, terazide eksiklik yapmayın.(Rahman/8-9)
Kim erkeklik şehvetini gidermek için kendisini hadım yaparsa veya âfetlerden emin oluduğu ve kudreti bulunduğu halde evlenmeyi veya ibâdetten, zikir ve fikirden zayıf düşecek kadar yemeyi terkederse, o kimse terazide eksiklik yapmıştır. Kim midesinin ve tenasül uzvunun şehvetine dalarsa, o da ölçüyü kaçırmıştır. Adalet , ölçüsünü ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Böylece terazi-nin iki kefesi eşit bir vaziyete gelir.
Öyleyse nefse mahsus ve Allah'a yaklaştırıcı faziletler dört kısımdır:
a) Mükâşefe ilmi
b) Muamele ilmi
c) İffet
d) Adalet
Bu çoğu zaman bedenin faziletinden ibaret olan ikinci bir tür ile tamamlanır.
Bedenin faziletleri de dört kısımdır:
a) Sıhhat
b) Kuvvet
c) Güzellik
d) Uzun ömür
Bu dört şey de bedeni ziyaret eden haricî nimetlerden oluşan üçüncü bir tür ile hazırlanır. O haricî nimetler dört kısımdır:
a) Mal
b) Aile efradı
c) Mertebe
d) Aşiretinin ve soyunun şerefi
Kişi bu haricî ve bedenî sebeplerin hiçbiri ile faydalanmaz. Ancak bunlar ile nefsin dahili faziletlerine uygun düşen sebepleri telif eden şeylerden dördüncü birşey vasıtasıyla olursa durum değişir.
Telif eden sebepler de dört çeşittir:
a) Allah'ın hidayeti
b) Allah'ın irşâdî
c) Allah'ın doğrultması
d) Allah'ın teyididir.
Bu bakımdan bu nimetlerin toplamı onaltıdır; zira bu nimetleri dörde ve onların herbirini de dörde böldük (dolayısıyla onaltı oldular).
Bu cümlenin bir kısmı diğer kısmına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ya zarurî bir ihtiyaçtır veya faydalıdır. Zarurî ihtiyaç ahiret saadetinin iman ve güzel ahlâka muhtaç olduğu gibidir; zira ancak iman ve güzel ahlâkla ahiret saadetine varılabilir. Öyle ise, insanoğlu dünyada çalıştığının mahsulünden başkasına sahip değildir. Hiç kimse için ahirette, dünyada edindiği azıktan başkası yoktur. Böylece ilimleri ve ahlâkların tasfiyesini elde ettiren nefsî faziletler zarurî olarak bedenin sıhhat ve kuvvetine muhtaçtır.
Özet olarak faydalı ihtiyaç, nefsî ve bedenî nimetlerin mal, azizlik ve aile efradı gibi haricî nimetlere ihtiyacı gibidir; zira eğer bu haricî nimetler yok olursa, çoğu zaman fâsıklık dahilî nimetlerin bir kısmına da sirayet eder!
Soru: Ahiret yolunun mal, aile efradı, mertebe ve aşiretten oluşan haricî nimetlere ne ihtiyacı vardır?
Cevap: Bu sebepler hedefe götüren kanat ve kolaylaştıran âlet gibidirler. Mala gelince, yetecek kadar nafakası olmayan bir fakirin ilim ve kemâl peşinde koşması, savaşa silahsız gitmek gibidir. Kanatsız olduğu halde av peşine düşen doğan gibidir.
Sâlih mal, salih kişi için ne güzeldir.57
Takvâ ile beraber mal ne güzel bir yardımdır.58
Durum nasıl böyle olmasın?! Malı olmayan bir kimse bütün vakitlerini nafakasını kazanmak, elbise ve mesken hazırlamak ve hayatın zarurî olan yönlerine harcamak mecburiyetinde kalır. Sonra kendisini zikir ve fikirden meşgul eden ve ancak mal silahı ile bertaraf edilen birçok eziyetlere maruz kalır. Sonra haccın, zekâtın, sadakalar ve hayırların faziletinden de mahrum olur.
Hûkemadan birine 'Nimet nedir?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: 'Nimet zenginliktir. Çünkü fakirin hayatı yoktur'. 'Bize daha fazla izah et' denilince, dedi ki: 'Nimet gençliktir. Çünkü ihtiyarın hayatı yoktur!' Sanki bu hakimin söylediği, dünya nimetine işarettir. Fakat o nimet, ahirete yardımcı olması hasebiyle nimettir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim sıhhatli, emin ve günlük nafakası olduğu halde sabahlarsa, sanki dünya bütün varlıkları ile onun için musahhar kılınmış gibidir.
Ehline ve salih evladına gelince, insanın bunlara neden muhtaç olduğu hiç de gizli değildir;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Din hususunda saliha kadın ne güzel yardımcıdır. Bu, evlat hakkında da böyledir. Kul öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak üç şeyden ameli kesilmez. Onlardan biri kendisine dua eden salih evlattır.
Biz Nikâh bahsinde, evlat ile ailenin faydalarını zikretmiştik. Akrabalara gelince, kişinin evlatları ve akrabaları ne kadar çoğalırsa onlar kişi için gözler ve eller gibi olurlar. Onlar sebebiyle dini hususunda dünyanın önemli işleri onun için kolaylaşır. Eğer tek başına olsaydı, o işlerle uğraşması oldukça uzun sürerdi. O halde senin kalbini dünyanın zaruretlerinden kurtaran her şey din hususunda sana yardımcıdır. Mademki böyledir, öyle ise o bir nimettir.
İzzet ve mertebeye gelince, insan bunun sayesinde nefsinden zillet ve zulmü defeder. Hiçbir müslüman bundan müstağni değildir; zira düşmanı olmayan hiçbir müslüman yoktur. İlmini, amelini, boş vaktini karıştıran ve sermayesi olan kalbini meşgul eden bir zâlimden hiçbir müslüman kurtulamaz. Bu meşguliyetler, ancak izzet ve mertebe ile defedilebilir. Bunun için şöyle denilmiştir: 'Din ve sultan ikizdirler'. Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile defetmeseydi yeryüzü fesad ve küfür karanlığına bürünürdü.(Bakara/251)
Rütbenin ve mevkînin mânâsı, kalpleri mülk edinmektir. Nasıl ki zenginliğin mânâsı, paraları mülk edinmekten başka birşey değilse...Kim paraları mülk edinirse, kendisinden eziyeti uzaklaştırmak için kalp gözünün sahipleri kendisine müsahhar olurlar. Nasıl ki insanoğlu kendisini yağmurdan koruyan bir dama, kendisini soğuktan muhafaza eden bir cübbeye, koyunla zindan kurdu uzaklaştıran bir köpeğe muhtaç ise, aynen bunun gibi nefsinden de şerri defeden bir yardımcıya muhtaçtır.
Mülkleri ve saltanatları olmayan peygamberler (a.s) bu maksat için saltanat sahiplerini gözetip onların katında mevkî talep ederlerdi. Din âlimleri de böyledirler. Onların saltanat sahiplerine yaklaşmaları, hazinelerinden istifade etmek ve dünyada kendilerine tâbi olanların çokluğu ile imtiyaz sahibi olmak değildir. Aksine Allah Teâlâ'nın dinini kemâle erdirmek, bütün düşmanlarına karşı kendisini muzaffer kılmak, izzeti ve mertebesi genişlemiş bir şekilde kalplerde sevgisini yerleştirmek bakımından rasûlüne vermiş olduğu nimetten, eziyet edildiği, hicrete mecbur kalacak derecede sıkıştırıldığı zaman ona verdiği ni-metten daha azdır.
Soru: Aşiretin keremi ile aile efradının şerefi nimet midir, değil midir?
Cevap: Evet nimettir.
Bunun için de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İmamlar Kureyştendir.59
Adem (a.s) nesebinde insanların en şereflisi idi.60 Suyunuz (meniniz) için denk olan kadınlar seçin!61 Hadrae'd-demen denilen kadınlarla evlenmekten sakının.
Bunun üzerine şöyle denildi: 'Hadrae'd-demen hangi kadındır?'
Cevap olarak şöyle buyurmuştur: Kötü bir kökten biten güzel kadın demektir.62
Bu bakımdan aşiretin şerefli olması da nimettir. Ben bundan zâlimlere ve dünya erbabına varan nesebi kasdetmiyorum. Aksine Hz. Peygamber'in nesebine, âlim imamlara, ilim ve amel ile temayüz eden salihlere varan nesebi kastediyorum. Eğer 'Bedenî faziletin mânâsı nedir? diye sorarsan, derim ki: 'Sıhhate, kuvvete ve uzun ömre insanoğlunun muhtaç olduğu gizli değildir; zira ilim ve amel ancak bunlarla elde edilir'.
Saadetlerin en üstünü Allah'a ibâdet etmekle geçen uzun ömürdür.
Ancak bunlardan güzellik önemsenmemiştir: 'Bedenin, hayırları aramaktan meşgul eden hastalıktan uzak olması kâfidir'.
Hayatımla yemin ederim; güzellik zenginliğin birazıdır. Fakat o da hayırlardandır. Dünyada ise, onun faydalı olduğu gizli değildir.Ahirette ise, iki yönden menfaati vardır.
Birinci Nevi
Onlardan biri; çirkinlik kötüdür. Tabiatlar ondan kaçar. Güzelin ihtiyaçları yapılmaya daha yakındır. Kalplerdeki mevkîsi daha geniştir. Sanki güzellik bu yönden mal ve mertebe gibi, hedefe götüren bir kanattır; zira o da bir nevi kudrettir. Çünkü çirkin bir kimsenin yaptırmaya gücünün yetmediği şeyleri güzel yüzlü yaptırabilir. Dünya ihtiyaçlarını yaptırmaya yardımcı olan herşey ahirete de yardımcı olur.
İkinci Nevi
O vecihlerin ikisincisi şudur ki güzellik çoğu zaman nefsin faziletli olduğuna delâlet eder; zira nefsin nûru tamam olduğu zaman bedene sirayet eder. Bu bakımdan kendisinden haber verilen merkez ile görülen merkez çoğu zaman birbirlerinden ayrılmazlar. Bu nedenle feraset sahipleri nefislerin şerefinin bilinmesinde bedenin görünüşüne itimat ederek şöyle demişlerdir: 'Yüz ile göz, bâtının aynasıdır. Bu nedenle onda öfke, sevinç ve üzüntünün eseri belirir' ve yine bunun için şöyle denilmiştir: 'Güler yüzlülük nefistekinin ünvanıdır'. Denildi ki: 'Yeryüzünde hiçbir çirkin yoktur ki onun yüzü azalarının en güzeli olmasın'.
Halife Me'mun bir orduyu teftiş ederken gözüne çirkin yüzlü bir asker ilişti. O askeri konuşturdu, onun peltek olduğunu müşahede etti ve onun ismini askerlik defterinden sildirterek şöyle dedi: 'Ruh dışa vurduğu zaman, güzel yüzlülüktür. Bâtına doğduğunda fesahattir'. Bu askerin ise ne zâhiri güzeldir, ne de bâtını. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hayrı güzel yüzlüler yanında arayın!
Hz. Ömer (r.a) de 'Bir yere bir elçi gönderdiğiniz zaman, güzel yüzlü, güzel isimli birini gönderiniz' demiştir: Fakîhler namaz kılanların dereceleri eşit olduğu zaman 'Yüz bakımından en güzeli imam olmaya en uygunudur' demişlerdir.
Allah Teâlâ da kullarına güzellikle minnet ederek şöyle buyurmuştur:
Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.(Bakara/247)
Biz güzellikten, şehveti tahrik eden güzelliği kasdetmiyoruz; zira bu kadınlıktır. Biz güzellikten, istikamet üzere etin normalliğini, azaların mütenasip, yüzün tabiatlar kendisine bakmaktan nefret etmeyecek derecede normal olmasını ve bedenin mütenasip olmasını kasdediyoruz.
Soru: Sen mal ve mertebeyi, soy, aile ve evladı nimetler kapsamına dahil ettin. Oysa Allah Teâlâ mal ve mertebeyi kötü-lemiştir. Hz. Peygamber ve âlimler de kötülemişlerdir.
Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler, eşlerinizle evlatlarınızdan bir kısmı size düşmandır, onlardan sakının.
(Teğabün/14)
Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihandır).(Teğabün/15)
Hz. Ali soy sopu kötüleme hususunda İnsanlar iyi bildiklerinin evlatlarıdırlar. Her kişinin kıymeti iyi bildiği sanatıdır' demiştir.
Yine denildi ki: 'Kişi babası ile değil şahsı ile (takdir edilir)'. Madem şer'an mal ve evlat kötülenmiştir. O halde nimet olmasının mânâsı nedir?
Cevap: İlimleri, hususileştirilmiş umumî (genel) hükümlerden ve tevil edilen menkul lâfızlardan alan bir kimse için, eğer bu kimse Allah'ın nuru ile ilimlerin hakikatini idrâk etmeye hidayet olunup sonra nakli, bir defasında tevil, başka zaman da tahsis ederek o ilimlerden kendisine belirene uygun yorumlamazsa böyle bir kimsenin sapıklığı herşeyden daha fazladır. İşte bunlar ahiret işlerine inkâr edilmeyecek derecede yardım eden nimetlerdir. Ancak bu nimetlerde birtakım fitneler ve korkular sözkonusudur. Bu bakımdan malın misali, kendisinde faydalı panzehir ile öldürücü zehir bulunan bir yılan gibidir.
Eğer o yılanı, onun zehirinden sakınma yolunu bilen biri yakalarsa, ondan faydalı olan pan zehiri çıkarma yolunu bilen bu kimse için o bir nimettir. Eğer cahil köylü o yılanı tutarsa, köylü için o yılan bela ve helâktir. Mal, dibinde cevher ve incilerin çeşitleri bulunan deniz gibidir. Bu bakımdan denize dalan şahıs, eğer yüzmeyi bilen bir dalgıç ve denizdeki zararlı şeylerden korunma yollarını bilen bir kimse ise, o denizdeki nimetleri elde eder. Eğer bunları bilmediği halde denize dalarsa muhakkak helâk olur. Bu nedenle Allah Teâlâ malı övmüş ve mala hayır adını takmıştır.
Hz. Peygamber (s.a) malı övmüş ve şöyle demiştir:
Takvâ hususunda mal, en güzel yardımcıdır.
Hz. Peygamber mertebeyi ve şerefi de övmüştür; zira Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e dinini bütün dinlere galip kılmak ve bütün insanların kalbine sevgisini sokmak bakımından minnet etmiştir. Zaten mertebeden kastedilen de budur. Fakat mal ile mertebenin medhi hakkında vârid olan eserler azdır. Mal ile mertebenin kötülenmesi hakkında vârid olan eserler ise çoktur. Nerede riyakarlık kötülenmişse, bu aynı zamanda mertebenin kötülenmesidir; zira riyakârlıktan maksat, kalpleri celbetmektir. Mertebenin mânâsı ise, kalpleri mülk edinmektir. Mertebe ve malın kötülenmesinin çok, övülmesinin de az olması şu noktadan ileri gelmektedir.
İnsanların çoğu mal yılanının efsunlayıcı yolunun cahilidirler. Mertebe denizine dalmayı bilmezler. Bu bakımdan onları sakındırmak farzdır. Çünkü onlar panzehirini elde etmeden önce malın zehiri ile helâk olurlar. Onlar mücevherleri ve incileri bulmadan önce mertebe denizinin timsahı tarafından yutulurlar. Eğer mal ile mertebe herkes için ve esasında kötü olsaydılar, asla peygamberlik mertebesine ancak mal ve rütbe ile tamamlanan saltanat mertebesinin inzimamı düşünülemezdi. Oysa bu iki mertebe de bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'e verilmiştir. Yine risalet mertebesine, Hz. Süleyman'a verildiği gibi servet inzimam edilmezdi.
İnsanlar çocuk gibidirler. Mal ise yılanlar gibidir. Peygamber ve ârifler ise azimet ve afsun sahibi zatlardır. Bu bakımdan bazen azimet sahibine zarar vermeyen şey, çocuğa zarar verir. Evet azimet sahibi, eğer yaşamasını ve iyiliğini istediği bir çocuğa sahip ise bir yılan gördüğünde o yılanı panzehirini çıkarmak için tutarsa, çocuğun da ona uyarak yılanı tutacağını, yılanı gördüğü zaman, onunla oynamak için kucaklayacağını ve helâk olacağını bilir. Bu bakımdan kişinin panzehire ihtiyacı olduğu gibi, çocuğu korumaya da ihtiyacı vardır. Öyleyse panzehirle çocuk arasında mukayese yapmalı, eğer panzehire sahip olmadığı için büyük bir zarar görmeyecekse, çocuğun göreceği zarar daha büyükse bu takdirde yılanı gördüğü zaman kaçması ve çocuğa da kaçmasını söylemesi ve yılanı çocuğun gözünde çirkin göstermesi, yılanda hiç kimsenin kurtulamayacağı öldürücü bir zehirin olduğunu söyle-mesi ve hiçbir şekilde yılanda bulunan faydalı panzehirden çocuğa bahsetmemesi farzdır. Çünkü çocuğa yılandaki faydalı panzehirden bahsettiği takdirde bu durum, çocuğu çoğu zaman aldatıp yılan avlamayı öğrenmeden yılanı tutmaya götürebilir.
Dalgıçın durumu da böyledir. Çocuğunun gözü önünde denize daldığı takdirde çocuğun da arkasından helâk olacağını bildiği zaman, çocuğu denizin ve nehrin kıyısından sakındırmak ona bir vecibe olur. Eğer çocuk babasının kıyıda gezdiğini gördüğünden ötürü buralarda gezmekten vazgeçmezse, bu takdirde çocukla beraber sahilden uzaklaşması ve çocuğu gördüğü zamanlarda sahile yaklaşmaması vacibdir. Ümmet de tıpkı akılsız çocuklar gibi peygamberlerin himayesindedirler.
Ben size karşı babanın evladına olduğu gibiyim.63
Siz çekirgelerin ateşe düştüğü gibi ateşe düşersiniz. Ben ise kemerinizden sizi yakalarım.64
Peygamberlerin en büyük zevki evlatlarını (ümmetlerini) tehlikelerden korumaktır. Çünkü onlar bunun için gönderilmişlerdir. Onlar maldan ancak zarurî gıdalarını edinirler. Şüphe yoktur ki onlar doyacak kadarıyla iktifa etmişlerdir. Fazlasını istif etmeyerek infak etmişlerdir; zira infak etmek panzehir, istif etmek ise zehirdir. Eğer halk için malı edinme kapısı açılır, halk oraya teşvik edilirse, muhakkak istifin zehirine meylederlerdi. İnfakın panzehirinden kaçarlardı. Bu nedenle mallar çirkin gösterildi. Bundan gaye; malların istif edilmesinin çirkinliğidir...
Yeteri kadar mal edinmeye, fazlasını hayırlara sarfetmeye gelince, bu kötü bir hareket değildir. Her misafirin ancak seferde lâzım olacak kadar azık edinme hakkı vardır. Bu da edindiği azığı sadece kendi nefsine sarfedeceği zaman böyledir. Nefsi azığını yedirmeye, arkadaşlarına bolca infak etmeye müsamaha ettiği takdirde, fazla azık edinmekte sakınca yoktur.
Sizin herhangi birinizin dünyadan nasibi, yolcunun azığı gibi olsun!
Bu hadîs-i şerifin mânâsı; sadece 'nefisleriniz için olduğu takdirde böyle olsun' demektir. Aksi halde, bu hadîsi rivayet edip onunla amel edenlerin arasında, bir tek yerde yüzbin dirhem edinip aynı yerde o yüzbin dirhemi dağıtan ve onlardan bir habbeyi (para birimidir) dahi istif etmeyenler vardır.
Hz. Peygamber, zenginlerin şiddet ve zahmetle cennete gireceklerini söylediği zaman, Abdurrahman b. Avf (r.a) Hz. Peygamber'den, bütün servetini Allah yolunda infak etmek hususunda izin istedi. Hz. Peygamber de bu hususta Abdurrahman'a izin verdi. Fakat derhal Cebrâil (a.s) Hz. Peygamber'e gelip 'Abdurrahman'a emret! Fakire yedirsin. Çıplağa giydirsin. Misafiri ağırlasın!' dedi. O halde, dünya nimetleri karışıktır. Onların hastalıkları şifalılarına, ümitlileri korkulularına, faydalıları zararlılarına karışmıştır. O halde kim basiretine ve marifetinin kemâline güveniyorsa, o dünyanın hastalığından korunarak, bu nimetlere yaklaşabilir. İlâçlarını çıkarıyorsa bunları kullanabilir. Basiretine ve mârifetinin kemâline güvenmeyen bir kimsenin ise durumu çok tehlikelidir. Onun için tehlike yerlerinden kaçması gerektir. Böyle kimseler için selâmete, hiçbir şey eşit olamaz. Bütün halk tabakası böyledir. Ancak Allah Teâlâ tarafından korunmuş ve yoluna hidayet olunmuş kimse bundan müstesnadır.
Soru Hidayet, irşad, teyid ve doğrulamaya dönüşen tevfikî nimetlerin mânâsı nedir?
Cevap: Tevfike herkes muhtaçtır. Tevfik, Allah'ın kaza ve kaderi ile kulun iradesinin arasını telif ve telfik etmekten ibarettir. Bu, hayır ve şerre, saadet ve şekavete şamildir. Fakat âdet, Allah Teâlâ'dan gelen tevfîki, kaza ve kaderinin saadete uygun olan kısmına tahsis etmek hususuna cari olmuştur. Nitekim ilhad, meyletmekten ibarettir. Fakat haktan bâtıla meyleden bir kimseye tahsis edilmiştir.... İrtidad da böyledir. Tevfîke ihtiyacın olduğu gizli değildir ve bunun için şair şöyle demiştir: 'Kula Allah'tan yardım olmadığı zaman onun Allah'a karşı işlediği suçların çoğu ictihadının hatasındandır'.
Hidayete gelince, hiç kimse hidayetsiz saadeti talep edemez. Çünkü insanın çağırıcısı, bazen ahiretinin salâhına elverişli olana meyleder. Fakat ahiretinin salâhının nerede olduğunu bilip fesadı salâh zannetmekten kurtulmadığı takdirde, sadece irade ona nasıl fayda verebilir? Bu bakımdan irade, kudret ve sebeplerde, ancak hidayetten sonra fayda vardır.
(Musa) 'Rabbimiz herşeye sûret ve şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir!' dedi.
(Tâhâ/50)
Eğer size Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir.(Nûr/21)
Allah'ın rahmeti olmadan hiç kimse cennete giremez.
'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi bu hükme dahilsin?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle dedi: 'Ben de ancak Allah'ın .rahmetiyle girebilirim'.
Hidayetin üç mertebesi vardır:
Birincisi 'Bir de ona iki yol gösterdik!' (Beled/10) ayetiyle işaret edilen hayır ve şerrin yolunu bilmektir.
Allah Teâlâ hidayeti bütün kullarına nimet olarak vermiştir. Bazısına akıllar vermiş, bazısına da peygamberlerin diliyle şöyle buyurmuştur:
Semûd, kavmine gelince onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.(Fussilet/17)
Bu bakımdan hidayetin sebepleri, sadece semavî kitablar, peygamberler ve akılların basiretleridir. Bunlar da insanlara verilmiştir. Bunlardan ancak hased, kibir, dünya sevgisi, kalpleri körelten fakat gözleri köreltmeyen sebepler insanı menederler. Bu sebeplerin zâhirî gözleri değil de sadece kalp gözlerini kör ettiğini bildirmek için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Zira gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)
Ülfiyet, âdet ve onları taşımanın sevgisi, kalp gözlerini kör eden sebeplerdendir. Şu ayet ile buna işaret edilmiştir:
Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gidiyoruz(Zuhruf/22)
Kabir ve hasede de şu ayet ile işaret etmiştir:
'Bu Kur'an iki kentten bir büyük adama indirilmeli değil miydi?' dediler,(Zuhruf/31)
Şöyle dediler: İçimizden bir insana mı tâbi olacağız?'(Kamer/24)
İşte bu kör eden sebeplerdir ki insanı hidayete gelmekten ve hidayetten alıkoyarlar.
İkincisi umumî hidayetin ötesinde bir mertebedir. O mertebe, Allah Teâlâ'nın zaman zaman, kuluna ihsan ettiği hallerdir. Bu haller mücahedenin meyvesidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bize itaat uğrunda mücahede edenleri biz elbette yollarımıza iletiriz.(Ankebût/69)
Hidayet bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırmış ve kendilerine takvâlarını vermiştir.(Muhammed/17)
Üçüncü hidayet, ikinci hidayetin ötesindedir. O da mücahedenin kemâlinden sonra velîlik ve peygamberlik âleminde doğan nûrdur. Kişi o hidayetten öyle bir şeye hidayet olunur ki teklifin medarı olan ve ilim öğrenmenin imkânını sağlayan akılla ona ulaşılmaz. O mutlak hidayettir. Onun dışında kalanlar, onun mukaddimeleridir. Bu üçüncü kısım hidayeti, Allah Teâlâ kendi nefsine izafe ve tahsis etmek sûretiyle şereflendirmiştir. Her ne kadar hidayetin tümü Allah tarafından geliyorsa da...
Onlara de ki: 'Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur'. (Bakara/120) Hayat diye adlandırılan hidayet,
şu ayette bildirilen hidayettir:
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?
(En'âm/122)
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı kimse, rabbinden bir nûr üzerinde değil mi?(Zümer/22)
Doğru yolu bulma yeteneğine gelince, biz bununla insanoğlunun hedeflerine yöneldiği anda imdadına yetişen, kendisine faydalı olan şeylere yönelten, kendisine elverişli olmayan şeylerden uzaklaştıran ilâhî inayeti kastediyoruz. Bu da bâtından olur.
Andolsun biz daha önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma yeteneği vermiştik ve biz onun (olgun bir insan) olduğunu biliyorduk.(Enbiyâ/51)
Bu bakımdan rüşd, insanı saadete teşvik eden ve harekete geçiren bir hidayetten ibarettir. Öyle ise, bir çocuk malın korunmasını, ticaretin ve artırmanın yollarını bildiği halde bülûğa ererse, buna rağmen malının çoğalmasını istemezse ona reşid denilmez. Fakat reşid denilmemesi, hidayetin yokluğundan değil, hidayetinin çağırıcı özelliğini harekete geçirmekte kusurlu olduğundan dolayıdır. Nice şahıs vardır ki kendisine zararlı olan şeyi yapar. Bu şahsa hidayet verilmiş ve bu şahıs kendisine verilen hidayet sayesinde o fiilin zararlı olduğunu bilmeyen cahilden temayüz etmiştir. Ancak bu şahsa rüşd verilmemiştir. Bu bakımdan bu rüşd, ameller açısından mücerred hidayetten daha kâmildir. O büyük bir nimettir.
Tasdik'e (doğrulamaya) gelince, o kişinin hareketlerini matlûbun tarafına yöneltmek ve en kısa zamanda doğru tarafa gitmesi artsın diye o hareketleri ona kolaylaştırmaktır. Çünkü sadece hidayet kâfi değildir. Ayrıca çağırıcı kuvveti harekete geçiren hidayet de lâzımdır. O da rüşddür. Rüşd de kâfi değildir, azalar ve aletler yardımıyla hareketlerin kolaylaşması lâzımdır ki teşvik edicinin insanı itelediği maksat tamamlansın. Bu bakımdan hidayet katıksız tariftir. Rüşd ise uyansın ve harekete geçsin diye iteleyici kuvveti uyandırmaktır. Tasdik ise, doğruluk tarafına, azaları harekete geçirmek vasıtasıyla yardım etmektir. Te'yid'e gelince sanki o, bütün bunları derleyicidir. O, dahilde işin basiretle takviyesinden, hariçte de sebeplerin yardımı ve hareketin takviyesinden ibarettir.
Hani seni Rûh'ul-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim... (Mâide/110)
İsmet de te'yide yaklaşır. İsmet, iç âlemde beliren, insanı hayra teşvik edip şerden sakındıran ilâhî bir yardımdır. Bu ilâhî yardım, insanı şerden sakındıran görünmez bir engel olur. Şu ayeti celîle ile bu ilâhî yardım kastedilmiştir:
Andolsun kadın onu arzu etmişti, eğer rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti.(Yusuf/24)
İşte bu zikredilenler, nimetlerin ana kısımlarıdır. Bunlar, an-cak Allah'ın verdiği saf ve delici zeka, dinleyici kulak, basiretli gözetici, mütevazi ve gören kalp, nasihatçi muallim, azlığından dolayı mühim yerlere sarfetmeye bile yetmeyen miktardan fazla, fakat çok olduğundan ötürü dinî vazifelerden insanı meşgul eden servetten de az olan mal ve insanı ahmakların saldırısından ve düşmanların zulmünden koruyan izzetten ibaret olan ilâhî nimetleri elde ettirirler!
Bu onaltı sebebin her biri de birçok sebepler ister. O sebepler de başka sebepler ister sonunda şaşkınların diline ve mecbur kalan-ların sığınağına varıncaya kadar devam eder. O, rablerin rabbi ve sebeplerin müsebbibidir. Madem o sebepler uzun ve böyle bir kitab onların tafsilatını anlatmaya yetmez. Bu bakımdan biz onlardan şu ayetin mânâsını bilmeye vesile olan bir nümûne zikredelim:
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışsanız, sayamazsınız. (İbrahim/34) Tevfîk Allah'tandır!
57) İmam Ahmed, Ebu Yâ'lâ, Taberânî
58) Deylemî
59) Nesâî, Hâkim, (Enes'ten sahih bir senedle)
60) Müslim aynı mânâyı ifade eden başka bir hadîs nakletmiştir.
61) İbn Mâce
62) Dârekutnî, İfrâd; Ramahürmüzî; Ebu Hilal el-Askerî, Emsal; İbn Adîy;Kuddâî ve Kâtib
63) Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
64) Müslim ve Buhârî, (Ebu Hüreyre'den)
Sabir ve Sükür
- Giriş
- Recâ'nın Hakikati
- Recâ'nın Fazileti ve Recâ'ya Teşvik
- Sabrın Fazileti
- Ümid'in Çaresi ve Sebepleri
- Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
- Sabrın Hakikati ve Anlamı
- Sabır İmanın Yarısıdır
- Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler
- Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
- Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar
- Korku'nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık
- Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar
- Havf - Korku
- Şükür
- Korku'nun Hakikati
- Şükrün Fazileti
- Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları
- Şükrün Tanımı ve Hakikati
- Allah Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
- Korku'nun Fazileti ve Korku'ya Teşvik
- Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
- Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
- Korku Halini Temin Eden Çare
- Su-i Hâtime'nin (Kötü Sonucun) Anlamı
- Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile ilgili Halleri
- Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası'nın Korku ile İlgili Halleri
- Fakr ve Zühd