Ucub'u Gerektiren Şeylerin Kısımları ve İlacının Tafsilatı

Daha önce zikrettiğimiz böbürlenmenin sebepleriyle ucub meydana gelir. Bazen de böbürlenmeye vesile olmayan birşey ile insan ucb'a kapılır. Cehaletiyle kendisine süslü püslü görünen yanlış fikirden ucb'a kapılması gibi... Ucb'a yol açan şeyler sekiz tanedir.

Birincisi: Güzelliği, giyinişi, sıhhati, kuvveti, fiziğinin ve sesinin güzelliği hususunda bedeniyle ucb'a kapılmaktır. Kısacası her şeyi ile ucb'a kapılmaktır. Bu bakımdan nefsinin güzelliğine bakar ve bu güzelliğin Allah'tan gelen bir nimet olduğunu ve her durumda zevale mahkum olduğunu unutur. Bu şekilde ucb'a kapılmanın tedavi yolu; güzelliğiyle kibre kapılmak hakkında belirttiğimiz ilacın aynısıdır. O da şudur: 'İçindeki pislikleri, başlangıcını, sonunu düşünmeli, güzel yüzler ve yumuşak bedenlerin toprak altında nasıl paramparça olduklarını, kabirlerde nasıl koktuklarını düşünmelidir. Tabiatların kendilerinden nasıl ürker bir vaziyete geldiğini çok iyi düşünüp ibret almalıdır.
İkincisi: Kuvvet ve kudretiyle ucb'a kapılmasıdır. Nitekim Ad85 kavminden hikâye olunduğu gibi, Allah'ın haber verdiğine göre onlar dediler ki:
Bizden daha kuvvetli kim var? (Fussllet/15)

Nitekim Uc86 kuvvetine güvenerek, kuvvetinden dolayı ucb'a kapılarak büyük bir kayayı Hz. Musa'nın ordusu üzerine atmak için kaldırdı. Allah Teâlâ, kaya parçasını, Hüdhüd kuşunun gagası ile Uc'un boynuna geçirmek üzere deldirdi. Bazen mü'min bir kimse de kuvvetine güvenir. Nitekim Hz. Süleyman'dan şöyle rivayet ediliyor:

Muhakkak bu gece yüz hanımımın odalarına gideceğim; (onlarla birlikte olacağım)
Hz. Süleyman 'Eğer Allah dilerse' demeyi unuttu ve dolayısıyla istediği evlattan mahrum oldu.87 Hz. Dâvud'un 'Eğer beni belâlandırırsan sabredeceğim' sözü de böyledir. O, kuvvetinden ucb'a kapılarak ve kuvvetine güvenerek bunu söyledi. Kadınla imtihan edildiği zaman sabredemedi.88

Kuvvetle ucb'a kapılmak, savaşlarda hücum etmeyi, nefsi tehlikeye atmayı, kötülükle kasteden herkesi öldürmeyi ve vurmakta acele etmeyi beraberinde getirir. Bu tür ucb'un tedavisi, daha önce zikrettiğimiz şekildedir. Bilmelidir ki eğer bir günlük sıtmayı Allah Teâlâ kendisine musallat kılarsa kuvveti zayıflar. O kuvvet ile ucb'a kapıldığı takdirde, Allah'ın kendisine musallat kılacağı ufak bir âfetle o kuvvetin kendisinden selbedebileceğini de bilmelidir!

Üçüncüsü: Akıl ve zekasından, din ve dünya işlerinin inceliklerini sezdiğinden ucb'a kapılmaktır! Böyle bir ucb'un semeresi; kendi görüşünü beğenmek, meşvereti terketmek, kendisine ve görüşüne muhalif olan kimseleri cehaletle itham etmektir! Böyle bir kimse ehl-i ilme az kulak verdiğinden, aklı ve reyiyle kendisini büyük saydığından dolayı, onlardan yüz çevirmeye, onları hakir ve zelil görmeye cesaret eder. Bu tür ucb'un tedavisi Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği akıldan dolayı Allah'a teşekkür etmesi, bu aklı dimağına isabet edecek az bir hastalıkla nasıl deliliğe çevirebileceğini, kendisini nasıl gülünç bir duruma sokabileceğini düşünmektir. Bu bakımdan böyle bir kimse, eğer aklıyla ucb'a kapılırsa Allah'ın, aklı kendisinden alacağından emin olmamalıdır. Eğer onun şükrünü ifa etmezse, korkmalıdır. O halde kişi akıl ve ilmini az saysın ve bilsin ki kendisine ilimden pek az verilmiştir. Her ne kadar ilmi geniş ise de bildikleri bilmediklerinden daha azdır ve böyle bir kimse aklını daima itham etmeli, ahmaklara bakmalıdır. Halk onlara güldüğü halde, onlar akıllarını nasıl beğeniyorlar? Dolayısıyla bilmediği halde onlardan olmaktan sakınmalıdır. Zira aklı kısa olan bir kimse hiçbir zaman aklının kusurunu bilmez. Bu bakımdan aklının derecesini nefsinden değil, düşmanlarından öğrenmelidir. Zira kendisine yağ çeken bir kimse onu över, dolayısıyla onun ucb'u gittikçe kabarır. Halbuki o nefsi için sadece iyi şeyler düşünür. Nefsinin cehaletini bir türlü sezemez ve dolayısıyla bu övgü ile ucb'u daha da artar.

Dördüncüsü: Şerefli bir neseb ve soyla ucb'a kapılmaktır. Haşimî89 soyundan gelenlerin ucb'u gibi... Hatta bazıları nesebinin şerefiyle, ecdadının kurtuluşuyla kurtulacağını ve affolunacağını sanır(!) Bazıları da bütün insanların kendisinin kölesi ve kulu olduğunu düşünür. Bu tür ucb'un tedavisi şunları bilmesidir: Ne zaman fiil ve ahlâkında ecdadına muhalefet ederse, buna rağmen onların zümresine iltihak edeceğini sanırsa, cehalet girdabına girmiş olur. Eğer ecdadına uyarsa, ucb'a kapılmak onların ahlâkından değildir. Korku, nefsini hakir görmek, halkı büyütmek, nefsini zemmetmek onların ahlâkından idi. Onlar ibadet, ilim ve güzel hasletlerle şeref bulmuşlardır, neseble değil! Bu bakımdan ecdadı hangi yoldan şeref bulmuşsa, o da o yoldan şeref arasın. Zira onlarla, Allah'a ve son güne iman etmeyen kimseler de nesebde eşittirler. (Ebu Leheb'le Hz. Peygamber gibi) ve kabilelerde ortaktırlar. Halbuki bu kâfirler Allah katında köpeklerden daha şerîr, domuzlardan daha şenî'dirler.

Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! (Hucurât/13)

Yani neseb bakımından aranızda herhangi bir fark yoktur. Çünkü hepiniz aynı asıldan geliyorsunuz. Sonra Allah Teâlâ, nesebin faydasını zikrederek şöyle buyurdu:

Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. (Hucurât/13)

Sonra Allah Teâlâ, şerefin neseble değil, takvâ ile olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
Allah katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır.(Hucurât/13)

Hz. Peygamber'i 'insanların en şereflisi ve en akıllısı kimdir?' diye sorulduğu zaman 'Benim nesebimden gelen bir kimsedir!' demeyip, şöyle dedi:

İnsanların en şereflisi, en fazla ölümü anan ve en fazla ölüm için hazırlıklı bulunanıdır.90

Yukarıda bahsi geçen ayet-i celîle, Bilâl'in Mekke'nin fethedildiği günde Kâbe'nin damına çıkıp ezan okuduğu, Hâris b. Hişam, Süheyl b. Amir ve Hâlid b. Useyd'in 'Bu simsiyah köle mi ezan okuyor!' dedikleri zaman nazil olmuştur.

Allah katında en üstün olanınız, takvâsı en ziyade olanınızdır.(Hucurât/13)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şüphe yoktur ki Allah Teâlâ, sizden cahiliyet devrinin kibrini gidermiştir. Hepiniz Âdem'in oğullarısınız. Âdem de topraktandır.91

Ey Kureyş cemaati! İnsanlar kıyamet gününde amellerle, sizler de sırtlarınıza almış olduğunuz dünya ile gelmeyesiniz! (O zaman) 'Ya Muhammed! Ya Muhammed!' diye sesleneceksiniz. Ben de sizden yüz çevireceğim.92

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, eğer onlar dünyaya meylederlerse, onlara Kureyş soyundan gelmelerinin kendilerine hiçbir yarar vermeyeceğini beyan buyurmuştur.

'En yakın akrabalarını korkut!' (Şuarâ/24) ayeti nâzil olduğu zaman, Hz. Peygamber akrabalarını çağırdı ve onlara şöyle dedi:

Ey Muhammed'in kızı Fâtıma! Ey Muhammed'in halası ve Abdülmuttalib'in kızı Safiye! Nefisleriniz için amel işleyin. Çünkü ben sizi Allah'ın azabından hiçbir şekilde koruyamam.93

Bu emirleri bilen ve aynı zamanda şerefinin takvâsı nisbetinde olduğunu anlayan ve yine geçmişlerinin âdetinin mütevazi davranmak olduğunu bilen bir kimse takvâ ve tevazu hususunda onlara uyar. Aksi takdirde lisan-ı hâliyle kendi soyunu tenkid etmiş olur. Onların soyundan gelse bile tevazu, takvâ, Allah korkusu hususunda onlara ayak uydurmazsa, hâl lisanıyla soyunu tenkid etmiş olur.

Soru: Hz. Peygamber, kızı Fâtıma ve halası Safiye'ye yukardaki sözlerini söyledikten sonra şöyle buyurdu:

Muhakkak ben ikiniz için Allah'ın azabını uzaklaştırmak hususunda hiçbir fayda sağlayamam. Ancak sizin (benimle) bir yakınlığınız vardır. Ben dünyada o hakkınızı vereceğim.94
Acaba Benî Süleym (Araplardan bir kabiledir), benim şefaatimi umar da Benî Abdülmuttalib ummazlar mı?95

Bu hadîsler, Hz, Peygamber'in yakın akrabalarına özel bir şekilde şefaat edeceğine delâlet eder.

Cevap: Her müslüman Hz. Peygamber'in şefaatini bekler. O halde onun soyundan gelenin beklemesi daha uygundur. Fakat soyundan gelenin şefaatini beklemesi ancak Allah'ın gazabından sakınmak şartıyla yerinde bir ümit olur. Çünkü Allah Teâlâ, eğer bir insana gazab ederse, hiç kimseye o insan için şefaat etme iznini vermez. Zira günahlar, Allah Teâlâ'nın öfkesini gerektirir ve dolayısıyla sahibine şefaat iznini vermemeyi icabettiren, şefaatten dolayı bağışlanan kısımlara ayrılır. Tıpkı dünya sultanlarının katındaki suçlar gibi... Zira sultan nezdinde büyük mertebeye sahip olan bir kimse için, sultanın öfkesini gerektiren bir harekette bulunan kimseler için şefaat etme yetkisi yoktur. Bu bakımdan bir-takım günahlar vardır ki şefaat insanı onlardan kurtaramaz.

Allah onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve on-lar O'nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28)

Onun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir?(Bakara/255)

Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.(Müddessir/48)

O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.(Sebe/23)

Günahlar, şefaat kabul edilen ve edilmeyen kısımlara ayrıldıkları zaman, elbette korkmak ve titremek gerekir. Eğer her günah hakkında şefaat kabul olunsaydı, Hz. Peygamber Kureyşlilere ibadet ve taatı emretmezdi ve yine Hz. Peygamber, kızı Fâtıma'yı masiyetten sakındırmazdı. Ona -hâşâ- şehvetlerin arkasında gitmeyi, dünyadaki lezzetleri alabildiğince almaya izin verirdi. Sonra ahirette ona şefaat ederdi! Bu bakımdan günahlara dalmak, takvâyı terketmek, bunu da şefaat ümidine istinaden yapmak, hastanın babasına, kardeşine, başka bir yakınma veya doktora güvenerek şehvetlere dalmasına benzer. Böyle yapmak cahilce bir harekettir. Zira doktorun çabası ve ustalığı bütün hastalıklarda değil, ancak bir kısım hastalıklarda fayda verir, Bu bakımdan sadece tıbba güvenerek korunmayı terketmek caiz değildir. Belki doktor bazı yönlerden tesir yapabilir. Bu da gizli hastalıklar ve mizacın normal durumunun bozulması çağında olabilir. Bu bakımdan peygamberlerin ve sâlihlerin akrabalarına ve yabancılara şefaatlerinin fayda vereceğini düşünmek uygundur. Çünkü bu da aynen doktor ve hastanın misaline benzer. Bu şefaat, korkuyu, sakınmayı ortadan kaldırmaz. Nasıl kaldırabilir? Halbuki Hz. Peygamber'den sonra halkın en hayırlısı onun ashabı idi. Onlar da ahiret korkusundan takvâlarının kemâline, amellerinin güzelliğine, kalplerinin saflığına (ve Hz. Peygamber'in özel olarak onlara cenneti va'detmesine, diğer müslümanlara da umumî olarak şefaati va'detmesine) rağmen sorumsuz hayvanlar olmayı temenni ederlerdi. Bütün bu va'dlere bakarak gevşemezlerdi Korku ve huşû onların kalplerinden ayrılmazdı. Acaba onlar gibi Hz. Peygamber ile sohbeti ve arkadaşlığı olmayan bir kimse nasıl nefsini beğenir ve şefaate güvenebilir?

Beşincisi: Zâlim sultanların ve yardımcılarının soyundan olması ile ucb'a kapılır. Din ve ilimden gelen soyla, şerefle değil! Bu ise cehaletin en koyusudur. Bunun tedavisi o zâlim sultanın ve yardımcılarının nasıl mahcub olduklarını, Allah'ın kullarına karşı ne gibi zulümler yaptıklarını, Allah'ın dininde nasıl fesad çıkardıklarını düşünmesidir ve yine onların Allah katındaki sevimsizliklerine, onların ateşteki durumlarına, pis kokularına ve ateşte kendilerinden akan pisliklere bakarsa, muhakkak onlardan tiksinecek, onlara nisbet edilmekten kaçacak, kendisini onlara nisbet edene şiddetle karşı çıkacaktır. Bütün bunları da onları çirkin ve hakir gördüğünden dolayı yapar. Eğer geçmişlerin kıyametteki zilletleri, hasımlarının yakalarına yapışmış oldukları, azap meleklerinin alınlarından tutup da kullara yapmış oldukları zulümden dolayı onları yüzüstü cehenneme sürükledikleri kendisine keşfolunsa, muhakkak onlara mensup olmaktan Allah'a sığınır, köpek ve domuza nisbet edilmesi onlara nisbet edilmesinden kendisine daha hoş gelir. Bu bakımdan zalim kimselerin soyundan olanların -eğer Allah onları ecdadlarının zalimliğinden korursa-dindarlığmdan ötürü Allah'a şükretmeli, eğer ecdadları müslüman ise, onlara da af dilemelidir. Onlara nisbet edilmesiyle ucb'a kapılmak katıksız bir cehalettir.

Altıncısı: Etbâ, yardımcı, akraba, aşiret, hizmetkâr, köle ve evlatlarının çokluğuyla ucb'a kapılmaktır. Nitekim kâfirler şöyle demişlerdir:

Dediler ki: 'Biz mallar ve çocuklar bakımından (sizden) daha fazlayız'.(Sebe/35)

Nitekim mü'minler Huneyn gününde dediler ki: 'Biz azlıktan bugün mağlup olmayız'. Bu tür ucb'un tedavisi, kibir hakkında söy-lediklerimizle mümkündür. Şöyle ki: Kişi zayıflığını ve ucbuna sebep olan kimselerin zayıflığını ve onların aciz kullar olduğunu, nefislerine ne fayda ve ne de zarar verme yetkilerinin olmadığını ve nice az toplulukların, çok "toplulukları Allah'ın izniyle mağlup ettiklerini düşünmelidir.

Bütün bu düşüncelerden sonra kişi onların çokluğu ile nasıl ucb'a kapılır? Halbuki öldüğü zaman tek başına, zelil ve rezil bir şekilde kabrine konulacak, onların tümü ondan ayrılacaklar. Ne ailesi, ne çocuğu, ne yakını, ne dostu ve ne de soyundan olan herhangi bir kimse onunla beraber kabrinde durmaz. Onu çürümeye, yılan, akrep ve kurtlara terkederler. Bunlara karşı ona hiçbir faydaları da olmaz! O, onlara en muhtaç olduğu bir devrede onlardan bir fayda görmez ve yine kıyamet gününde de ondan kaçarlar.

O gün kişi kaçacak kardeşinden, annesinden, babasından, zevcesinden ve oğullarından...
(Abese/34-36)

Bu bakımdan senin en zor durumlarında senden ayrılan ve senden kaçan bir kimseden hangi hayır ve menfaati umarsın? Kabirde ve kıyamette sana faydası dokunmayan bir kimse ile nasıl ucb'a kapılırsın? Halbuki köprü üzerinde senin amelinden ve Allah'ın faziletinden başka sana fayda verecek hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan sana fayda vermeyen bir kimseye güvenip de senin faydanı ve zararını, ölümünü ve hayatını elinde tutan Allah'ın nimetlerini nasıl unutursun?

Yedincisi: Mal ile ucb'a kapılmaktır. Nitekim Allah Teâlâ, iki bahçe sahibinden haber vererek şöyle buyurdu:

Ben malca senden daha zenginim. Toplulukça da senden daha kuvvetliyim.(Kehf/34)

Hz. Peygamber, zengin bir kişinin bir fakirin yanında oturup ona yüzünü ekşittiğini ve fakir dokunmasın diye elbiselerini çektiğini görünce şöyle buyurdu:

Acaba sen onun fakirliğinin sana sirayet edeceğinden mi korktun?90

Adam zenginlikle ucb'a kapıldığından dolayı bunu yaptı. Bu ucb'un tedavisi, malın âfetlerini, haklarının çokluğunu, tehlikelerinin büyüklüğünü düşünmekle olur. Bu ucb'a kapılan kişi, fakirlerin faziletine, kıyamette zenginlerden önce cennete gideceğine, malın gelip-geçici olup asılsız olduğuna, yahudilerin zenginlikte kendisinden üstün olanlarına ve Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifine bakıp düşünsün:

Bir kişi nefsini beğendiği halde süslü elbisesine bürünerek sallana sallana yürürken Allah Teâlâ o anda yere emir verdi. Yer onu yuttu. O, kıyamet gününe kadar yere batacaktır.97

Bu hadisi serifiyle Hz. Peygamber, kişinin mal ve nefsinden ötürü ucb'a kapılmasının cezasına işaret etmektedir.

Ebu Zer el-Gıfârî şöyle anlatıyor: 'Hz. Peygamber ile beraberdim. Hz. Peygamber mescide girip bana: 'Ey Ebu Zer! Başını kaldır!' dedi. Başımı kaldırdım. Sırtında güzel bir elbise bulunan birini karşımda gördüm. Sonra yine 'Başını kaldır!' dedi. Başımı kaldırdım. Karşımda sırtında eski bir elbise bulunan birini gördüm. Sonra Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu:

İşte şu elbisesi eski olan kişi Allah katında, öbürünün yeryüzünü dolduracak kadar benzerinden daha üstündür.98

Zühd ve ayrıca Dünya ve Mal'ın Zemmi adlı bölümlerde söylediklerimizin tümü, Allah katında zenginliğin hakirliğini, fakirliğin de şerefini belirtmektedir. Durum bu iken, acaba imanlı bir kimsenin, servetinden dolayı ucb'a kapılması nasıl tasavvur edilebilir? Aksine mü'min bir kimse malda olan hakları yerine getirmek hususunda, kusurlu oluşundan korkar. Malı helâlinden edinmiş midir? Bu hususta düşünüp korkar. Bunu yapmayan bir kimsenin sonucu rezil ve rüsvay olmaktır. Bu bakımdan kişi malından dolayı nasıl olur da ucb'a kapılabilir?

Sekizincisi: Yanlış görüşle ucb'a kapılmaktır.
Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu?(Fâtır/8)

Onlar o kimselerdir ki dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı.(Kehf/104)

Hz. Peygamber, bu durumun, Ümmet-i Muhammed'in son gelenlerine galebe çalacağını haber vermiştir. Zaten geçmiş ümmetler de bu belâdan dolayı helâk oldular. Zira onlar fırkalara ayrıldılar. Her fırka görüşünü beğendi ve her hizip kendi fikirleriyle sevindiler. Bid'at ve dalâlet ehli; kendi yanlış fikirlerini benimsediklerinden dolayı o fikirlerinde ısrar ederler. Bid'at ve ucb'a kapılmak demek, hevâ-i nefis ve şehvetin kendisini sürüklediği hedefi hak zannederek benimsemek demektir.

Bu ucb'un tedavisi, diğer çeşitlerin tedavisinden daha zordur. Çünkü yanlış fikrin sahibi, yanlışlığının cahilidir. Yani yanıldığını bilmemektedir. Eğer bilseydi derhal terkederdi. Bilinmeyen bir hastalık tedavi edilemez. Cehalet bilinmeyen bir hastalıktır. Bu bakımdan onun tedavisi gerçekten zor ve müşkildir. Zira ârif bir kimse cahil bir kimseye, cahilliğini göstermeye ve ortadan kaldırmaya muktedirdir. Ancak cahil kimse görüşünü ve
cehaletini benimsediği takdirde ârife kulak vermez. Onu itham eder, Bu bakımdan Allah Teâlâ, bu cahile kendisini yok edici bir belâyı musallat kılmıştır; Cahil o belâyı nimet sanır. Durum bu iken onun tedavisi nasıl mümkün olabilir? Onun kendi inancına göre, saadetinin sebebi olan bir şeyden kendisini uzaklaştırmak nasıl ümit edilebilir? Sonuç olarak onun tedavisi görüşünü ve fikrini daima itham etmesidir. Ancak Kur'an'ın veya hadîslerin veya sıhhatli delillerin bütün şartlarını içeren bir aklî delilin onun fikrinin doğruluğuna şahitlik etmesi hariç!

İnsanoğlu şer'î ve aklî delilleri, o delillerin şartlarını, o delillerdeki gizli yanlışlıkları ancak râcih bir tabiat, delici bir akıl, ciddi bir çalışma ile tanır, Kitab ve Sünnet'i öğrenmek, ilim meclislerinde ömür boyunca bulunmak, ilimleri ders olarak almak suretiyle bilir. Buna rağmen yine bazı işlerde yanlış gitmesinden emin değildir. Bütün ömrünü ilim yolunda sarfetme imkânından mahrum olan bir kimse için doğru yol; mezheplere (itikadî mezhep ve görüşlere) dalmamak, onlara kulak vermemek ve onları dinlememektir.

Fakat şuna inanmalıdır: Allah birdir. O'nun ortağı yoktur. O'nun misli birşey yok! İşitici ve görücü O'dur. O'nun peygamberi de haber verdiği hakikatlerde sâdıktır. Bu inançla selefin yoluna tâbi olmalıdır. Kitab ve Sünnet'in söylediklerini deşmeden, tafsilatını sormadan, olduğu gibi inanmalı ve şöyle demelidir: İman ettik ve doğruladık!' Takvâ, günahlardan sakınmak, ibadetleri edâ etmek, müslümanlara şefkat göstermek ve diğer ibadetlerle meşgul olmaktır. Eğer mezheblere ve bid'atlara ve akâiddeki taassuba dalarsa bilmediği bir yönde helâk olur! Böyle hareket etmek, hayatında ilimden başka bir şeyle iştigal etmek isteyen herkesin vazifesidir.

Kendisini ilme adayana gelince, bunun ilk vazifesi, delili ve delilin şartlarını tanımaktır. Bu ise hakkında uzun uzadıya çalışılması gereken konulardandır. Hedeflerin çoğunda yakîn ve marifete varmak çok zordur. Buna ancak Allah'ın nûruyla takviye edilen insanlar güç yetirebilirler. Böyle bir insan ise, gerçekten pek enderdir. Bu bakımdan biz Allah'tan, dalâlete sapmaktan korun-mamızı talep ederiz. Cahillerin hayalleriyle mağrur olmaktan Allah'a sığınırız.

Kitabu Zemm'il-Kibr ve'l-Ucûb (Kibir ve Ucûb'un Zemmi) adlı bölüm burada tamamlanmış oldu. Hamd, bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir. Günahtan dönüş, ibadete yöneliş ancak azîm ve yüce olan Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir. Allah Teâlâ'dan efendimiz Hz. Muhammed'in, âlinin ve ashabının üzerine rahmet deryalarını boşaltmasını, onlara salât ve selâm etmesini dileriz!

______________

85)Ad kabilesi Araplardan bir kabiledir. Hz. Hud'un kavmi idiler. Leys der
ki: 'Onlar, Ad b. Adiyâ b. Sam b. Nuh'un zürriyetidirler. Diğer Ad'a gelince
onlar Benî Tebibî kabilesidir'.
86)Adı Uc b. Unuk'tur. Hz. Âdem'in devrinde doğup Hz. Musa'nın za-
manına kadar yaşadığı söylenmiştir. Lûgat âlimlerinden Kazaz, Câmi'u1-
Lûğa adlı eserinde onun Firavunlardan bir kişi olduğunu söylemiştir. İmam
Suyûtî ise 'Ne Uc vardı, ne de Unuk, belki uydurmadır' der.
87)İmam Ahmed, Buhârî, Müslim ve Nesâî, (Ebü Hüreyre'den)
88)İbn Cerir, (İbn Abbas'tan)
89)Onlar Hâşimoğulları'dır. Alevî (Hz. Ali'nin zürriyeti), Tâlibî ve Câferî (Hz. Câfer-i Tayyar soyundan) olanların hepsi bu soya dahildir.
90)İbn Mâce
91)Ebu Dâvud, Tirmizî
92)Taberânî
93)Müslim, Buhârî, (Ebu Hüreyre'den)
94)Müslim, (Ebu Hüreyre'den)
95)Taberâni, Evsat
96)İmam Ahmed, Zühd
97)Müslim, Buhârî
98)İbn-i Hibban, Sahih