Ergenlik çağı, gerginlik çağı!

15 YAŞ CİVARINDAKİ çocuklara, yani ergenlere nasıl davranılması gerektiği, öteden beri bütün anne ve babaların kafalarında yer eden bir sorundur. Bir başka yaygın ifade biçimiyle “gençleri anlamak” (ya da anlamamak), dedelerimiz zamanında bir problemdi, babalarımız zamanında da problemdi, şimdi de problem. Ergen olmak da zor, ergen ana-babası olmak da. Zorlukları kolaylaştıran ise bilgi. Bu sorunlarla defalarca karşılaşmış bir uzmanın bilgi ve tecrübelerine dayanan birkaç tavsiyesi ise faydalı olabilir umarım.

YENİ BİR ERİŞKİN GELİYOR

Psikolojik açıdan ergenlik çağı, çocukluk döneminde temel elemanları (yani hammaddesi) belirlenmiş olan kişiliğin, toplumda bir birey olarak, nasıl bir rolle, nasıl bir şekilde var olacağının belirlendiği, yani gencin erişkin bir insan olarak toplumda kendi adına var olmaya hazırlandığı bir dönemdir. Çocukken her şeyi ailesinden bekleyen, sürekli desteğe muhtaç olan insanın, kendi ayakları üstünde durup kendi yolunu çizebilmesi için de, böyle zorlu bir değişim dönemi geçirmesi kaçınılmazdır zaten. Zahmetsiz rahmet olmaz. Yeni ve kendinden öncekileri aşmış bir bireyin meydana atılması zamanıdır artık. Ve Bediüzzaman’ın ifadesi ile “anne-baba, kimsenin değil ama, çocuğunun kendisinden daha iyi olmasını ister.” İyi ama bu “kendisinden daha iyi” olma, nasıl olacaktır? Eğer çocuk anne-babanın dizinin dibinde, aynı yolda, onların izinde yürürse, ancak onlar kadar iyi olabilir; onları aşamaz ki. Onları aşabilmesi, kısmen de olsa onlardan ayrımlaşması, yeni şeyler denemesi ile mümkündür. Bu da gösterir ki, gencin kendine has bir yol çizmesi, değil şikayet etmek, istenmesi gereken bir şeydir aslında. İşte ergenlik çağı problemlerinin belki de en önemli püf noktası buradadır. Ebeveyn, çocuğunun hâlâ o eski uslu, ana kuzusu halinin devamını isterse, değişime karşı direnirse, bu dönem kolay atlatılamaz. Hatta bazen yirmili yaşlara kadar gecikir. Yoksa yirmibeş yaşında bile hâlâ dizinizin dibinde duran, her sorumluluğu size yıkan bir çocuğunuz mu olsun istiyorsunuz?

SERSERİ OLMASINI İSTEMİYORSAK

Yirmili yaşlardan bahsedince bir tespitimi sizlerle paylaşmak isterim. Bilmem dikkatinizi çekti mi, dünyada üniversite gençliği en haylaz, en sorumsuz ve en uç yaşam tarzlarında dolaşan ülkelerden biri biziz. Oysa aynı gençleri ilkokul, hatta lise yıllarında bile hayli uslu, efendi, terbiyeli çocuklar olarak görüyoruz genellikle. Nedir bunun sırrı sizce? Bence sebebi açık. Normalde ergenlik döneminde yaşanması gereken değişimler, farklı arayışlar, çoğu aile tarafından (hatta zorla) baskılandığı için, birikmiş olan dürtü ve hevesler, üniversitedeki özgürlükle birlikte âniden ve dengesiz biçimde patlayabiliyor. O yaşa kadar “uslu çocuk” konumunda yaşayan (tutulan) gençler, yaydan boşanırcasına diğer uca, haylazlık, serserilik, sorumsuzluk ucuna sıçrıyorlar bir anda. İşte böylesi dengesiz oynamalar istemiyorsak, ergenlik dönemindeki değişimleri zorla engellemeye çalışmak yerine, anlamaya ve doğru yönlendirmeye çalışmalıyız.

İPLERİ KOPARMAYIN

Bediüzzaman’ın muhteşem tespitidir: Canlılar âleminde ebeveyn-çocuk ilişkisinin ölüme dek devam ettiği tek canlı, insandır. Zira insan, yaradılış itibariyle acizdir, her zaman, her yaşta şefkate muhtaçtır. Düşünün, altmış yaşında bile olsa bir insan, seksen yaşındaki ebeveyninin kendisini okşamasından, sevmesinden zevk alır. Böylesi aciz bir insan, ebeveyni ile bağlarını koparmak isteyebilir mi? Ya da koparsa, mutlu olabilir mi? Genç ne kadar kızsa, hatta küçümsese bile, için için ebeveyninden tamamen kopmak istemez. Oysa (maalesef) bazı ailelerin tavırlarına bakınca, çocuğa sadece iki seçenek bırakıldığını görürüz: “Ya benim dediğim gibi olursun, ya da defolur gidersin.” Bir üçüncü yol olmalı değil mi? İlla evden kaçması mı lazım? Eğer aradaki bağı biz zorlayıp çocuğun kopmasına yol açmazsak, bazı hatalar yapsa bile sonunda ebeveyni ile bir uzlaşma noktası bulacaktır ergen.

DİSİPLİNİ DE BIRAKMAYIN

Anne-baba otoritesi olmalıdır tabii ki. Ben genellikle yazılarımda “gençlere daha fazla özgürlük ve seçme hakkı” kavramına yer veriyorum ama bunun sebebi, bizim toplumumuzda ortalama ve sağlıklı olana kıyasla çok daha disiplinci bir yaklaşımın hâkim olmasıdır. Ama önerdiğim şey kesinlikle bir başıboşluk, mutlak serbestlik de değildir, yanlış anlaşılmasın lütfen. Zaten bu tip bir “ne isterse yapsın” boş vermişliği, aslında sorunlarla yüzleşmekten kaçışın bir başka biçimidir. Anne-baba, görevini yapacak ve evde geçerli olan kuralları koyacaktır mutlaka. Madem ki genç hâlâ kendi başına yaşayacak imkanlara sahip değildir, ebeveyninin desteğine bir ölçüde muhtaçtır, o desteğin karşılığında kendisinden bazı beklentiler olması da tabiidir. Ama bu kuralları koyarken de gencin fikirlerini almak ve onun da onayı ile kuralları netleştirmek daha doğru olur. Kendisinin de fikrinin alındığı kurallara uymak, zorla dayatılmış kuralları uygulamaktan daha hoştur muhakkak ki.

NEDEN OLUYOR BU DEĞİŞİMLER?

Ergenlik dönemindeki bu köklü değişimler, ilk etapta çocuğun vücudundaki hormonsal değişikliklerle başlar. 11-12 yaş civarında çocuğun vücudunda, hormon salgılarında yenilikler, farklılaşmalar oldukça, bu değişimler bir dizi fiziksel dönüşümü ve beyindeki davranış merkezlerini de etkileyerek köklü bir başkalaşmaya yol açarlar. Bunların ayrıntısına girmek istemiyorum. Ancak unutulmaması gereken şudur ki, bu değişimler anne-babadan önce, gencin kendisini huzursuz eder. Vücudundaki, özellikle de hislerindeki değişim, en önce genci tedirgin eder. “Bana ne oluyor?” der ergen; şaşırır. Ama için için de bu değişimlerle kendi kendine baş etmek ister ve pek de hevesle yardım istemez. Hem onun bu gururunu anlayışla karşılamak ve hem de ona rehberlik yapmak, gereğinde aydınlatmak, ebeveynin dikkat etmesi gereken hassas bir dengedir.

Bu dönemin fiziksel değişimlerinin en belirgin biçimi, gencin cinsel yönden “uyanma”sıdır. 6-10 yaşlarında cinsellik konusunda şaşırtıcı bir ilgisizlik sergileyen çocuk, ergenlik dönemiyle birlikte cinsel kimliğinin farkına varır ve bu konularla ciddi biçimde ilgilenmeye başlar. Bu dönemden itibaren ebeveynin çocukları bilgilendirmesi, bunun için de aralarında (bir anlamda) paylaşması, kız çocukları ile annenin, erkek çocukları ile de babanın daha fazla ilgilenmesi tavsiye edilir. Babanın kızlarına, annenin oğullarına karşı araya biraz mesafe koymasında fayda vardır. Aksi takdirde özellikle oğlan çocuklarının “koskoca adam oldum, ana kuzusu değilim artık, annem benim üstüme düşmeyi bıraksın” demesi veya kızların babanın aşırı ilgi ve merakından (bu döneme mahsus tedirginlikle) huzursuz olması mümkündür.

MEĞER BABAM SÜPERMEN DEĞİLMİŞ

Bu dönemin çok tipik bir özelliği, daha önceki bağımlı, uysal özelliklerin yerine isyankâr ve başına buyruk bir yapı gelişmesidir, demiştik. Ve daha önce de belirttiğim gibi, bu, bir anlamda çocuğun kendi başına ve kendi adına var olabilmek için kabuklarını kırması anlamına gelir. Ergenliğe kadar çocuk kendini güçsüz, yardıma muhtaç olarak kabul eder ve anne-babasını kendisini koruyan güçlü varlıklar olarak görür (görmek ister). “Benim babam senin babanı döver.” “Benim annem dünyanın en iyi annesidir” der. Ama ergenlik döneminde bu abartılı makamlar geri alınır. “Ben güçlüyüm, her şeyi biliyorum, yardıma muhtaç değilim” diyebilmek ister (ve der). Çocukluk döneminin Süpermen’leri olan anne babasını bu kez de acımasızca eleştirmeye başlar. Onların fikirlerini eskimiş bulur, tavsiyelerine tepki gösterir. Hatta bazen sırf onlara karşı çıkmış olmak için karşı çıkar. Sanki anne-babasını reddedercesine kendi yolunu çizmeye çalışır. Eğer ebeveyn, bu tip tavırları kendi kişiliklerine karşı bir saldırı gibi algılar ve aşırı tepki verirlerse, olacak olan bellidir: “Anlamıştım zaten böyle yetersiz olduğunu.” Bunun yerine “ben de senin zamanında babam için böyle şeyler düşünürdüm, seni anlıyorum, zamanla değişir bu fikrin” deyip, gülümseyerek geçmelidir.

BU HAMURA BİR KALIP LAZIM

Tabii, henüz şekilsiz bir hamur gibi olan bu dönemdeki kişiliğin bir şekle girmesi için bir de kalıp lazımdır. O kalıp da “idoller”dir. Yani genç, kendisine dış dünyadan taklit edilecek “mükemmel” örnekler bulur. Daha önceleri bu idoller anne-baba iken, artık dış dünyadan örnekler aranır. Bu bir öğretmen de olabilir, bir sporcu veya bir siyasetçi de. Ve onlarla özdeşim kurar, yani onlara benzemeye çalışır. Ayrıca kendine bir amaç, bir varoluş hedefi bulmaya çalışır. Meslek seçimi, işte bu noktada devreye girer (ya da girmelidir). Dikkat edin, çoğumuz kendimizi neredeyse sadece mesleğimizle tarif ediyoruz. Hâl böyleyken, meslek seçiminin 18 yaşına (hatta sonrasına) ertelenmesi, kişilik gelişiminin gecikmesine yol açar. Gelişmiş ülkelerde erken yaşlarda meslek seçiminin teşvik edilmesi ve eğitimin liseden itibaren branşlaşması, boşa değildir. Ben üniversitede okuduğu halde, hâlâ “ileride ne olacağına” karar vermemiş bir çok genç tanıdım. Bu belirsizlik gencin yolunu çizememesine ve kişiliğinin oturmamasına yol açar maalesef. O yüzden bu dönemlerde (en geç 15 yaşında) gencin meslek seçimini yapmasında çok fayda vardır. Onunla bu konularda sohbet etmek ve kabiliyetlerine göre (ama zorlamadan, sadece tavsiyelerle) yönlendirmek çok faydalı olacaktır.

SORUMLULUK VERİN

Bu dönemde bir diğer anahtar kavram sorumluluktur. Ergenin, kendi davranışlarından daha çok sorumlu, ana–babanın ergen çocuğunun davranışından daha az sorumlu olması gerekir. Bizde yine çok tartışmalı bir konudur bu. Sanki çocuklarımız aptal ve beceriksizmiş gibi, yapacakları her şeye karışmak, ona basit bir harçlık konusunda bile insiyatif vermemek, odasına varıncaya kadar her şeyine müdahale etmek gibi “kötü” alışkanlıklarımız var toplum olarak. Peki bu şartlarda çocuğun yetenekleri, iradesi, planlama kabiliyeti nasıl gelişir, söyler misiniz? Lafa gelince övdüğümüz gençlere, odalarının düzeni konusunda bile özerklik vermezsek, genç kendine nasıl güvenecektir? Benim bu dönem için önerdiğim görünürde basit ama çok etkili tedbirlerden birisi budur mesela. Odasına karışmayın, orası onun özerk sahası olsun. Düzeni, temizliği bile onun sorumluluğunda olsun. Herhalde orayı çöplüğe çevirecek değil? Ya da mesela giyim-kuşam vs. için ona ayırdığınız parayı, belirli bir haftalık olarak kendisine vermek ve kendi bütçesini yapmasını istemek de güzel bir yöntemdir. Bazı ev işlerinin (fatura ödeme gibi), sorumluluğunu ona aktarmak da çocuğun kendine güven kazanmasına yardımcı olur.

ÖRNEK OLUN

Anne ve baba arasındaki ilişki ailenin temel taşıdır. Eğer, ebeveynler kendi ilişkilerinde sıkıntılar yaşıyorlarsa, bu sıkıntıların ailenin diğer fertlerine yansıması kaçınılmazdır. Anne ve baba, çocukları ile olan ilişkilerine olduğu kadar, birbirleri ile olan ilişkilerine de dikkat etmelidirler. Eğer anne, babayı aşağılıyorsa veya baba, anneyi ciddiye almıyorsa çocuklar eşlerin (hatta genel olarak insanların) birbirine saygı göstermesi konusunda ne öğrenebilir dersiniz?

Zaten bir çocuğun mesela ruhsal sorunları olduğunda biz daima aileyi inceleriz. Çocuk uzaydan gelmediğine göre, sorunları da ailedeki sorunların bir yansımasıdır tabii ki. Ve (daha önce de yazmıştım) genel bir tabir olarak, bu tip görüşmelere “önce çocuk girer ve çıkar. Sonra aile girer ve kalır”. Zira problemin kaynağı hemen hemen daima anne-babadır. Bu görüşme tarzı ergenlerde biraz değişir ve gençle daha fazla görüşürüz. Ama bunun sebebi, artık gencin de (çevre değişmese bile) kendini fark etme ve değiştirme yeteneğine sahip olmasıdır, sorunların esas kaynağının aile olmaması değil.

Kısaca, iyi bir genç yetiştirebilmek için, önce ailenin çekirdeğinin, yani anne-baba ilişkisinin sağlam olması gerekir.

ÇOCUKLAR DUYSUN

Aile içi uyumdan bahsedince yeri geldi. Aile terapisine aldığım sorunlu çiftlerde en sık gördüğüm yanlış, aradaki sorunları çocuklardan saklamaya çalışmaktır. Oysa bu çaba anlamsız ve hatta boşunadır. Çocuklar aptal değildir, ebeveynlerin arasındaki tatsızlığı hissederler. Tartışmalar sadece baş başa kalındığında yapılsa bile, evdeki huzursuz havayı ve kopukluğu çocuk mutlaka hissedecektir. Eğer problemler onlara yeterince açık (ve tabii uygun) bir dille anlatılmazsa, kafaları daha da karışır. Temel güven duyguları iyice zedelenir. “Bir şeyler dönüyor ama, nedir anlamadım” demek kadar, yani kaynağı belirsiz bir gerginliğin ortasında yaşamak kadar, insanı rahatsız eden bir şey de yoktur. Düşünün, yanınızda oturan iki kişinin arasında bir soğukluk var, bunu hissediyorsunuz ama sebebini bilmiyorsunuz; ne kadar rahatsız olursunuz değil mi? Hele bunlar anne-babanız olursa... Oysa aralarındaki problemi (yeterince) bilirseniz, en azından sebebi anlamanın rahatlığını hissedersiniz. Hiçbir problem dünyanın sonu değildir, ama tüm problemler dünyanın gerçeğidir. Çocuğun bunlarla (dozunca) yüzleşmesi, onun hayattaki sorunlarla baş etme yeteneğini de artırır. Ama bunu söylerken, her ayrıntıyı olduğu gibi anlatın da demiyorum tabii. Her dediğiniz doğru olmalı ama her doğruyu demek de doğru değildir. Fakat hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmak, hiç doğru değildir. Bir tür (fiilî) yalancılıktır hatta. Hem unutmayın ki, biz kendi sorunlarımızı çocuğumuzdan saklarsak, onun da kendi sorunlarını bizden saklamasını teşvik etmiş oluruz aslında. Mantık aynıdır zira: “Üzülmesin diye anlatmıyorum.” O yüzden, meşhur dizinin adının zıddına, aile içi sorunları “çocuklar duysun” diyorum.

DİNLEYİN VE KONUŞUN

Bütün aile üyelerine, duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı verilmelidir. Hatta bunun için belli sıklıkla aile toplantıları düzenlemek hoş bir yoldur. Eğer bir gencin fikirlerini dinlemez ya da öfkeyle veya aşağılayarak susturursak, aradaki tek kapıyı da kapatmış oluruz. Ve artık o kapalı kapının ardında hangi dünyaların kurulduğunu anlamak da mümkün olmaz.

Aslında bu dönemde karşıdakini anlama ve iletişim konusunda, anne-baba çocuğa göre çok daha avantajlıdır. Zira ergenler henüz erişkin olmadılar ama, anne-baba bir zamanlar ergen olmuştu. İşte bu geçmişteki tecrübeleri hatırlayıp gözden geçirerek, çocuğu anlamaya çalışmak, ebeveynin en önemli yardımcısı olabilir. “Ben onun yaşlarında iken, buna benzer neler yaşamıştım acaba?” diye zihnini tarayan her ebeveyn, çocuğunu anlamasına yardım edecek ipuçları bulacaktır geçmişinde. Bu da çocuğa daha bir anlayışla yaklaşmayı sağlar. Hele hele bu hatıralarımızı çocukla paylaşırsak, o zaman çocuğumuz “o da bana benzer şeyler yaşamış, demek ki beni anlayabilir” diye düşünüp, daha önce paylaşmak istemediği şeyleri ifade etmeye başlayabilir. Bunu deneyin mutlaka.

DEĞER YARGILARINIZI ANLATIN

İnsanların davranışlarını belirleyen, değer yargılarıdır. Değerler, inançlar, bir ağaç ise, davranışlar onun meyvesidir. Sağlam bir hayat görüşü yerleşmeden, doğru davranışlar edinilemez. Eğer gençlerin davranışlarının istediğimiz yönde olmasını istiyorsak, önce onların hayat görüşlerinin doğru yönde gelişmesini sağlamalıyız. Maalesef bu nokta çokça gözden kaçırılıyor. “Onu yapma, bunu yap; o yanlıştır, bu doğru” demeyle yetiniyor çoğu kez. Peki neden? Neden gencin saatlerce ders çalışması ve üniversite kazanması lazımdır? Neden gece geç gelmemesi gerekir? Neden internette chat yapmamalıdır? Bunlar anlatılmaz genellikle. Sadece açıklamasız, kestirme cevaplar verilir. Oysa konulan kuralların içindeki mantık doğru biçimde anlatılsa, çocuk herhalde anlayacaktır. Zeka özürlü olduğunu mu sanıyorsunuz onun? Yoksa kendi değer yargılarınıza mı güvenmiyorsunuz? Belki de o kuralları ezbere öğrendiniz ve aslında yanlışlar? Nereden biliyorsunuz? Ha, eğer değerlerinize güveniyorsanız, o zaman buyurun münazara meydanına. Gençler biraz isyankardır evet, ama ne aptaldırlar ne de şeytan. Doğru anlatın, anlarlar tabii ki. Allah da, emir ve yasaklarını bildirirken hikmetleri ile birlikte açıklamıyor mu? Yoksa (haşa), “hikmetini sormayın, siz anlamazsınız, bunu bunu yapın, soru da sormayın!” mı diyor?

Eğer bizim amacımız terbiye etmekse, terbiye ediciliğin kaynağı olan Rabbimizin insanlara nasıl muamele ettiğini hatırlamamız lazım. O, önce akla kapı açarak, gerçekleri bildirerek, emir ve yasaklarını (hikmetleri ile birlikte) açıklar, sonra da insanı özgür iradesi ile hareket etmek üzere serbest bırakır. Ve her ufak hatada hemen ceza vermez, sabırla kulunun ıslah olmasını bekler, zaman zaman ikazlarla uyarır, ama tövbe kapısını kapatmaz, umudu kırmaz, tekrar tekrar iyiye teşvik, kötüden sakındırmaya devam eder, ama sonuçta yine de seçme gücünü insana bırakır. Eğer “Rab” isminin gözlüğü ile Kur’an’a bakar ve Allah’ın kullarına (bu dünyada) nasıl muamele ettiğine dikkat edersek, çocuk yetiştirme konusunda çok ilginç ipuçları buluruz.

KISACA

Özet olarak söylersek, ergenlik çağındaki çalkantılar doğaldır ve hatta olması gerekli değişimlerdir. Bunları anlamamak, ya da engellemeye çalışmak da hatadır, tamamen boş verip sadece izlemek de. Kendi ergenlik dönemimizi de hatırlayıp çocuğumuza rehberlik yapmamız gerekir.

Bunun için de,

1- Onu anladığımızı hissettirmemiz,

2- Kendisini gerçekleştirebileceği bir çevre sağlamasına yardım etmemiz,

3- Örnek alabileceği ideal insanlar, yıldız kişiler göstermemiz,

4- Seçimlerini ve çözümlerini kolaylaştırmak için bilgi ve tecrübelerimizi, değer yargılarımızı ona aktarmamız,

5- Ve son aşamada bulacağı yola saygı göstermemiz ve onun artık bağımsız bir birey olduğunu (olacağını) kabullenmemiz gerekir.

Tabii bütün bunları doğru yaptığımızı varsaysak bile, bu değişim döneminin sonunda nasıl bir kişinin ortaya çıkacağının garantisi de yoktur. Uç bir örnek verirsek, peygamberlerin bile çocukları, inançsız dahi olabilir. Hep dediğim gibi, biz üstümüze düşeni yaparız ama neticesine karışamayız. O Allah’ın takdiridir.

Dr. Yusuf Karaçay

Zafer dergisi