Ümid'in Çaresi ve Sebepleri
Sabır, dinin makamlarından bir makam ve sâliklerin uğrak yerlerinden bir konaktır. Dinin bütün makamları üç şeyden tanzim edilir:
a. Mârifetler
b. Haller ve durumlar
c. A'mâl (ameller)
Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir.
Bu kaide, Allah'a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir.İman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid'ulAkaid bahsinde İman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik.
Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez.
Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin.
Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar.
İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat Allah Teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle in-sanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derece-sinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hz. Peygamber'in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir.
Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar.
Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan insanoğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir.
Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse insanoğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun.
Böylece Allah Teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve Allah Teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. Allah Teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da Allah Teâlâ'nın takvi-yesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim.
Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, Allah'ın hizbini des-tekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, Allah'ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde Allah'ın hizbine yardım etmiş olur ve sab-redenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin ken-disine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum
budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir.
Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve ahirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (iman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu iman da şehvetin Allah'a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve imanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu Allah'ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir.
Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur.
Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir.
Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez.
Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyamette ve bir defa da en büyük kıyamette... Küçük kıyametten gayem ölüm halidir;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim ölürse muhakkak onun kıyameti kopmuştur.
Bu kıyamette, kul tek başınadır ve bu kıyamet koptuğu anda şöyle denilir:
Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz.(En'âm/94)
Ve yine bu kıyamette ona şöyle denilir:
Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14)
Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyamette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyamette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyametin dehşetidir. Büyük kıyamette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyamette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi... Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman 'Onların yeri sarsıldı' demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de... Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır.
İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasi-bin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır.
Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir.. Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir.
Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyamet kopar. Büyük kıyametten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyamettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyamet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır.
Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyametin büyük kıyamete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira insanoğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meni-den, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir.
Bu bakımdan büyük kıyamet'in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyamete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen ahireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! 'Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir'. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:
(Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vâkıa/61)
Bu bakımdan iki kıyamet'i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine iman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyameti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir.
Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyamete küçük kıyametin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi'nin şu sözünü duymadın mı?
Vâiz olarak ölüm, yeter!10
Hz. Peygamber'in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? 'Muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır'.
Ey Allahım! Muhammed'e ölümün acısını kolaylaştır.11
Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gafil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyameti uzak mı görüyorsun? Oysa o gafiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar.
Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir pey-gamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir ayet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler.
Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur:
Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları ka-pattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.(Yâsîn/9-10)
Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönel-mekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çe-virmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar.
Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar... Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık eksiktir. İnsanı ahirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat ahirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir.
Böylece Kirâmen Kâtibin'in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur.
Nitekim Hz. Peygamber'in hadîsinde buna işaret vardır:
Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz.
Hz. Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir.
10) Beyhakî
11) Tirmizî
a. Mârifetler
b. Haller ve durumlar
c. A'mâl (ameller)
Mârifet, kalplerde sabit olan asıl ve temellerdir. Bu temel halleri doğurur. Haller de amelleri meyve olarak verir. Bu bakımdan mârifet gövde, haller dallar, ameller de meyveler gibidir.
Bu kaide, Allah'a doğru giden bütün sâliklerin konaklarında şaşmaz bir kaidedir.İman ismi, bazen marifetlere tahsis edilir, bazen tümüne birden denir. Nitekim biz bunu Kavaid'ulAkaid bahsinde İman ve İslâm terimlerinin birbirinden farkları hususunda zikretmiştik.
Sabır da ancak geçmiş bir mârifet ve kâim olan bir hâl ile tamam olur. Bu bakımdan sabır hakikatte bu marifetten ibarettir. Amel, meyve gibidir, ondan çıkar. Bu da melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki tertibin keyfiyetini bilmekle ancak bilinir; zira sabır insanın özelliğidir. Sabır, hayvan ve meleklerde düşünülemez. Hayvanlarda eksik olduklarından dolayı, meleklerde de kâmil olduklarından dolayı düşünülemez.
Bunun beyanı şöyledir: Hayvanlara şehvet musallat kılınmıştır. Hayvanlar şehvetlere esir olmuşlardır. Bu bakımdan hayvanları harekete veya hareketsizliğe sürükleyen şey şehvettir. Hayvanlarda şehvetle çarpışan ve şehveti engelleyen bir kuvvet yoktur ki o kuvvet, şehvetle çarpışsın ve isteği karşısında ayakta kalsın, dolayısıyla sabır ismi ona verilsin.
Meleklere gelince, onlar rubûbiyyet (rablık) huzuruna iştiyak ve o huzura yakınlık derecesiyle herşeyden arınmışlardır. Onlara, bu hasletten çevirici bir şehvet musallat kılınmamıştır ki onlar kendilerini celâlin huzurundan caydırmak isteyen kuvvetle çarpışıp galip gelecek orduya muhtaç olsunlar.
İnsanlara gelince, o çocukluk devresinin başında hayvan gibi eksik olarak yaratılmıştır. Onda muhtaç olduğu gıdanın şehveti ancak bu devrede yaratılmıştır. Sonra onda oyun ve süse karşı olan istek belirir. Sonra tertip üzere evlenme şehveti başgösterir. Onun için hiçbir şekilde sabır kuvveti yoktur; zira sabır, bir ordunun başka bir ordu karşısında -aralarında savaş olduğu zaman sebat etmekten ibarettir. Çünkü iki ordunun istek ve maksadları zıddır. Oysa çocukta ancak hayvanlarda olduğu gibi hevâ-i nefsin ordusu vardır. Fakat Allah Teâlâ fazl ve cömertliğinin genişliğiyle in-sanoğlunu keremli kılmış, onların derecesini hayvanların derece-sinden yükseltmiştir. Bülûğ (erginlik) çağına yaklaşınca ona iki melek tahsis etmiş, onlardan biri onu hidayet, diğeri de takviye eder. Böylece iki meleğin yardımıyla hayvanlardan ayrılır. O iki sıfatla tahsis edilmiştir. Onların biri Hz. Peygamber'in marifeti, diğeri de neticelerle bağlı bulunan maslahatların marifetidir. Bütün bunlar hidayet ve tarif etmek vazifesi elinde bulunan melekten gelir.
Hayvanın marifeti yoktur, onun neticelerin maslahatına hidayet olunması sözkonusu değildir. Aksine o, hali hazırdaki şehvetlerinin peşine sevkedilir. Bunun için o lezzetliyi arar.
Hâli hazırda zarar verici olmasına rağmen faydalı olan devaya gelince, hayvan onu aramaz ve bilmez. Bu bakımdan insanoğlu hidayet nûruyla şehvetlerin arkasında gitmenin kötü sonuçlar doğurduğunu bilir.
Fakat bu hidayet eğer zarar vericiyi terketmeye gücü yetmiyorsa kâfi gelmez. Nice zararlı vardır ki insan onu bilir. Mesela insanın bedenine isabet eden hastalık gibi! Fakat insan onu defetmeye muktedir değildir. Öyleyse insanoğlu, şehvetlerin göğsüne saplamak için bir kuvvet ve kudrete muhtaçtır ki o kuvvetle şehvetlerle mücahede edip onları nefsinden uzaklaştırmış olsun.
Böylece Allah Teâlâ ona başka bir meleği vekil kıldı ki o melek onu doğrultur, takviye eder ve Allah Teâlâ, onun görmediği ordularla kendisini takviye eder. Allah Teâlâ, bu ordulara, şehvet ordularıyla harbetmeyi emretmişir. Bu ordu bazen zayıflar, bazen güçlenir. Bu durum da Allah Teâlâ'nın takvi-yesiyle bu orduya imdat etmesine bağlı bir durumdur. Nitekim hidayetin nûru da halk hakkında değişik olur. Öyle bir değişiklik ki inhisar altına alınması mümkün değildir. Bu bakımdan bu sıfata ki insan onunla şehvetleri yok etmek hususunda hayvanlardan ayrılır- dinin teşvikçisi adını verelim. Şehvetlerin isteğine de hevâ-i nefsin teşvikçisi adını verelim.
Savaş din teşvikçisi ile hevâ-i nefis teşvikçisi arasında cereyan etmektedir. Bu iki haslet arasındaki savaş daimîdir. Bu savaşın yeri, kulun kalbidir. Din teşvikçisinin imdadı, Allah'ın hizbini des-tekleyen yardımcı meleklerden gelir. Şehvet teşvikçisinin imdadı, Allah'ın düşmanlarına yardım eden şeytanlardan gelir. Bu bakımdan sabır, şehvetin teşvikçisinin karşısında din teşvikçisinin sebat etmesinden ibarettir. Eğer din teşvikçisi şehvet teşvikçisini kahredecek ve şehvetin muhalefetinde devam edecek şekilde sebat gösterirse, bu takdirde Allah'ın hizbine yardım etmiş olur ve sab-redenler zümresine iltihak eder. Eğer perişan olur, şehvetin ken-disine galebe çalacağı kadar zayıf düşerse, şehveti defetmekte sabır göstermezse, şeytanın hizbine iltihak etmiş olur. Madem durum
budur, arzu edilen fiillerin terkedilmesi, sabır diye adlandırılan bir hali ve neticeyi meyve olarak veren bir ameldir.
Bu da şehvet teşvikçisinin karşısında bulunan din teşvikçisinin sebatıdır. Din teşvikçisinin sebatı, öyle bir durumdur ki onu şehvetlerin düşmanlığını bilmek doğurur, Şehvetlerin dünya ve ahirette saadetlerin sebeplerine zıd olduğunun marifetini meyve olarak verir. Bu bakımdan kişinin yakîni kuvvet bulduğu (iman diye adlandırılan marifeti geliştiği) zaman ki bu iman da şehvetin Allah'a giden yolu kesici bir düşman olduğuna kesinlikle inanmaktır din teşvikçisinin sebatı kuvvetlenir. Bu sebat güçlendiği zaman fiiller şehvetin isteğinin hilafına tamamlanır. Bu bakımdan şehveti terketmek ancak şehvet teşvikçisine zıd olan din teşvikçisinin kuvvetiyle tamam olur. Marifetin ve imanın kuvveti, şehvetlerin görünmez taraflarını ve kötü neticesini çirkin gösterir. O iki melek, bu iki orduyu Allah'ın izni ve orduları onlara musahhar kılmasıyla yürütmeyi tekeffül ederler. O iki melek Kirâmen Kâtibîn denilen meleklerdir. Onlar her insanı idare eden iki melektir.
Hidayet edici meleğin rütbesinin, takviye edici meleğin rütbesinden daha yüce olduğunu anladın, o halde tarafların şereflisi olan sağ tarafın o meleğe teslim edilmesinin gerekli olduğu da anlaşılmıştır. Bu bakımdan o melek, bu durumda sağın arkadaşıdır. Diğeri ise sol tarafın arkadaşıdır. Kulun gaflet, düşünce, başıboş gitmek ve mücahede hususunda iki tavrı vardır. Bu bakımdan kul, gafletten ötürü sağın arkadaşından yüz çevirir, ona kötülük yapar ve o da onun yüz çevirmesini bir kötülük olarak kaydeder. Düşünce ile ona yönelir ki ondan istifade etsin. Bu bakımdan bu durumda sağın arkadaşına iyilik etmiş olur. Sağın meleği de kendisine bu yönelişini bir hasene olarak kaydeder. Böylece de sol taraftaki melekten yüz çevirir, ondan imdad istemeyi terk eder, böylece sol taraftaki meleğe kötülük yapmış olur.
Melek de onun kötülüğünü, onun aleyhine yazar. Mücahede yapmakla askerinden imdad ister. Böylece melek onun için bir hasene yazar. Bu sevap ve günahların sabit olmaları, ancak onların isbat edilmelerine bağlıdır. Bu nedenle o iki meleğe Kirâmen Kâtibîn (şerefli kâtipler) diye isim verilmiştir.
Şerefli ve kerîm olmalarına gelince, o iki melek sevap ve günahları yazarlar, Ancak hiçbir kimsenin muttali olmaması için gizli sayfalara yazarlar. Çünkü o iki melek, onların kitabları, yazıları, sahifeleri ve onlarla ilgili bulunan herşey şehâdet âleminden değil, melekût ve gayb âlemindendir ve melekût âleminden olan şeyler bu âlemde gözlerle görülmez.
Sonra o katlanan sahifeler iki defa açılırlar. Bir defa küçük kıyamette ve bir defa da en büyük kıyamette... Küçük kıyametten gayem ölüm halidir;
zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kim ölürse muhakkak onun kıyameti kopmuştur.
Bu kıyamette, kul tek başınadır ve bu kıyamet koptuğu anda şöyle denilir:
Andolsun! Sizi ilk yarattığımız gibi yine tek olarak bize geldiniz.(En'âm/94)
Ve yine bu kıyamette ona şöyle denilir:
Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak nefsin sana yeter! (İsrâ/14)
Bütün insanları bir araya getiren büyük kıyamette ise, şahıs tek başına değildir. Aksine çoğu zaman topluluk önünde hesaba çekilir. O kıyamette muttakîler cennete, mücrimler de cehenneme tek tek değil, kitle halinde sevkedilirler. Birinci dehşet, küçük kıyametin dehşetidir. Büyük kıyamette meydana gelen dehşetlerin hepsinin benzeri küçük kıyamette de vardır. Mesela arzın sarsılması gibi... Muhakkak sana mahsus olan yer ölüm anında seni sarsar. Bilirsin ki bir memlekette deprem meydana geldiği zaman 'Onların yeri sarsıldı' demek doğrudur. Her ne kadar onu ihata eden memleket sarsılmamış ise de... Sadece insanın evi sarsılırsa, onun hakkında zelzele meydana gelmiştir. Çünkü insan, bütün arz sarsıldığı zaman, başkasının meskeninin sarsılmasından değil, ancak kendi meskeninin sarsılmasından zarar görür. Öyleyse depremden eksiksiz olarak nasibini almıştır.
İnsan topraktan yaratılmış en mümtaz varlıktır. Topraktan özel nasibin sadece bedenindir. Başkasının bedeni ise, senin nasi-bin değildir. Üzerinde yaşadığın yer, bedenine nisbeten mekanındır. Bedenin ondan ötürü sarsılacaktır diye, onun sarsılmasından korkarsın. Oysa hava tabakası daima sarsılmakta, sen ise ondan korkmazsın. Çünkü onun sarsılmasıyla bedenin sarsılmaz. Bu bakımdan bütün yerin sarsılmasından senin nasibin sadece bedeninin sarsılmasıdır. Öyleyse bedenin senin arzın ve sana mahsus olan toprağındır. Kemiklerin o arzın dağları, başın onun semasıdır. Kalbin onun sinesi, göğsün ve kulağın ve diğer özelliklerin o göğün yıldızları, bedeninden terin aktığı yer ise, o arzın denizi, şuurun o arzın bitkisi, azaların o arzın ağaçlarıdır.
Böylece bütün azalarını sayabilirsin. Bu bakımdan bedenin ölümle yıkıldığı zaman, yer şiddetli bir şekilde sarsılmıştır. Kemikler etlerden ayrıldığı zaman, yere ve dağlara yüklenmiş olur. Bu bakımdan onlar bir sarsıntı ile sarsılır. Kemikler çürüdüğü zaman dağlar muhakkak dağılırlar. Ölüm anında kalbin karardığı zaman, güneş muhakkak kararır. Kulağın, gözün ve diğer duyuların dumura uğradığı zaman, yıldızlar muhakkak söner. Dimağın çatladığı zaman gök çatlar. Ölümün dehşetinden alnından ter aktığı zaman deniz akmış demektir. Bacaklarının biri diğerine dolandığı zaman ki onlar senin bineğindir muhakkak sağılan develer muattal olmuş demektir.. Ruh cesedden ayrıldığı zaman muhakkak yer yüklenmiş ve uzanmıştır ki içindeki hazineleri dışarıya atmış ve tahliye etmiştir.
Ben bütün haller ve dehşetler arasında muvazene kurmakla konuyu uzatmayacağım. Fakat derim ki: Ölüm ile senin için küçük kıyamet kopar. Büyük kıyametten kurtulmakla hiçbir şey kazanmış olmazsın; zira başkası hakkında yıldızların bekası sana ne fayda verir? Çünkü kendisiyle yıldızlara bakıp faydalandığın özelliklerin yok olmuştur. Kör bir kimsenin nezdinde gece ile gündüz, güneşin tutulması ile açılması eşittir. Çünkü güneş, köre göre bir defa tutulmuş ve kaybolmuştur. Onun güneşten hissesi o idi. Bu bakımdan ondan sonra güneşin açılması başkasının hissesidir. Başı çatlayan kimsenin göğü çatlamıştır; zira gök, baş cihetine düşen kısımdan ibarettir. Bu bakımdan başı olmayanın göğü yoktur. Öyleyse başkası için göğün baki kalması ona ne fayda verir? Bu bakımdan ölüm küçük kıyamettir. Asıl korku ve dehşet bundan sonra büyük kıyamet koptuğu zamandır. O zaman hususiyetlerin ortadan kalktığı, yer ve göklerin bozulduğu, dağların parçalandığı ve şiddetlerin tamamlandığı zamandır.
Her ne kadar küçük kıymetin vasfını uzattıksa da muhakkak ki onun bile bir vasfını ancak zikrettik. Küçük kıyametin büyük kıyamete nisbeti, küçük doğumun büyük doğuma nisbeti gibidir; zira insanoğlu için iki doğum vardır. Onlardan biri babanın sulbünden ve annenin göğüs kemiklerinden çıkıp rahmin emanethânesine varmasıdır. Bu bakımdan insan, rahimde belli bir zamana kadar, emin bir mekandadır. İnsanın rahmin daracık ağzından âlemin koskoca genişliğine çıkıncaya kadar kemâle doğru giden yolculuğunda birçok menzil ve durumları vardır. Onlar da meni-den, kan pıhtısından, et çiğneminden ve başka durumlardan ibarettir.
Bu bakımdan büyük kıyamet'in umumiliğinin nisbeti, küçük kıyamete göre, tıpkı âlemin koskoca fezasının genişliğinin, rahim fezasının genişliğine nisbeti gibidir. Ölümden sonra kulun vardığı âlemin genişliğinin nisbeti, dünya fezasının genişliğine nisbeten, tıpkı dünya fezasının da rahme nisbeti gibidir. Hatta daha geniş ve daha büyüktür, Bu bakımdan sen ahireti (sonuncusunu) birincisine kıyas et! 'Ey insanlar! Sizin yaradılışınız ve ölümden sonra dirilişiniz bir tek nefis gibidir'. İkinci diriliş, ancak birinci dirilişin kıyası üzerinedir. Hatta dirilişlerin sayısı ikiyle sınırlı değildir. Şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:
(Size ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşâ edelim.(Vâkıa/61)
Bu bakımdan iki kıyamet'i ikrar eden bir kimse, gayb ve şehâdet âlemine iman etmiş mülk ve melekûta yakîn olarak inanmış bir kimsedir. Sadece küçük kıyameti ikrar edip büyüğünü ikrar etmeyen, kör gözle iki âlemden birine bakan bir kimse gibidir. Bu ise cehalet ve dalâlettir.
Kör olan deccale uymaktır. Ey miskin, senin gafletin ne büyüktür! Oysa hepimiz miskin idik. Senin önünde bu dehşetler vardı. İnanman için cehalet ve dalâletinden ötürü büyük kıyamete küçük kıyametin delâlet etmesi sana kâfi değil midir? Sen, peygamberlerin efendisi'nin şu sözünü duymadın mı?
Vâiz olarak ölüm, yeter!10
Hz. Peygamber'in ölüm anındaki hasretini duymadın mı? 'Muhakkak ölümün şiddetleri vardır. Muhakkak ölümün korkusu vardır'.
Ey Allahım! Muhammed'e ölümün acısını kolaylaştır.11
Acaba mücadele ettikleri halde yakalanan ancak bir bağırmayı bekleyen gafil ve alçaklar gibi ölümü ve kıyameti uzak mı görüyorsun? Oysa o gafiller yaka paça yakalandıkları zaman, bir vasiyet etmeye güçleri yetmediği gibi aile efradına da dönemezler. Hastalık onlara ölümün habercisi olarak geldiği halde, onlar sakınmazlar. İhtiyarlık ölümün elçisi olarak onlara geldiği halde onlar ibret almazlar.
Yazıklar olsun o kullara ki ne zaman kendilerine bir pey-gamber geldiyse, muhakkak onu alaya aldılar. Onlar, dünyada ebedî kalacaklarını mı zannediyorlar? Onlar görmediler mi ki kendilerinden önce ne kadar nesilleri helâk etmişiz? Onlar dönüp onlara gelmiyorlar. Yoksa ölülerin yolculuğa çıktıklarını mı sanıyorlar? Hayır! Muhakkak hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir. Fakat onlara rablerinin ayetlerinden bir ayet geldiği zaman muhakkak o ayetten yüz çevirirler.
Bundan yüz çevirmelerinin sebebi de şudur:
Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları ka-pattık; artık görmezler. Sen onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir. İman etmezler.(Yâsîn/9-10)
Biz hedefimize dönelim. Çünkü bu söylediklerimiz telvihlerdir. Muamele ilimlerinden daha yüce şeylere işaret ederler. Anlaşıldı ki sabır, din teşvikçisinin hevâ-i nefis teşvikçisine mukavemet göstermekte sebat etmesinden ibarettir. Bu mukavemet de insanların özelliğindendir. Çünkü Kirâmen Kâtibîn melekleri insanları korkutmaktadır. O melekler, çocuklar ve deliler aleyhinde birşey yazmazlar; zira zikrettik ki sevap, onlardan istifade etmeye yönel-mekte, günah da onlardan yüz çevirmektedir. Çocukların ve delilerin onlardan istifade etmeye imkânları yoktur. Bu bakımdan çocuk ve delilerden ne meleklere yönelmek ve ne de meleklerden yüz çe-virmek düşünülemez. Melekler de yöneliş ve yüz çevirişi bu hasletlere kudreti olanlardan sadır olursa yazarlar.
Hayatımla yemin ederim, bulûğ (erginlik) çağında, hidayet nûrunun parlamasının başlangıçları ortaya çıkar... Bu, bülûğ yaşına kadar yavaş yavaş gelişir. Bu, tıpkı tan yerinin ağarması ile başlayıp da sabah vaktinde dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Ancak erginlik çağından önceki aydınlık eksiktir. İnsanı ahirette zarar verene irşad etmez. Sadece dünyanın zararına insanı irşad eder ve uyandırır. Bunun için namazları terketmekten dolayı çocuklar dövülür, fakat ahirette cezaya çarptırılmazlar. Çocuğun günahları günah olarak yazılmaz. Şu kadar var ki aklı başında olan velisi çocuğun kusurlarını zihninde saklayıp onların zararlarını çocuğa anlatmalı ve çocuğuna gerekli terbiyeyi vermelidir.
Böylece Kirâmen Kâtibin'in görevini kendisi yapmalıdır. Bu şekilde hareket eden veli, meleklerin ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu bakımdan bu kimse peygamberler, mukarrebler ve sıddîklarla beraber olur.
Nitekim Hz. Peygamber'in hadîsinde buna işaret vardır:
Ben ve yetimi besleyen, cennette şunların ikisi gibiyiz.
Hz. Peygamber bunu söylerken iki mübarek parmağını işaret etmiştir.
10) Beyhakî
11) Tirmizî
Sabir ve Sükür
- Giriş
- Recâ'nın Hakikati
- Recâ'nın Fazileti ve Recâ'ya Teşvik
- Sabrın Fazileti
- Ümid'in Çaresi ve Sebepleri
- Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
- Sabrın Hakikati ve Anlamı
- Sabır İmanın Yarısıdır
- Sabredilen Hususlara İzafeten Sabrın Aldığı İsimler
- Kuvvet ve Zaaf İtibariyle Sabrın Kısımları
- Sabra İhtiyaç Olduğu Zannedilen ve Kulun Sabırdan Müstağni Olamadığı Hususlar
- Korku'nun Dereceleri, Kuvvet ve Zayıflıkta Farklılık
- Sabrın İlacı ve Sabra Yardımcı Olan Hususlar
- Havf - Korku
- Şükür
- Korku'nun Hakikati
- Şükrün Fazileti
- Korkulan Şeye Nisbetle Korkunun Kısımları
- Şükrün Tanımı ve Hakikati
- Allah Hakkındaki Şükür Perdesini Kaldırmanın Yolları
- Korku'nun Fazileti ve Korku'ya Teşvik
- Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
- Korkunun mu, Ümidin mi Fazlası Daha Faziletlidir, Yoksa İkisinin de Normali mi Daha Faziletlidir?
- Korku Halini Temin Eden Çare
- Su-i Hâtime'nin (Kötü Sonucun) Anlamı
- Peygamberlerin ve Meleklerin Korku ile ilgili Halleri
- Ashabın, Tabiinin ve Ümmetin Selef-i Sulehası'nın Korku ile İlgili Halleri
- Fakr ve Zühd