Korku Halini Temin Eden Çare

Belki sen 'Şükür ancak şükürden zevk alan nimet sahibinin hakkında düşünülebilir' diyebilirsin; zira bizler padişahlara kalplerde mevkileri daha artsın, halk yanında keremleri belirsin ve dolayısıyla nam ve nişanları daha fazla olsun diye ya senâ etmekle şükrediyoruz veya bazı hedeflerinde kendilerine yardımcı olmaktan ibaret olan hizmetle şükrediyoruz veya huzurlarında el pençe durmakla şükrediyoruz.

Bu ise onların çevrelerindeki kalabalığın çoğalmasına, ve mevkî ve şöhretlerinin artmasına sebeptir. Bu bakımdan insanlar bu söylediklerimizden birini onlar için yapmadıkça padişahlara şükretmiş olmaz. Oysa bu, iki yönden Allah hakkında muhaldir:

Birincisi
Allah Teâlâ nasiplerden ve gayelerden münezzehtir. Hizmetçiye ve yardıma muhtaç olmaktan mukaddestir. Övmekle haşmetinin ve şöhretinin yayılmasından yücedir. Huzurunda rükû ve secde halinde elpençe divan durmak sûretiyle hizmetçilerinin çoğalmasından da münezzehtir.

Bu bakımdan O'na, içinde hiçbir sûrette payı olmayan birşey ile şükretmemiz, bize nimet veren padişaha evlerimizde yatmak veya secde etmek veya rükû etmek sûretiyle şükretmemize benzer; zira padişahın ne yaptığımızdan haberi olmadığı için yukarda bahsi geçen hareketlerimizde de bir dahli yoktur.Allah'ın da bizim fiillerimize hiçbir ihtiyacı yoktur.

İkincisi
Kendi irademizle yaptığımız herşey Allah'ın nimetlerinden bize verilmiş bir nimettir; zira bizim azalarımız, kudretimiz, irademiz, hayra doğru iteleyici güçlerimiz ve hareketimizin sebeplerinden ibaret olan diğer şeylerimiz, Allah'ın yarattığından ve nimetindendir. Bu bakımdan nasıl olur da biz bize verilen nimetle nimetin şükrünü yaparız? Biz padişaha bir bineği verip başka bir bineği ondan alır, o bineğe binersek veya padişah bize başka bir bineği verirse, ikinci binek Bizim pirinci bineğimize şükür olmaz.

-O'nun zâtı hariç helâk olacağını ve bu durumun her hal için ezelen ve ebeden doğru olduğunu bilenin görüşüdür! Çünkü gayr, müstakil bir varlığı düşünülebilen demektir! Bu gayrın benzerinin varlığı yoktur. Aksine böyle bir gayrın mevcut olması muhaldir; zirâ mutlak var olan mevcut, nefsiyle kâim olan mevcuttur. Nefsi istiklâle sahip olmayan, nefsi itibariyle var sayılmaz, çünkü o başkasına bağlı ve başkasıyla varolmuştur. Eğer onun zatına itibar olunur, gayra bakılmazsa asla onun varlığı sözkonusu olmaz. Mevcut ancak ve ancak nefsiyle kâim olandır. Nefsiyle var olanın eğer gayrinin yokluğu takdir olunursa, kendisi yine var olarak kalır. Eğer nefsiyle kâim olmakla beraber onun varlığıyla başkasının varlığı kâim olursa, bu takdirde o, Kayyum olur. Oysa Bir den başka kayyum yoktur. Onun gayrisinin oluşu düşünülemez. Madem durum budur o halde, varlıkta Hayy ve Kayyum'dan başkası yoktur. O, vahid ve samed'in ta kendisidir. Sen bu makamdan baktığın zaman her şeyin kaynağının O'nda ve dönüşün de O'na olduğunu anlarsın. Bu bakımdan şükredici, şükredilen, seven ve sevilen O'dur.

İşte İbn Ebî Habîb48 bu makamdan bakmıştır.
Gerçekten biz onu sabreden (bir kul) bulmuştuk. Ne güzel kuldu, o daima (bize) başvururdu.(Sâd/44)

Allah Teâlâ'nın bu ayetini okuduğunda Habib dedi ki: 'O'nun sanatına hayran kalmamak elde değildir. O vermiş, o övmüştür'.
Bu sözünü şuna işaret için söylemiştir: Allah Teâlâ, bir kulunu övdüğü zaman, O'nun övgüsü kendi nefsine aittir. Bu bakımdan öven de övülen de O'dur.

Şeyh Ebu Said Mihinî49 bu makamdan bakmıştır.
(O) onları sever ve onlar da O'nu severler.(Mâide/54)

Bu ayet Şeyh Ebu Said'in yanında okunduğu zaman 'Hayatımla yemin ederim! Onları sever! Sade sevmesini ve sevil Aksine ikinci binek de birinci bineğin muhtaç olduğu gibi başka bir şükre muhtaçtır. Sonra şükrün şükrü ancak başka bir nimetle mümkün olur. Dolayısıyla bu kaziyeler bizi 'Bu iki yönden de şükrün Allah hakkında muhal olduğuna' götürür. Oysa biz de emrin ikisinde de şüphe etmiyoruz. Şeriat da böyle vârid olmuştur. Bu bakımdan bu iki emri telif etmenin ve bir araya getirmenin yolu nedir?

Senin kalbine gelen bu mânâ, Dâvud'un (a.s) kalbine de gelmiştir. Musa'ya (a.s) da böylece vâki olmuştur. Nitekim Musa (a.s) şöyle demiştir: 'Yarab! Ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü ben sana şükretmeyi ancak senin nimetlerinden ikinci bir nimetle yapabilirim'.

Başka bir lâfızda 'Sana şükrüm, senden gelen başka bir nimettir ki o nimette sana şükretmeyi gerektirir!' Bunun üzerine Allah Teâlâ Musa'ya vahiy göndererek şöyle buyurmuştur:

'Sen bu durumu bildiğin zaman bana şükretmiş olursun!' Başka bir haberde 'Sen nimetin benden olduğunu bildiğin zaman onu şükür olarak senden kabul ederim' denmiştir.

Soru: Musa'nın sualini anladım. Fakat benim anlayışım, onlara vahyolunanın mânâsını idrâk etmekten acizdir. Çünkü ben, Allah için şükretmenin muhal olduğunu biliyorum. Fakat şükrün muhal olduğunu bilmenin, şükür olduğunu bir türlü anlamıyorum; zira bu bilgi de Allah'tan gelen bir nimettir. Bu bakımdan bu bilgi nasıl şükür olabilir? Sanki ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: 'Kim şükretmezse, muhakkak o şükretmiştir'. Muhakkak padişahtan ikinci hilatı (hediyeyi) kabul etmek, birinci hilatın şükrü olur. Anlayış, buradaki sırrı idrak etmekten âcizdir. Eğer bunun tarifi bir misal ile mümkün ise, bu misal anlamama yardımcı olacaktır.

Cevap: Bu, (zevkî) marifetler(in kapıların)dan bir kapıyı çalmaktır. Marifetler, muamele ilimlerinden pek yücedirler. Fakat biz onlardan birkaç rumuza işaret ederek deriz ki: Burada iki görüş vardır:

1. Herşeyi katıksız tevhid gözüyle görmek gerekir. Bu görüş sana, Allah'ın şükreden, şükrolunan, seven ve sevilen olduğunu tanıtır. Bu görüş, varlıkta O'ndan başkasının olmadığını, her şeyinmesini bırak, hem de hakkıyla sever. Çünkü ancak kendi nefsini sever' demiştir.

Şeyh bununla, sevenin ve sevilenin Allah olduğuna işaret etmiştir. Bu yüksek bir rütbedir. Bu rütbeyi, ancak aklına yatkın bir misalle anlayabilirsin. Malûmundur ki yazar, yazdığını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Sanatkâr, sanatını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur. Baba evlat olmak hasebiyle evladını sevdiği zaman kendi nefsini sevmiş olur.

Allah'tan başka âlemde her ne varsa, hepsi Allah'ın tasviri ve sanatıdır. Eğer Allah onu severse, ancak kendisini sevmiş olur. Anlaşıldı ki Allah esasta kendisinden başkasını sevmez. Bu takdirde hakkıyla sevdiğini sevmiş olur. Bütün bu söylediklerimiz, tevhid gözüyle bakıştır.

Sûfî taifesi bu hali, 'nefsin fâni olması' diye isimlendirir; yani şahıs hem nefsinden, hem de Allah'ın dışındaki her şeyden fâni olmuştur. O, Allah'tan başkasını görmez. Kim bunu anlamazsa sûfî taifesine hücum ederek şöyle der: 'Şahıs nasıl fâni olmuştur? Oysa onun gölgesinin uzunluğu dört zira'dır. O günde birkaç batman ekmek yer'.

Câhil kimseler de sözlerinin mânâsını anlamadıkları için sûfîlere gülerler. Ariflerin sözüne cahillerin gülmesi normalidir! Şu ayet-i celîle'de buna işaret vardır:
Suç işleyenler insanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret yaparak (mü'minleri) küçümserlerdi. Evlerine (ailelerine) döndükleri zaman da (mü'minleri ortaya atıp) eğlenmeye başlarlardı. Mü'minleri gördükleri vakit 'İşte bunlar sapıklardır' diyorlardı. Oysa üzerlerine gözcü gönderilmemişlerdi.(Mutaffıfin/29-33)

Sonra Allah Teâlâ âriflerin yarın kıyamette onlara gülmelerinin daha büyük olacağını bildirmiştir.
İşte bugün mû'minler de kâfirlere gülerler. (Mutaffifîn/34)

Nûh kavmi de Hz. Nûh gemiyi yapmakla meşgul olurken ona gülerdi:
Nûh onlara 'Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz" dedi.(Hûd/38)

2. İkinci görüş nefsinden fâni olacak mertebeye ulaşamayan bir kimsenin bakışıdır. Böyle kimseler, iki gruba ayrılırlar. Bir grup nefislerini ispat edip ibâdet edilecek bir rablerinin olduğunu inkâr etmişlerdir. Bunlar tepetaklak olan körlerdir, körlükleri gözlerindedir. Çünkü onlar tahkîken sabit olanı nefyetmişlerdir.

O sabit olan da nefsi ile kaim ve her kazandığından sorumlu tutan ve her var olanın kuvvetiyle var olduğu Kayyum'dur. Onlar sadece bununla yetinmemişler, böylece nefislerini isbat etmişlerdir. Eğer onlar tanısaydılar kendileri olmak hasebiyle varlık sahibi olmadıklarını bilirlerdi. Oysa onların varlıkları varolmak hasebiyle değil, var edilmek hasebiyledir. Var olanla var eden arasında fark vardır. Varlıkta ancak bir var eden vardır ve bir gerçek varlık da O'dur. Bu bakımdan var olan haktır. Var edilenin, nefsi bakımından incelendiğinde bâtıl olduğu görülür. Var olan, kâim ve kayyûmdur. Var edilen yok olucu ve fânidir. Madem ki yeryüzünde yaşayan herşey fânidir (Rahmân/36), öyle ise ikram ve celâl sahibi olan rabbinin zatından başka hiçbir şey kalmaz.

İkinci grupta körlük yoktur. Ancak tek gözlülük vardır. Çünkü onlar, gözlerinin biriyle hak olan mevcudun varlığını görürler. Bu bakımdan onu inkâr etmezler. Diğer gözün körlüğü tam olursa, hak varlıktan başkasının fâni olduğunu görmez. Böylece Allah ile beraber başka bir mevcudu isbat etmiş olur. Bu kimse kesinlikle müşriktir. Nitekim bundan önce bahsi geçenin de kesinlikle münkir olduğu gibi. Eğer kişi, iki gözden kör olmaz da görüşü zayıflarsa iki mevcudun arasındaki ayrılığı idrâk ve dolayısıyla hem kulun, hem de rabbinin varlığını ispat eder. Bu kadarcık ayrılığın ve diğer mevcuttan bir kısmının ispatı ile tevhidin sınırına girmiş olur. Sonra gözüne nûrunu artıran sürmeyi çeker de zafiyet azalırsa, işte gözünün görmesinin artması miktarında Allah'tan başka isbat ettiği şeyin eksikliği kendisine görünür.

Eğer böyle devam ederse durmadan eksilme, sonunda yok olmaya varır. Bu bakımdan Allah'tan başkasının görünmesi tamamen kalkar. Allah'tan başkasını görmez olup dolayısıyla tevhidin kemâl derecesine varmış bulunur. Allah'tan başkasının varlığında eksikliği idrâk ettiği takdirde, tevhidin ilk basamaklarına çıkmış olur. Bunların arasında sayılmayacak kadar dereceler vardır.

İşte bundan ötürü muvahhidlerin dereceleri ayrı ayrı olur. Allah'ın, peygamberlernin dilleri üzerine indirilmiş olan kitabları, gözlerin nûrlarını artıran sürmedir.

Peygamberler de sürme sürenlerdir. Onlar katıksız tevhide davet etmek için gelmişlerdir. O tevhidin tercümesi Lâ ilâhe illâllah sözüdür. Onun mânâsı, hak olan Bir'den başkasını görmemektir. Tevhid'in kemaline varanlar çok azdır. İnkârcılar ve müşrikler de azdırlar. Onlar tevhidin tam zıddı olan tarafın en uzak ucundadırlar; zira putperestler şöyle dediler:
Biz putlara, ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.(Zümer/3)

Bu bakımdan putperestler, zayıf de olsa tevhid kapılarının ilk basamaklarına çıkmışlardır. Ortancalar ise, en fazladırlar. Onların içerisinde bazı hallerde basîreti açılanlar vardır. Bunlara tevhidin hakikatleri ışıldar, fakat çakan şimşek gibi gelirgeçer, durmaz. Onların içinde tevhidin hakikatlerini görüp bir zaman devam edenler de vardır. Fakat bu da daimî bir şekilde durmaz. Bu hususta devam etmeleri enderdir.

Şair şöyle demiştir: 'Herbirinin yüceliğin zirvesine çıkmak için birtakım hareketleri vardır. Fakat erkekler arasında sebat eden pek nadirdir'.

Allah Teâlâ habîbine yakınlığı talep etmesini emrettiği zaman ona şöyle demiştir:
Secde et! Yaklaş! (Alak/19)

Hz. Peygamber de secdesinde şöyle demiştir:
Senin ikabından affına sığınıyorum. Senin öfkenden rızana sığınıyorum. Senden sana sığınıyorum. Ben, senin kendi nefsini övdüğün gibi, seni övemem.50

Bu bakımdan Hz. Peygamber'in 'Senin ikabından affına sığınıyorum' sözü, sadece Allah'ın fiilini görmekten gelen bir sözdür. Sanki Hz. Peygamber, Allah'tan ve Allah'ın fiillerinden başkasını görmüyordu. Bu bakımdan O'nun fiiliyle O'nun fiiline sığındı. Sonra yaklaştı, fiillerin görülmesinden fâni oldu. Fiillerin kaynakları olan sıfatlara yükseldi ve şöyle dedi: 'Senin öfkenden senin rızana sığınıyorum'.

Bunlar iki sıfattır. Sonra tevhid hususunda bunun da eksik olduğunu gördü ve yaklaştı. Sıfatları görme makamından zatı görme makamına çıktı ve şöyle dedi: 'Senden sana sığınıyorum!'

Bu, fiil ve sıfatını görmeksizin, Allah'tan Allah'a kaçmak demektir. Ancak Hz. Peygamber nefsini, Allah'tan Allah'a kaçtığı, Allah'a sığındığı ve Allah'ı övdüğü halde gördü. Bu bakımdan nefsinin müşahedesinden fâni oldu; zira bunu eksiklik gördü, yaklaştı ve şöyle dedi: 'Senin kendi nefsini övdüğün gibi seni övmeye gücüm yetmez.

Bu nedenle Hz. Peygamber'in 'gücüm yetmez' sözü, nefsinin fâni olduğunu haber vermek, nefsinin müşahedesinden çıkmak demektir.

'Senin kendi nefsini övdüğün gibi...' sözüne gelince, Allah'ın öven ve övülen olduğunu, herşeyin Allah'tan başladığı ve ona döndüğünü ve Allah'ın zatı hariç, her şeyin helâk olacağını bildirmektedir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in makamlarının ilki, muvahhidlerin makamlarının en sonuncusudur. O, Allah'tan ve Allah'ın fiillerinden başkasını görmez. Bu bakımdan bir fiilden diğer bir fiile sığınıyor. Öyleyse sen Hz. Peygamber'in nihayetinin nereye vardığını dikkatle izle! Zira o, hak olan Bire vardı. Öyle ki onun nazarında hak olan zattan başkası kalmadı.

Hz. Peygamber, bir rütbeden başka bir rütbeye terakki ettiğinden birinci rütbeyi ikinciye nisbeten uzak görürdü. Bunun için birinci rütbeden ötürü Allah'tan af talep ederdi. İlk makamında kusur, sülûkünde eksiklik görürdü.

Hz. Peygamber'in şu hadîsiyle bu duruma işaret vardır:
Muhakkak kalbimin üzerine (manevî) bir pas çöker. Öyle ki günde yetmiş defa Allah'tan af talebinde bulunurum.

Böyle yapması, bazısı bazısından üstün yetmiş makama terâkki etmesinden ileri gelmiştir. Bu makamların ilki her halkın vardığı (varabilecekleri) makamların en yükseğinden daha yüksektir. Fakat sonuncusuna nisbeten eksiktir. İşte Hz. Peygamberin istiğfarı bunun içindi.

Hz. Aişe (r.a) 'Allah senin geçmiş ve gelecek günahını affetmemiş midir? O halde secde halinde bu ağlamak ve şiddetle ızdırap neden?' diye sorunca cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Yani 'Ben yüksek makamların talibi olmayayım mı?' Çünkü şükür fazlalaşmanın sebebidir.

Yemin olsun.,eğer siz şükrederseniz muhakkak size(nimetimi) artırırım.(İbrahim/7)

Biz mükâşefe denizlerine daldık. Bu bakımdan dizgini çekelim ve muamele ilimlerine lâyık ve uygun olana dönelim.
Peygamberler, vasfettiğimiz tevhidin (birlemenin) kemâline halkı davet etmek için gönderildiler. Fakat onlarla o makam arasında uzun bir mesafe ve geçilmez engeller vardır.

Şeriat, o yolun yolunu tarif etmektir ve o engelleri geçmektir. O zaman başka bir müşahede ve başka bir makamdan bakılabilir. Böylece o makamda, o müşehedeye izafeten şükür, şâkir (şükredici) ve meşkûr (şükrü yapılan) belirir.

Bu durum bir misalle daha iyi anlaşılır.
Padişah uzakta bulunan bir kölesine huzuruna gelmesi için bir binek, bir elbise ve yol harçlığı olarak biraz para gönderse, bu durumda padişah bakımından iki ihtimal vardır: Birincisi kölenin bir kısım mühim vazifelerini yerine getirmesi için onu çağırmıştır. İkincisi padişahın köleyi çağırmaktan beklediği hiçbir menfaati yoktur. Ona muhtaç da değildir, kölenin hazır bulunması onun mülkünü artırmaz. Çünkü köle, padişahı zengin edecek bir hizmette de bulunamaz. Kölenin huzurda olmaması da padişahın mülkünü azaltmaz. Öyle ise, bineği ve yol azığını göndermekte padişahın maksadı, kölenin gelip yakınlığından nasibdar olması, huzurunun saadetine nail olması içindir. Bundan padişah değil, köle fayda görür. Bu bakımdan kulların Allah katındaki menzilleri, birinci durumda değil, ikinci durumdadır. Çünkü birinci durum, Allah hakkında muhaldir. İkincisi ise muhal değildir.

Kul, birinci durumda padişahın istediği hizmetleri yapmadıkça, sadece binmek ve huzura varmakla şükredici olamaz. İkinci halde ise, padişahın hizmete ihtiyacı yoktur. Bu durumda şükredici de, nankör de olması düşünülebilir. Şükretmesi, mevlâsının kendisine tevdi ettiğini nefsi için değil, mevlâsının sevdiği yerde kullanmasıdır.

Nankörlük yapması, verileni yerli yerinde kullanmamasıdır. Şöyle ki: Nimetleri muattal kılar veya mevlâsmdan uzaklaşmasını artıran yolda kullanır. O halde kul, elbiseyi giyer, ata biner, azığı yolda kullanırsa mevlâsına şükretmiştir. Çünkü nimetini sevdiği yerde kullanmıştır.

Eğer padişahın verdiği bineğe biner, padişahın huzurundan uzaklaşırsa, bu takdirde nimetini inkâr etmiştir; yani mevlâsı için değil, mevlâsının hor gördüğü yerde nimetini kullanmıştır. Eğer padişahın verdiği bineğe binmezse ne yakınlaşmayı, ne de uzaklaşmayı talep etmezse, yine nimeti inkâr etmiştir; zira nimeti ihmâl etmiştir. Her ne kadar bu ikincisi, mevlâdan uzaklaşması bakımından daha kolay ise de...

Böylece Allah Teâlâ halkı yarattı. Onlar yaratılışlarının başlangıcında bedenlerinin kemâle ermesi için şehvetlerini kullanmaya muhtaçtırlar. Dolayısıyla Allah'ın huzurundana uzaklaşırlar. Oysa saadetleri o huzura yakın olmak-tadır. Böylece Allah Teâlâ onlara nimetlerinden yakınlık derece-sine varmak için kullanmaya elverişli olanı hazırlamıştır. Allah Teâlâ onların uzaklık ve yakınlıklarını tabir ve ifade ederek şöyle buyurmuştur:
Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler hariç; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.(Tîn/4-6)

Durum bu iken, Allah Teâlâ'nın nimetleri aletlerdir. Kul onlar vasıtasıyla terâkki edip yükselir. Allah onları kullar yakınlık saadetine ersinler diye yaratmıştır. Allah Teâlâ yakınlık veya uzaklıktan münezzehtir. Kul bu nimetler hususunda şu iki durum arasındadır: Ya onları ibâdete sarfeder, dolayısıyla mevlâsına şükretmiş olur veya masiyete sarfeder, mevlâsının hoşuna gitme-yen ve razı olmadığı bir şeyi işlediğinden dolayı nimetini inkâr
olurdun.

Hz. Peygamber (s.a) bu hakikate şöyle demek sûretiyle işaret etmiştir:
Amel ediniz! Zira herkes ne için yaratılmış ise o hususta muvaffak olur.

Hz. Peygamber bu sözü 'Ey Allah'ın Rasûlü! Madem daha önce, herşey Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, bitmiştir, o halde amel etmek ne demektir? denildiği saman söylemiştir.

Böylece anlaşıldı ki insan, ilâhî kudretin mecrası ve fiillerinin merkezidir. Her ne kadar insanlar da Allah'ın fiillerinden iseler de durum böyledir. Fakat O'nun fiillerinden bazısı bazısının merkezidir. Hz. Peygamber'in, 'amel ediniz!' sözü, her ne kadar Hz. Peygamber'in dilinden ise de Allah'ın fiillerinden bir fiildir. O, halkın 'amelin faydalı olduğunu' bilmelerinin sebebidir. Halkın ilmi ise, Allah'ın fiillerinden bir fiildir. İlim, ibadete teşvikin sebebidir. Teşvik de Allah'ın fiillerindendir. Fakat Allah'ın fiillerinin bazısı bazısının sebebidir; yani birincisi ikincisinin şartıdır.

Nitekim cismin yaratılışının arazın (renk gibi) yaratılışının sebebi olduğu gibi; zira araz, cisimden önce yaratılmaz. Hayatın yaratılışı ilmin yaratılışının şartıdır. İlmin yaratılışı, iradenin yaratılışının şartıdır. Şart olmasının mânâsı şu demektir: Hayat fiilini sadece cevher kabul etmeye müsaittir. İlmin kabulüne ancak hayat sahibi müsaittir.

İradenin kabulü için, ancak ilim sahibi müsaittir. Bu bakımdan fiillerinin bazısı, bazısının mûcidi anlamında değil, bu mânâ ile bazısı bazısının sebebi olur. Bazısı, diğerinin var olmasının şartını hazırlar. Bu tahakkuk ettiği zaman insan, bizim daha önce zikrettiğimiz tevhid derecesine yükselir.

Soru: Neden Allah Teâlâ, 'Amel ediniz. Aksi takdirde siz isyandan ötürü cezalandırılacaksınız' buyurdu. Oysa bizim elimizde hiçbir şey yok, hepsi Allah'a aittir. Bu durumda biz nasıl kınanırız?

Cevap: Bu sözün Allah'tan sâdır olması, bizde bir itikadın var olmasının sebebidir. İtikad da korku ve heyecanın sebebidir. Korku ve heyecan,şehvetlerin terkinin ve aldanış yuvasından edip küfre girmiş olur! Allah kulları için, küfür ve masiyete razı değildir.

Eğer kul, nimetleri muattal kılar, ne ibâdet, ne de masiyette kullanmazsa, bu da nimetleri zayi etmek bakımından nankörlük olur. Oysa dünyada yaratılan her şey, kulun onunla ahiret saadetine ermesi, Allah'a yakınlaşması için bir alet olarak yaratılmıştır. Bu bakımdan her itaat eden insan, taatinin miktarınca, taatta kullandığı sebeplerle Allah'ın nimetine şükredici olur.

Nimetleri kullanmayı bırakan veya onları uzaklaşma yolunda kullanan kimse Allah sevgisinin dışında bir şeye dalan bir kâfirdir. Bu bakımdan masiyet ve taatın ikisini de meşiyet kapsamaktadır. Fakat Allah'ın sevgisi ve nefreti onları kapsamamaktadır. Kastolunanların birçoğu mahbub, birçoğu da mekruhtur; yani Allah'ın hoşuna gitmez. Bu inceliğin ötesinde ifşası meııedilen kader sırrı vardır. Bu açıklama ile birinci müşkilat halledildi. O da şükredilenin şükürden payı olmadığı zaman, şükür nasıl şükrü olabilir meselesidir. Bu açıklama ile ikinci mesele de halledildi. Çünkü bizler şükürden, ancak Allah'ın nimetini, onun muhabbet ve sevgisi istikametinde sarfetmeyi kastediyoruz. Bu bakımdan nimet, Allah'ın fiiliyle muhabbetin cihetine sarfedildiği zaman maksat hâsıl olur. Senin fiilin Allah'tan bir vergidir. Sen o fiilin merkezi olmak hasebiyle Allah seni övmüştür. Allah'ın seni övmesi ise, O'ndan sana gelen ikinci bir nimettir. Bu bakımdan veren O'dur, öven de O'dur.
O'nun fiillerinden biri, ikinci fiilinin sevgisi cihetine sarfedilmesine sebep olur.

Bu bakımdan her durumda şükür O'nundur. Sen ise, şükredicilikle nitelendirilmişsin; yani şükrün kendisinden ibaret olan mânânın merkezisin. Yoksa sen şükrü var edici değilsin. Nitekim sen ârif ve âlim olmakla vasıflandırılmışsın, fakat ilmin yaratanı ve mucidi olarak değil! Ancak onun merkezi olmak bakımından âlimsin. Oysa o ilim, ezelî kudret vasıtasıyla sende mevcut olmuştur. Öyleyse senin kendini şükredici diye nitelendirmen,kendinin
'şeyliğini' ispat etmendir. Oysa sen de şeysin; zira eşyanın yaratıcısı seni şey kılmıştır.

Sen, sen olmak hasebiyle birşey değilsin; yani sen aslında hiçsin. Eşyayı eşya kılan zata bakmak açısından, sen bir şeysin; zira o, seni şey olarak kılmıştır. Eğer O, seni bir şey olarak kılmasaydı sen kesinlikle lâ şey (hiç) uzaklaşmanın sebebidir. Bu da Allah'ın komşuluğuna varmanın sebebidir. Allah, sebeplerin yaratıcısı ve düzenleyicisidir.

Bu bakımdan kime ezelde saadet yazılmış ise, ona bu sebepler kolaylaştırılır ki bu sebepler onu cennete götürsün! Bunun benzeri 'Herkes nie için yaratılmış ise ona muvaffak olur, o onun için kolaylaştırılır' cümlesiyle tâbir edilir. Kime Allah tarafından hüsnâ (cennet) yazılmamış ise, o, Allah'ın kelâmını, Hz. Peygamberin ve âlimlerin sözlerini dinlemekten uzaklaşır.

Dinlemediği zaman bilmez, bilmediği takdirde korkmaz. Korkmadığı takdirde dünyaya meyletmeyi terketmez. Dünyaya meyletmeyi terketmedikçe şeytanın hizbi içerisinde kalır. Muhakkak cehennem, onların hepsinin varış yeridir. Sen bunu bildiğin zaman, zincirlerle cennete doğru çekilen bir kavmin durumuna hayret edersin. Hiçbir kimse yoktur ki sebeplerin zincirleriyle cennete çekilmemiş olsun.. O da ilim ve korkunun ona musallat kılınmasıdır.

Hiçbir mahrum yoktur ki zincirlerle cehenneme doğru çekilmemiş olsun. O da gafletin, azaptan emin olmanın ve aldanmanın kendisine musallat kılınmasıdır. O halde muttakîler cebren cennete doğru sevkolunurlar. Mücrimler de kahren cehenneme doğru çekilirler. Kahredici, ancak bir ve kahhâr olan Allah'tır. Melik ve cebbar olan Allah'tan başka âdil de yoktur. Ne zaman gafillerin gözlerinden perde kaldırılırsa, işin böyle olduğunu görürler. O zaman dellâlın çağırmasını duyarlar:
Kimindir mülk bugün? Kahhâr (her şeye galip olan) ve tek Allah'ın.(Mü'min, Gafir/16)

Oysa mülk sadece o gün değil, her zaman kahhâr ve bir olan Allah'ın mülkü idi. Fakat gafiller, ancak o gün bu çağrıyı duyarlar. O çağrı, gafiller için yenilenen hallerin keşfinden haber vermektir. Ama o gün keşfin bir fayda sağlamadığı bir gündür. Cehalet ve körlükten, halîm ve kerîm olan Allah'a sığınırız. Çünkü helâk sebeplerinin kökü cehalet ve körlüktür.








48) el-Bücelî kabilesine mensup Basralı bir zâhiddir. Künyesi Ebu Ömer'dir.
49) Fazl b. Ahmed b. Muhammed. Ebu Hasan künyesiyle meşhurdur. H.
300'de vefat etmiştir.
50) Müslim