Midenin Şehvetini Kırmakta Riyazet Yolu
Midesi ve yiyeceği hususunda müridin dört vazifesi vardır:
Birinci Vazife
Helâlden başkasını yememesidir; çünkü haram yemekle yapılan ibâdet, denizin dalgaları üzerine inşa edilen bina gibidir. Daha önce Helâl vc Haram Kitabı'nda takvânın gözetilmesi gereken derecelerini zikretmiştik. Bu bakımdan yemek hususunda geriye sadece üç vazife kalmaktadır. Bunlar da çokluk ve azlık bakımından yemeğin miktarını belirlemek, erken veya geç yeme hususunda vaktini, iştahın çektiği yiyeceklerden hangilerinin yenilip hangilerinin terkedilmesi hususunda cinsini tayin etmektir.
Az yeme hususundaki birinci vazifeyle ilgili riyazet yolu aşamalıdır. Bu bakımdan çok yemeyi âdet edinen kimse, bir anda az yemeye kalkışırsa bünyesi buna tahammül edemez. Zayıf düşüp sıhhati bozulur ve çeşitli sıkıntılara düçar olur. O halde buna yavaş yavaş ve azar azar alışmak gerekir. Şöyle ki, mutad olan yemeğinden azar azar eksiltmeli; mesela, günde iki ekmek yiyor da nefsini bir ekmek yemeye alıştırmak istiyorsa, hergün ekmeğin yedide birinin dörtte birini terketmelidir. Bu da yirmisekiz parçadan bir parçayı veya otuz parçadan birkaç parçayı terketmek demektir. Böylece iki ekmeğin bir ekmeğe dönüştürülmesi bir ayda gerçekleşmiş ve kendisi de bu şekilde zarar görmemiş olur. Bunu da ister tartarak yapar, isterse de müşâhede ve tahminle yapar. Böylece hergün, bir önceki günden bir lokma daha az yemek sûretiyle midesini istediği miktara alıştırmış olur.
Bu durumda, yani yemeğin azaltılmasında dört derece ve mertebe vardır:
Birinci Derece
Bu derecelerin en yükseği, nefsi artık daha aşağısıyla idare edemeyeceği en az miktara alıştırmaktır ki bu, sıddîkların âdetidir.
Bu, Sehl et-Tüsterî'nin seçmiş olduğu yoldur; zira o şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, mahlukatı üç şeyle kul edinmiştir ki bunlar hayat, akıl ve kuvvettir. Kul, hayatına veya aklına bir zarar geleceğinden korkarsa yer, oruçlu ise orucunu bozar, fakir ise, yiyecek elde etmek için çaba sarfeder ve kendisini zorlar. Şayet bu ikisinden değil de kuvvetinin gitmesinden korkuyorsa, buna aldırmaması ve bundan korkmaması daha uygundur; namazı ancak oturarak kılabilecek hâle gelse bile böyledir'.
Sehl et-Tüsterî, kişinin, namazını açlıktan kaynaklanan zayıflıktan dolayı oturarak kılmasının, çok yemek sûretiyle ayakta kılmasından daha üstün olduğunu savunmuştur. (Bu, Sehl'in kendi görüşüdür. Diğer müctehidlerin ictihadı ise farklıdır).
Sehl et-Tüsterî'ye seyru sülûkünün başlangıcı ve o zamanki gıdası sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'Benim bir senelik gıdam için üç dirhem kâfiydi. Bunun bir dirhemi ile pekmez, bir dirhemi ile pirinç ve üçüncü dirhemi ile de yağ satın alırdım. Sonra da bunları karıştırır; meydana gelen karışımdan üçyüzaltmış top yaparak her gece bir tanesiyle iftar ederdim'. Kendisine Teki şu anda nasıl yiyorsun?' denildiğinde ise 'Hudutsuz ve vakitsiz yiyorum' demiştir.
Rivayet olunduğuna göre ruhbanlardan bazıları nefislerini bir dirhemlik yiyeceğe alıştırmışlardır.
İkinci Derece
Riyazet vasıtasıyla nefsi bir gün ve gecede yarım müdd (avuç) yiyeceğe alıştırmaktır. Yarım müdd, menin dörtte biri kadar miktardan yapılan bir küsur ekmek demektir. Bu miktar, birçok kimseler için midenin üçte birini dolduracak miktardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bunu zikretmiştir. Bu birkaç lokmadan biraz fazladır; çünkü hadîste geçen Lükaymat terimi, cemî'de (çoğulda) azlık için ve on'dan aşağı olan sayılar için kullanılır. Hz. Ömer birşey yediği zaman yedi veya dokuz lokma yerdi.
Üçüncü Derece
Nefsi bir avuç miktarı yiyeceğe alıştırmaktır. Bu da ikibuçuk ekmek yapar. Bu birçok kimsenin karnının üçte birinden fazlasını doldurur. Hatta neredeyse üçte ikisini doldurmaya yaklaşır. Geri kalan üçte biri de su içindir; zikir için ise hiçbir şey kalmaz. Hadîsin bazı lafızlarında 'Karnın üçte biri teneffüs içindir' yerine 'zikir içindir' diye geçmektedir.
Dördüncü Derece
Bir avuçtan bir men'e kadar arttırılmasıdır. Men'den fazlası israf sayılır ve birçok kimse için Allah Teâlâ'nın İsraf etmeyiniz' (A'raf/31) emrine muhâlif olur. Çünkü ihtiyaç duyulan yemek miktarı yaşa, şahsa ve yapılan işe göre değişir.
Burada beşinci bir yol daha vardır ki bunda herhangi bir takdir ve tahdid yoktur. Fakat burası yanıltıcıdır. Müslüman gerçekten acıktığı zaman yemeli ve henüz iştahı olduğu halde yemekten elini çekmelidir. Nefsi için bir veya iki ekmeği tayin ve tahdid edemeyen bir kimse doğru acıkmanın hududunu da bilemez. Böylelerinin doğru acıkması, yalan şehvetle karışır. Doğru acıkmanın birçok alâmetleri vardır. Bunlardan biri de nefsin katık istememesi ve hangi çeşit olursa olsun, önüne getirilen ekmeği iştahla yemesidir. Nefsin, muayyen bir ekmek ve yanısıra katık istediği acıkma, doğru acıkma değildir. Doğru acıkmanın alâmetlerinden biri de tükürüldüğü zaman karasineklerin tükrüğe konmamasıdır; yani tükrükte yağımsı maddelerin kalmamasıdır ki bu da midenin boş olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan mürid için yemek hususunda en doğru yol, nefsiyle yapmakta olduğu ibâdetlerde kendisini zayıf düşürmeyecek miktarı tayin ve takdir etmesidir. Bu miktara ulaştığında ise, iştahı olsa bile durmalıdır. Kısacası yemeğin takdir ve tahdidi mümkün değildir. Bu, durumlara ve şahıslara göre değişir. Ashâb-ı kirâmın bir kısmının bir haftalık gıdası, bazen bir sa' (dört avuç) buğday; yahut birbuçuk sa' hurma olurdu. Buğdayın birsa'ı dört avuçtur. Bu duruma göre, her güne yaklaşık olarak yarım avuç düşmektedir ki bu da söylediğimiz gibi midenin üçte birini dolduracak miktardır. Çekirdekleri düşürüldüğü için hurmadan birbuçuk sa' hesaplanmıştır.
Ebu Zer Gıfârî (r.a) şöyle derdi: 'Hz. Peygamber zamanında bir haftalık yemeğim, bir sa' arpadan ibaretti. Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygamber'e kavuşuncaya kadar da bunu artırmayacağım; çünkü ben onun şöyle dediğini duydum:
Kıyâmet gününde meclis (derece) bakımından bana en yakın olanınız ve nezdimde en sevimliniz, bugün (asr-ı saâdette) üzerinde bulunduğu hâl üzere ölüp Allah'a kavuşanınızdır.31
Ebu Zer Gıfârî, ashâb-ı kirâmdan bazılarını kınayarak şöyle buyurmuştur: 'Siz Hz. Peygamber zamanındaki hâlinizi değiştirdiniz. Bakıyorum da sizin için arpa unu eleniyor. Oysa Hz. Peygamber zamanında unun elenmesi diye birşey yoktu. Siz ince ekmekler pişiriyor, sofranızda iki katık bulunduruyorsunuz. Sizin için çeşit çeşit yemekler hazırlanıyor. Bazılarınız sabahleyin bir elbise, akşam başka bir elbise giyiyor. Oysa siz Hz. Peygamber zamanında böyle değildiniz'.
Ashâb-ı Suffe'den iki kişinin bir günlük gıdası, bir avuç hurma idi. Buradaki avuç, bir tam ve üçte bir Bağdad batmanı demektir. (Bu batman, yirmisekiz küsur dirhemdir). Bu hurmalardan çekirdekler de düşürülürdü.
Hasan Basrî şöyle derdi: 'Müslüman, koyun ve keçi gibidir; bir avuç basit hurma, bir parça kavut ve bir yudum su ona kâfi gelir. Münâfık ise yırtıcı hayvan gibidir. Çok yer ve midesini tıkabasa doldurur. Karnını komşusu için aç bırakmaz ve zarurî ihtiyacından fazla olan malları hususunda müslüman kardeşini nefsine tercih etmez. Ey iman edenler! Zarurî ihtiyacınızdan fazla olanı, azık olarak önden gönderiniz'.
Sehl et-Tüsterî de şöyle buyurmuştur: 'Dünya tamamen kan olsa, müslümanın yedikleri yine de helâl olurdu; çünkü müslüman zaruret anında ancak hayatını devam ettirebilecek kadar yer'.
İkinci Vazife
Yemeğin vakti ve tehir süresi hakkındadır. Bunda da dört derece vardır:
Birinci Derece
Bu derecelerin en büyüğü üç gün veya daha fazla aç kalmamasıdır. Bazı müridler riyazeti, takdir ve tahdid etmeksizin aç kalma şekline dönüştürmüştür. Hatta içlerinde otuz-kırk gün aç duranları olmuştur. Âlimlerden de büyük bir cemaat bu dereceye ulaşmıştır. Muhammed b. Amr el-Karânî, Abdurrahman b. İbrahim Rühaym, İbrahim et-Teymî, Haccac b. Ferasife, Hâfız Âbid Misisî, Müslim b. Said, Züheyr, Süleyman Havvas, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, İbrahim b. Ahmed el-Havvas bunlardandır. Ebubekir Sıddîk (r.a) altı gün aç dururdu. Abdullah b. Zübeyr ile İbn Abbas'ın arkadaşı Ebu'l-Cevza da yedi gün birşey yemezdi. Rivayet edildiğine göre, Süfyan es-Sevrî ile İbrahim b. Edhem'in karnına üç gün üstüste hiçbir şey girmezdi. Bu zatlar âhiret yolunda yürüme hususunda açlıktan yardım umarlardı.
Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Kırk gün Allah rızası için açlık çeken kimse için melekût âleminin kapıları açılır; yani ilâhî sırların bir kısmı ona âyân olur'. Sûfînin biri, bir rahib'e müslüman olarak, içinde bocalayıp durduğu gururu terketmesini teklif etti ve bu hususta onunla uzun uzadıya konuştu. Sonunda rahib kendisine 'Mesih (a.s) kırk gün aç kalırdı. Bu ise ancak bir peygamberin veya bir sıddîkîn mucizesi olabilir' dedi. Bunun üzerine sûfi râhib'e şöyle dedi:
- Eğer ben elli gün aç kalırsam, şu anda üzerinde bulunduğun dini terkedip İslâm'a girer misin? İslâm dininin hak ve üzerinde bulunduğun dînin de bâtıl olduğuna inanır mısın?
-Evet
Bu söz üzerine sûfî oturdu; elli günü bu şekilde dolduruncaya kadar ancak râhibin görebileceği yerlere gidip geldi. Elli günden sonra 'Bundan daha fazlasını da yapabilirim' dedi ve böylece altmışa tamamlayıncaya kadar açlığa devam etti. Bunun üzerine râhib çok şaşırdı ve 'Hiç kimsenin bu hususta Hz, İsa'yı geçeceğini sanmazdım' diyerek müslüman oldu. Bu büyük bir derecedir. Buna ancak keşfe mazhar olan sabırlı kimseler erişebilir. Böyle kimseler, tabiat ve âdetinden kestiği şeylerin müşahedesiyle meşgul olup nefsine açlığını ve ihtiyacını unutturmuştur.
İkinci Derece
İkinci derece, mideyi iki ya da üç gün aç bırakmaktır. Bu ise görülmemiş birşey değildir. Ciddiyet ve mücahede ile bu dereceye varmak mümkündür.
Üçüncü Derece
Bu üçüncü derece, derecelerin en aşağısı olup yirmidört saatte bir defa yemekle yetinmektir. Bu derece, açlık çekme hususundaki en küçük derecedir. Bunu geçen miktarsa israf ve oburluktur. Öyle ki böyle yapan kimseler artık açlık diye birşey bilmez. Bu ise zevk ve safâya dalan kimselerin fiilidir, kimselerin fiilidir. Böyle bir kimse Sünnet'ten uzaktır; çünkü Ebu Said Hudrî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber, kahvaltı ettiği gün akşam yemeği yemez; akşam yemeği yediği zaman da kahvaltı etmezdi.32 Selef-i Sâlihîn de hergün bir defa yerlerdi. Hz. Peygamber bir keresinde Aişe vâlidemize şöyle buyurmuştur:
İsraftan kaçın! Günde iki öğün yemek israf; iki günde bir defa yemek ise cimriliktir. Günde bir öğün yemek, bu ikisi arasındaki normal durumdur. Allah'ın Kitabı'nda övülen durum da budur.33
Günde bir öğün yemekle yetinen kimsenin, fecrin doğuşundan önce (sahur vaktinde) yemesi müstehabdır. Bu şekilde yemek, teheccüd namazından sonra ve sahab namazından önce yenilmiş olur. Böylece gündüzleyin çekilen açlık, oruç için; geceleyin çekilen açlık ise, ibâdet ve kalp huzuru ve midenin boş olmasından dolayı fikrin incelmesi, gayretin artması, nefsin bildiği şeylere ısınması için çekilmiş olur. Hem nefis de artık vakti gelmezden önce insan ile çekişmez.
Âsım b. Küleyb'in babasından rivâyet ettiğine göre Ebu Hüreyre şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'in gece ibâdeti sizinki gibi değildi. O geceleyin kalktığı zaman iki ayağı şişinceye kadar ibâdet ederdi. Yine o sizin gibi geceli gündüzlü iftar ederek oruç tutmazdı. Ancak (bazı zamanlar) iftarını sahur vaktine kadar ertelerdi.34
Aişe vâlidemiz de Hz. Peygamber (bazen) orucunu sahur vaktine kadar devam ettirirdi' demiştir. Bu bakımdan eğer akşam namazından sonra canı yemek isteyecek ve bu durum da teheccüd için gereken kalp huzurunu bozacaksa en iyisi oruçlunun, yemeğini ikiye ayırmasıdır. Mesela günde iki ekmek yiyorsa, birini iftar, diğerini de sahur vaktinde yemelidir ki nefsi sükûnet bulsun ve teheccüd ibâdetinde bedeni hafifleşsin; gündüz de sahurda yediğinden dolayı çok fazla acıkmasın. Böylece birinci ekmekle gece ibâdetine, ikinci ekmekle de gündüz tuttuğu orucuna yardım etmiş olur. Bir gün oruç tutup bir gün iftar eden kimsenin, oruç tutmadığı gün öğle vaktinde, oruç tuttuğu gün de sahur vaktinde yemesinde herhangi bir beis yoktur. Buraya kadar belirtilen yollar; yemeğin vakitleri ve bu vakitler arasındaki uzaklık ya da yakınlık hakkındaki yollardır.
Üçüncü Vazife
Üçüncü vazife, yemeğin Çeşidi, katığın terkedilmesi ve yemeklerin en âlâsının buğday özü olduğu hakkındadır. Buğday özünün elenmesi ise israfın son haddidir. Ortancası elenmiş arpa ekmeği; normali ise elenmemiş arpa ekmeğidir. Katıkların en âlâsı da et ve tatlı maddelerdir. En düşüğü de tuz ile sirkedir. Ortancası ise etsiz, yağlı maddelerdir. Âhiret yolcularının âdeti, daimî olarak katık yemekten ve şehvetlerden kaçınmaktır; çünkü insanoğlunun iştahının çektiği herşey, mutlaka onu baştan çıkarmaya yöneliktir. Bunlar insanın kalbini katılaştırır ve onun dünya lezzetlerine alışıp dalmasına yol açar. Böylece kişi artık ölümden ve Allah'ın huzuruna gitmekten hoşlanmaz. Böyle bir kimse için, dünya bir cennet, ölüm ise hapishane olur. Nefsini şehvetlerinden ve zevklerinden mahrum bırakan ve ona lezzet yollarını daraltan kimse içinse dünya bir hapishane ve daracık bir zindan kesilir. Böylelerinin nefsi dünyadan bir an önce kurtulmak ister; zira ölüm onun için hürriyetine kavuşmak demektir.
Yahya b. Muaz er-Râzî'nin şu sözleri de buna işaret etmektedir: 'Ey sıddîklar! Firdevs-i âlânın velimesine (ziyafetine) konmak istiyorsanız dünyada nefislerinizi aç bırakınız; çünkü yemeğe karşı duyulan iştah, nefsin aç bırakılmasıyla orantılıdır'.
Tıkabasa yemenin ve tokluğun, saydığımız bütün âfetleri, şehvetlerin, tadılan zevk ve lezzetlerin hepsi için geçerlidir. Bu bakımdan onları yeniden sayarak sözü uzatmak istemiyoruz. Mübah olan şehvetlerin terkinde çok büyük sevap olduğu gibi onları yapmakta da çok büyük tehlikeler sözkonusudur. Hatta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en kötüleri, buğday özü yiyenleridir.35
Bu hadîs, buğday özü yemeyi haram kılmış değildir. Bilakis buğdayın özünden bir veya iki defa yiyen kimse âsi olmadığı gibi, devamlı olarak yiyen kimse de âsi olmaz. Fakat nefsini nimetle besleyerek dünyaya ve lezzetlere alıştırmış olur! Bunun sonucunda nefis, lezzetleri elde etmek için çaba harcar ve bu çaba da onu gü-naha sokar. Dolayısıyla onlar ümmetin en kötüleridirler; çünkü buğdayın özü, onları birtakım şeylere zorlar ki bunlar günahlardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en kötüleri, çeşit çeşit yiyecekler yemek suretiyle vücutlarını semizletenleridir. Bunların çeşit çeşit yiyecekler yemekten ve çok çeşitli elbiseler giymekten başka gayeleri yoktur. Konuştuklarında da avurtlarını yırtarcasına bağırıp çağırırlar.36
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şöyle vahyetmistir: 'Kabre gireceğini düşün! Bu seni şehvetlerin birçoğundan alıkoyacaktır'.
Selef-i sâlihîn yemeklerin lezzetini tadmaktan ve nefsi bunlara alıştırmaktan sakınma hususunda çok titiz davranırlardı. Selef boyle yapmayı şekâvet alâmeti, Allah Teâlâ'nın kulunu böyle yap-maktan alıkoymasını da saadetin zirvesi olarak görmekteydi.
Vehb b. Münebbih şöyle anlatır: "Dördüncü gökte karşılaşan iki melekten biri diğerine 'Nereden geliyorsun?'' diye sorar, ikinci melek 'Filan yahudinin (Allah'ın laneti onun üzerine olsun) canı balık yemek istemişti. Ben de denizden balığı sürmekle emrolundum. Şimdi oradan geliyorum' cevabını verir. Bunun üzerine soru soran melek 'Ben de filan âbidin canının çektiği zeytinyağını dökmekle emrolundum' der".
Bu kıssa, şehvetlerin sebeplerinin kolaylaştırılmasının hayır alâmetlerinden olmadığına dikkat çekmektedir. İşte bunun içindir ki Hz. Ömer, soğuk bal şerbetini içmekten kaçınarak 'Bunun hesabını benden uzaklaştırınız!' buyurmuştur. Bu bakımdan Allah için, şehvet ve zevklerin terki hususunda nefse muhalefet etmekten daha büyük bir ibâdet yapılmış değildir. Bunu Nefsin Riyazeti kitabında da zikretmiştik.
Nâfî şöyle anlatıyor: İbn Ömer (r.a) hastalanmıştı. Canı taze balık yemek istedi. Bunun üzerine çıkıp Medine-i Münevver'nin çarşılarında balık aradım; ama bulamadım. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir yerde balığa rastladım ve bir buçuk dirhemlik balık aldım. Balığı ateşte kızartıp bir ekmekle birlikte İbn Ömer'e götürdüm. O esnada kapıya bir dilenci geldi. Bunun üzerine İbn Ömer, hizmetçisine "Balığı ekmeğe sar ve şu dilenciye ver!' dedi. Hizmetçi 'Allah senden razı olsun! Bunca günden beri canın balık istiyor. Onu zor bulduk. Bulduğumuz zaman da bir buçuk dirheme satın aldık. Dilenciye balığı değil de parasını verelim' karşılığını verdi. İbn Ömer'se 'Onu ekmeğe sar ve dilenciye ver!' diye emretti. İbn Ömer'in bu emrinden sonra hizmetçi, dilenciye dönerek 'Sana bir dirhem vereyim de bunu götürme, razı mısın?' dedi. Dilenci de razı oldu. Bunun üzerine hizmetçi, dilenciye bir dirhem verdi. Kızartılmış balığı alarak geri getirdi ve İbn Ömer'in önüne bırakarak 'Dilenciye bir dirhem vererek bunları kendisinden geri aldım!' dedi. Bu söz üzerine İbn Ömer hizmetçiye şunları söyledi: 'Balığı ekmeğe sar ve yine o dilenciye ver! Vermiş olduğun dirhemi de alma; çünkü ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
Canının çektiği herhangi bir şey hususunda başkasını nefsine tercih eden kimseyi Allah Teâlâ affeyler.37
Açlık köpeğini (şehveti) bir ekmek ve bir testi berrak su ile yola getirdiğin zaman, dünya içindekilerle birlikte helâk olsa dahi perva etmezsin!38
Hz. Peygamber bu hadîsiyle yemekten maksadın açlığın ve susuzluğun elemini gidermek ve zararlarını defetmek olup, dünya lezzetlerini tatmak olmadığına işaret etmektedir.
Yezid b. Ebî Süfyan'ın (Muaviye'den önce Şam valisiydi) çeşit çeşit yemekler yediğini haber alan Hz. Ömer, kölesine 'Yezid akşam sofrasını hazırlattığında gel bana haber ver!' dedi. Köle haber verdiğinde. Hz. Ömer Yezid'in yanına girdi. Sofraya önce tirid getirildi. Hz. Ömer, Yezid'le birlikte bundan yedi. Sonra kızartılmış et getirildi. Yezid elini ete uzattığında Hz. Ömer onun bileğinden tutarak 'Ey Ebu Süfyan'ın oğlu Yezidî Allah'tan kork Allah'tan! Yemekten sonra yemek olur mu? Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer selefin sünnetinden aynlırsanız, bu ayrılık sizi O'nun yolundan da saptırır' buyurdu.
Yesar b, Umeyr şöyle diyor: 'Hz. Ömer için ne zaman un elemişsem bunu mutlaka ondan habersiz yapmışımdır',
Utbet'ül-Gulâm, ununu bizzat kendisi hamur yapar ve sonra da bunu güneşte kuruturdu. Bundan yediğindeyse 'Âhiretin o güzel kebapları ve yemekleri hazırlanana kadar bir parça (kuru) ekmekle az bir tuz kâfidir' derdi. Yine o su testisini, bütün gün güneş altında kalmış bir küpe daldırarak doldururdu. Cariyesi kendisine 'Ey Utbe! Ununu bana versen de sana ekmek yapsam, suyunu soğutsam olmaz mı?' dediğindeyse 'Ey cariye! Ben açlık köpeğini (şehveti) kendimden uzaklaştırdım' karşılığını verirdi.
Şakîk b. İbrahim şöyle anlatıyor: Bir gün Mekke'nin Leyl çarşısında, Hz. Peygamber'in doğduğu evin civarında İbrahim b. Edhem'e rastladım. Kendisi yolun kenarına oturmuş ağlıyordu. Gidip yanma oturdum ve 'Ey Ebu İshak! Niçin ağlıyorsun?' diye sordum. 'Hayırdır!' karşılığını verdi. Ben ısrar edince de 'Ey Şakîk! Ayıbımı örteceğine dair bana söz verir misin?)' dedi. Ben de 'Ey kardeşim! İstediğini söyle! (İfşâ etmem)' dedim. Bunun üzerine şunları söyledi: "Nefsim otuz seneden beri yayla çorbası istemekteydi. Ben de dün geceye kadar onu bu isteğinden alıkoydum. Dün akşamsa oturuyordum, bir ara uyku bastırdı. Bu sırada bir genç gördüm. Elinde yeşil bir tabak vardı; tabaktan buğular yükseliyor ve yayla çorbası kokusu geliyordu. Bunun üzerine bütün gayretimle ondan uzaklaştım. Gençse bana yaklaşarak 'Ey İbrahim! Ye!' dedi. 'Hayır yemem; çünkü ben onu Allah için terkettim'. dedim. Genç 'Allah Teâlâ bunu sana yedirir. Ye!' diye üsteledi. Bu ısrar karşısında ağlamaya başladım. Fakat o tekrar ve ısrarla 'Allah sana rahmet eylesin, ye!' dedi. Bunun üzerine ona 'Biz midemize ancak nereden geldiğini bildiğimiz yiyecekleri almakla emrolunduk' dedim. O da bana şunları söyledi: "Allah sana afiyet versin, ye! Bu bana verildi ve 'Ey Hızır! Bunu götür! İbrahim b. Edhem'in nefsine .yedir; çünkü Allah Teâlâ ona uzun zamandır nefsini isteğinden alıkoyma hususunda göstermiş olduğu sabırdan dolayı merhamet etmiştir' denildi. Ey İbrahim! Ben meleklerin 'Kendisine birşey verildiğinde almayan kimse sonunda isteyecek, fakat bu kez de verilmeyecektir!' dediklerini duydum". Bu ısrar karşısında '(Ey Hızır)! Eğer durum böyle ise, ben senin huzurunda Allah ile yapacağım akid için bulunmaktayım' dedim. Sonra dönüp baktığımda Hızır'ın yanında başka bir gencin durmakta olduğunu gördüm. Bu yeni genç, Hızır'a birşey uzatarak 'Ey Hızır! Sen İbrahim'in ağzına lokmaları koy!' dedi. Bu söz üzerine, hapşırıp uyanıncaya kadar Hızır ağzıma lokmaları koymaya devam etti. Uyandığımda tadı hâlâ damağımda idi.
Şakîk şöyle anlatıyor: "Birgün İbrahim b. Edhem'e 'Bana avucunu göster!' dedim. Avucunu gösterdiğinde de onu tutup öptüm ve 'Ey şehvetleri aç olanları -dürüst bir şekilde şehvetlerinin gereğinden çekildikleri zaman- doyuran Allah! Ey kalplerde yakîn nurunu parlatan Allah! Ey kalplere, muhabbeti ile şifa bahşeden Allah! Acaba Şakîk'in de senin yanında bir kıymeti var mıdır?' dedim. Sonra da İbrahim'in avucunu göklere doğru kaldırarak şunları söyledim: 'Şu avucun ve sahibinin, nezdindeki kıymetinin hürmetine, -her ne kadar müstehak değilse de- senin faziletine, ihsanına ve rahmetine muhtaç olan şu kuluna (bana) ihsanda bulun!' Sonra İbrahim yerinden kalktı. Kâbe'ye kadar birlikte yürüdük".
Rivâyet edildiğine göre Malik b. Dinar, iştahı çektiği halde tam kırk sene süt içmemiştir. Birgün kendisine yaş hurma hediye edildi. Arkadaşlarına 'Siz yeyiniz; ben tam kırk seneden beri yaş hurma yemedim' dedi.
Ahmed b. Ebu'l-Havarî şöyle anlatıyor: "Ebu Süleyman Dârânî'nin canı tuzlu, sıcak ekmek yemek istemişti. Kendisine böyle bir ekmek götürdüğümde ondan bir lokma aldı. Sonra bunu atarak ağlamaya başladı ve 'Uzun sûre mücâhededen sonra hemen şehvetime yapıştım. Ey şekâvetim (bedbahtlığım) hazır ol; zira zamanın gelmiştir. Ey Allahım! Ben bu yaptığımdan tevbe ettim. Bundan dolayı beni affeyle!' dedi. Bu olaydan sonra onun ölünceye kadar tuz yediğini görmedim".
Mâlik b. Deygam şöyle anlatıyor: "Birgün Basra çarşısından geçiyordum. Sebzelere bakan nefsim bana 'Keşke, bu gece bu sebzelerden bana yedirsen' dedi. Bunun üzerine kırk gece sebze yemeyeceğime dair yemin ettim".
Mâlik b. Dinar Basra'da elli sene kaldı. Bu zaman zarfında Basra ahalisinin ne yaş ve ne de kuru bir tek hurmasını yemedi. Birgün çıkıp şöyle dedi: 'Ey Basralılar! İçinizde elli sene yaşadım. Bu arada ne yaş ve ne de kuru bir tek hurmanızı yemedim. Bu bakımdan benden eksilen sizi artırmadı; sizden artan da beni ek-siltmedi. Elli seneden beri dünyayı boşamışımdır. Nefsim kırk seneden beri süt istemektedir. Yemin ederim ki Allah'a kavuşuncaya kadar da ona süt içirmeyeceğim'.
Hammad b. Ebî Hanife şöyle anlatıyor: "Bir keresinde Davud Tâî'nin evine gitmiştim. Kapı kapalıydı ve içerden ses geliyordu. Dinlediğimde Davud'un şöyle dediğini duydum: 'Ey nefsim! Havuç istedin, sana yedirdim. Sonra hurma istedin. Yemin ederim ki artık sana ebediyyen hurma yedirmeyeceğim'. Bu sözlerden sonra selâm vererek içeri girdim. Kendisi tek başına oturuyordu".
Ebu Hâzım (Seleme b. Dinar) birgün çarşıdan geçerken bir meyve görüp canı çekti. Bunun üzerine oğluna 'Şu dalından koparılmış ve ambalajlanmış meyveden bize biraz al! İnşaallah dalından kopmayan ve hiç kimseye yasaklanmayan meyvelere de kavuşuruz' dedi. Oğlu meyveden alıp kendisine getirdiği zaman nefsine şöyle hitab etti: 'Ey nefis! Beni aldattın. Dolayısıyla o meyveye baktım ve ondan iştahım çekti. Onu satın alıncaya kadar da bana galebe çaldın. Allah'a yemin ederim ki onu tadamayacaksın!' Sonra o meyveyi fakir yetimlere gönderdi.
Musa el-Eşec şöyle demiştir: 'Yirmi seneden beri nefsim öğütülmüş tuz istemektedir'.
Ahmed b. Halife ise 'Nefsim yirmi seneden beri istekli olduğu halde benden kana kana su içmekten başka birşey istememiştir. Buna rağmen ona kana kana su içirmedim' demiştir.
Utbet'ul-Gulam'ın canı tam yedi sene et yemeyi arzuladı. Yedi seneden sonra kendi kendisine 'Yedi seneden beri her sene nefsimi bir sonraki seneye havale etmeye utanır oldum' diyerek bir parça et satın aldı. Bunu kızartıp bir ekmeğin içerisine koydu. Tam o sırada bir çocuğa rastladı. Ona 'Sen ölen falan adamın oğlu değil misin?' diye sordu. Çocuğun 'Evet! Ben onun oğluyum' demesi üzerine de eti ona verdi. Bu olayı anlatan Utbet'ul-Gulâm sonunda hüngür hüngür ağlamaya başlayarak şu ayet-i celîleyi okumuştur:
'Yoksula, yetime, esire sevdikleri yemekleri yedirirler'. (İnsan/8) Bu olaydan sonra, Utbet'ul-Gulâm bir daha et yememiştir.
Utbet'ul-Gulâm'ın canı, uzun seneler hurma yemek istedi. Birgün bir kıratlık hurma satın aldı ve bunu iftar için akşama kadar bekletmeye karar verdi. Bu arada şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Öyle ki dünya kapkaranlık kesildi. Halk dehşete kapıldı. Bunun üzerine Utbet'ul-Gulâm kendi nefsine şöyle dedi. 'Bu, dünyayı kasıp kavuran rüzgar, sana karşı gösterdiğim cüretten ve aldığım o bir kıratlık hurmadan ileri geliyor! Kanaatime göre bütün insanlar senin günahından dolayı cezalandırılmaktadır. O halde andolsun ki bu hurmadan tadmayacaksın'.
Dâvud et-Tâî, yarım fülüslük sebze ile bir fülüslük sirke satın aldığı bir günün gecesinde kendi kendisine 'Ey Dâvud! Yazıklar olsun sana! Kıyamet gününde senin hesabın çok uzun olacaktır' deyip durdu. O günden sonra da sadece katıksız ekmek yedi.
Utbet'ul-Gulâm birgün Abdülvahid b. Zeyd'e 'Filan adam kendisini o şekilde vasıflandırıyor ki ben bu vasıfları kendi nefsimde göremiyorum' dedi. Abdülvahid de ona 'Çünkü sen ekmeğinle birlikte hurma da yiyorsun. O ise yavan ekmekle yetiniyor' karşılığını verdi. Utbet'ul-Gulâm 'Eğer ekmekle birlikte yediğim hurmayı terkedersem o mertebeye erişebilir miyim?' dediğinde de Abdülvahid 'Evet! Hatta daha ilerisini de elde edebilirsin' cevabını verdi. Bu söz üzerine Utbet'ul-Gulâm hüngür hüngür ağlamaya başladı. Arkadaşlarından birinin ona 'Allah seni ağlatmasın! Hurmayı terkedeceğin için mi ağlıyorsun?' demesi üzerine de Abdülvahid şöyle dedi: 'Utbe'yi kendi haline bırakın; çünkü nefsi onun birşeyi terketme hususundaki azminin kuvvetini daha önceden bilmektedir. O herhangi birşeyi bir defa terketti mi artık bir daha ona dönmez'.
Câfer b. Nasr39 şöyle anlatıyor: Cüneyd Bağdâdî, bana kendisi için vezir inciri satın almamı emretti. İstediği inciri satın aldım. İftar vaktinde bunlardan birini ağzına aldı. Sonra da çıkarıp atarak ağlamaya başladı ve bana 'Al bunları götür!' dedi. Kendisine 'Niçin yemiyorsun?' diye sorunca da şöyle dedi: "Gaibden bir ses bana 'Utanmıyor musun? Hani incir yemeyi benim hatırım için bırakmıştın. Şimdi ise sözünden cayıp yemeye yelleniyorsun!' diye seslendi".
Sâlih el-Murrî şöyle anlatıyor: Birgün Atâ es-Sülemi'ye 'Eğer geri çevirmezsen sana bir ikramda bulunacağım' dedim. O da kabul etti. Bunun üzerine oğlumla kendisine kavut, yağ ve baldan yapılmış bir şerbet gönderdim; oğluma da 'Bu şerbeti içinceye kadar onun yanından ayrılma!' diye tembihledim. Ertesi gün de yine aynı şerbetten gönderdim. Fakat bu sefer geri çevirdi, içmedi. Ben de kendisini kınayarak 'Sübhânallah! Sen nasıl olur da benim ikramımı geri çevirirsin?' dedim. Gerçekten kırıldığımı anlayınca bana şöyle dedi: 'Sakın bu yaptığım seni üzmesin! İnan ki böyle bir şerbeti hayatımda ilk defa içiyorum. Nefsimi ikinci defa içmesi için zorladıysam da olmadı. Her içmek istediğimde aklıma şu ayet-i celîle geldiğinden yapamadım:
Onu yutmaya çalışır; fakat boğazından geçiremez. Her taraftan kendisine ölüm geldiği halde yine ölemez. Bunun arkasından da şiddetli ve ağır bir azab (cehennemde ebedî kalış) vardır.
(İbrahim/17)
Bunun üzerine ağlayarak kalbimden şöyle dedim: 'Sen bir vadide, bizse ayrı bir vadide bulunuyoruz'.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Otuz seneden beri nefsim benden pekmeze batırılmış havuç istemektedir. Hâlâ da onun bu isteğini yerine getirmiş değilim'.
Ebubekir Celâ (veya Cilâ) şöyle demiştir: "Ben bir kişi tanıyorum ki nefsi kendisine 'Ben on gün senin emrini dinleyip açlık çekeyim; sen de bu on günden sonra bana canımın çektiği birşeyi yedir' demekte; o ise nefsine 'Ben senden on gün aç kalmanı değil, açlık çektiğinde isteyeceğin şeyi terketmeni istiyorum!' karşılığını vermektedir".
Bir âbid, bazı arkadaşlarını davet ederek onlara ekmek ikram etti. Arkadaşlarından biri seçmek için ekmekleri evirip çevirmeye başladı. Bunu gören âbid, bu arkadaşına 'Yavaş ol! Ne yapıyorsun?' diye çıkıştı ve devamla şunları söyledi: 'Beğenmediğin ekmekte ne kadar hikmet bulunduğunu ve onun bu hale gelmesi için kaç kişinin çalıştığını biliyor musun? Suyu (yağmuru) getiren bulut, buğdayı bitiren toprak, sulayan su, rüzgar, toprak, çalıştırılan hayvanlar ve (çalışan) insanlar; bunların hepsi ekmeği bu hâle getirmek için çalışmışlardır. Bütün bunlardan sonra sen hâlâ onu evirip çeviriyor, beğenmiyorsun'.
Bir haberde geçtiğine göre ekmek, sofraya gelinceye kadar otuzaltı sanatçının elinden geçer ki bunların ilki Mikâil'dir. Mikâil, yağmuru rahmet hazinelerinden ölçülü olarak göndermekle görevlidir. Sonra bulutları sevk ve idare eden meleklerle güneş, ay, felekler, hava melekleri ve yeryüzündeki hayvanlar gelir, En sonuncusu ise fırıncıdır.
Eğer Allah'ın bunca nimetim teker teker saymaya kalkarsanız sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür.
(İbrahim/34)
Seleften biri şöyle anlatıyor: Kasım Cûî'ye40 'Zühd nedir?' diye sordum. O da bana Peki sen zühd hakkında neler duydun?' diye sordu. Kendisine zühd hakkında duymuş olduğum şeyleri söylediğimde sustu. 'Sen ne dersin?' diye ısrar etmem üzerine de şunları söyledi: 'Bilmiş ol ki mide, kulun dünyasıdır. Bu bakımdan kul midesinin ne kadarına sahip ise, zühdün de o kadarını elinde bulunduruyor demektir. Diğer taraftan midesi onun ne kadarını tasarrufu altına almışsa, dünya da o nisbette kendisine hâkim sayılır'.
Bişr el-Hafî hastalanmıştı; meşhur doktor Abdurrahman'a gidip uygun yiyecekleri sordu. Bunun üzerine Abdurrahman kendisine şöyle dedi:
-Sen benden ilâç istiyorsun. Fakat söylersem kabul etmez-sin.
-Söyle bakalım neymiş?
-Sekencebin (sirke ve baldan yapılan bir macundur) ilâcını içecek; ayva emeceksin. Ondan sonra da izfidbac yiyeceksin.
-Acaba sekencebinden daha hafif ve onun yerini tutacak bir macun biliyor musun?
-Hayır!
-O halde ben söyleyeyim.
-Nedir?
-Sirke ile hindiba... Ey doktor! Ayvanın yerini tutacak ve ondan daha hafif birşey biliyor musun?
-Hayır!
-Ben biliyorum!
-Nedir?
-Harnub-i Şami (Keçiboynuzu)... Peki izfidbacdan daha hafif ve onun yerini tutacak birşey biliyor musun?
-Hayır!
-Ben biliyorum!
-Nedir?
-İnek yağı ile kavrulmuş nohut unu...
-Sen tıb ilmini benden daha iyi biliyorsun. O halde benden ne soruyorsun?
Bütün bu anlattıklarımızdan anlaşılmıştır ki bahsi geçen kimseler, nefsin şehvetlerinden tıkabasa yeyip midelerini doldurmaktan kaçınmışlardır. Bunu da zikrettiğimiz faydaları temin için yapmışlardır. Ancak bu durum daimi değil bazı vakitlerde olmuştur; çünkü bu kişiler her vakit helâli elde edemezlerdi. Bundan dolayı da zaruri miktarla yetinmişlerdir. Şehvetler ise, zaruri miktara dahil değildir.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: Tuz şehvettir; çünkü yavan ekmekten fazladır. Ekmeğin dışındaki şeyler şehvete dahildir'. (Bu bakımdan böyle şeyler ancak helâlden olursa alınır). Bu hâl takvânın en son haddidir. O halde buna gücü yetmeyen kimse nefsinden gafil olmamalı ve ulu orta şehvetlere dalmamalıdır. Kişinin her bulduğunu yemesi ve nefsinin her isteğini yerine ge-tirmesi, israf olarak yeter de artar bile. Bu bakımdan kişinin devamlı olarak et yememesi en uygunudur. Nitekim Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kırk gün et yemeyenin ahlâkı ve çehresi kötüleşir (bozulur); kırk gün üst üste et yemeye devam edenin de kalbi katılaşır!'
'Et, devamlı yiyenlerde tıpkı şarap gibi alışkanlık yapar' denilmiştir. Aç olduğu halde helâliyle cinsî münâsebette bulunmak isteyen kimsenin, her iki (yeme ve cinsî münâsebette bulunma) isteğini de yerine getirmek suretiyle nefsini takviye etmesi doğru değildir; çünkü nefis, çoğu zaman daha fazla cinsî ilişkide bulunmak için yemeyi arzulamaktadır! Tok olarak uyumamak müstehabdır. Böyle yapıldığı takdirde iki gaflet bir araya getirilmiş olur. Dolayısıyla insan gevşekliğe alışır ve kalbi de bundan dolayı katılaşır. O halde karnı tok olan kimse ya namaz kılmalı veya oturup Allah'ı anmalıdır; çünkü bu, nimetin şükrünü eda etmeye en yakın olan durumdur. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Yediklerinizi zikir yapmak ve namaz kılmakla eritiniz. Tok karnına da uyumayınız ki kalbiniz katılaşmasın!41
Yemeği hazmetmek için en azından dört rek'at namaz kılmalı veya yüz tesbih çekmeli ya da yemeğin akabinde Kur'an'dan bir cüz okumalıdır.
Süfyân es-Sevrî doyasıya yediği gün namaz üzerine namaz kılar ve vaktini zikirle geçirirdi. Kendisi şöyle derdi: 'Siyah köleyi doyur ve sonra da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür!' Başka bir zaman da şöyle demiştir: 'Merkebi doyur; arkasından da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür'.
Canı, yemekle birlikte güzel bir meyve isteyen kimse, ekmeği bırakıp onun yerine canının çektiği meyveyi yemelidir ki o şey kendisine azık olsun, çerez olmasın! Böylece de nefsi için âdet ile şehveti biraraya getirmemiş olur.
Sehl et-Tüsterî, elinde ekmekle hurma bulunan İbn Sâlim'e42 şöyle demiştir: 'Önce hurmayı ye! Eğer bu, ihtiyacına kâfi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde ondan sonra ihtiyacın kadar ekmek yersin'.
Farklı iki yemeğe sahip olan kimse önce lezzetli olandan başlamalıdır; çünkü lezzetli bir yemekten sonra gelen kaba bir yemek, artık iştahı çekmez. Kaba yemeği önce yiyen kimse ise lezzetli yemeği açlıktan değil, lezzetinden dolayı yer.
Bazı zâtlar arkadaşlarına şöyle derlerdi: "(Nefsin zaruri gıdadan başka istediği şeyleri) yemeyiniz. Yeseniz bile aramayınız. Eğer ararsanız sevmeyiniz. Ekmeğin bazı çeşitlerini aramak şehvettir".
İbn Ömer şöyle diyor: 'Irak'da bize ekmekten daha sevimli gelen bir meyve yoktu'. Dikkat edilirse görülür ki İbn Ömer, ekmeği meyve yerine koymaktadır. Kısacası nefsi, mübah şehvetlerde ve her durumda o şehvetlerin peşinde gitmek hususunda ihmal etmeye yol (ruhsat) yoktur. Kul, şehvetinden ne kadarını elde ederse, kıyamet gününde ona 'Sen zevkleri dünya hayatında yaşamış ve hayatını onunla geçirmişsin' denilmesinden korkulur. Kişi âhiret zevklerinden ve nimetlerinden, nefsiyle mücâhede edip şehvetleri terkettiği nisbette yararlanır.
Basra ahalisinden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Nefsim benden pirinç unundan yapılmış ekmekle balık isteyip durmaktadır. Ben de onun bu isteğini yerine getirmedim. Onun isteği şiddetlendikçe benim de mücâhedem şiddetlendi. Bu durum tam yirmi senedir böyle devam ediyor'.
Bu zatın ölümünden sonra âriflerden biri onu rüyasında görür ve 'Allah Teâlâ sana nasıl davrandı?' diye sorar. O da şöyle cevap verir: Allah Teâlâ'nm bana ihsan etmiş olduğu nimet ve ikramları kelimelerle anlatamam. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki Allah Teâlâ bana ilk olarak pirinç ekmeği ile balık ikram ederek şöyle buyurdu: "İşte bugün hesapsız ve sorgusuz olarak nefsinin dünya-daki arzusunu yerine getir!"
Yeyin, için! Afiyet olsun! (Dünyadaki) geçmiş günlerde yaptığınız sâlih amellere karşılık olarak...
(Hâkka/24)
Zira onlar dünyada iken şehvetleri terketmişlerdi. Bu sırra binaendir ki Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Şehvetlerden birini terketmek, kalp için bir sene oruç tutup ibâdet etmekten daha yararlıdır'. Allah Teâlâ bizi kendisini razı edecek ameller işlemeye muvaffak eylesin!
31) Ahmed, Ebu Nuaym
32)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
33)Beyhakî, Şitab 'ul-İman
34) Bu hadîsi 'Hz. Peygamber'in fiili olarak' görmüş değilim. Ancak Hz. Peygamber'in sözüdür. (Buhârî, Ebu Said'den), [Irâkî
35) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
36) İbn Adiy, Kâmil
37)İbn Hibban
38)Deylemî
39) Bu zat Bağdadlıdır ve Hicrî 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir
40) Dimeşkli Osman'ın oğludur. Çoğu zaman aç kaldığından dolayı kendi-sine Cûî mahlası verilmiştir.
41)İbn Sinnî, Taberânî
42)Ebu Hasan Ali b. Sâlim. Basralı olup Ebu Tâlib el-Mekkî'nin şeyhidir
Birinci Vazife
Helâlden başkasını yememesidir; çünkü haram yemekle yapılan ibâdet, denizin dalgaları üzerine inşa edilen bina gibidir. Daha önce Helâl vc Haram Kitabı'nda takvânın gözetilmesi gereken derecelerini zikretmiştik. Bu bakımdan yemek hususunda geriye sadece üç vazife kalmaktadır. Bunlar da çokluk ve azlık bakımından yemeğin miktarını belirlemek, erken veya geç yeme hususunda vaktini, iştahın çektiği yiyeceklerden hangilerinin yenilip hangilerinin terkedilmesi hususunda cinsini tayin etmektir.
Az yeme hususundaki birinci vazifeyle ilgili riyazet yolu aşamalıdır. Bu bakımdan çok yemeyi âdet edinen kimse, bir anda az yemeye kalkışırsa bünyesi buna tahammül edemez. Zayıf düşüp sıhhati bozulur ve çeşitli sıkıntılara düçar olur. O halde buna yavaş yavaş ve azar azar alışmak gerekir. Şöyle ki, mutad olan yemeğinden azar azar eksiltmeli; mesela, günde iki ekmek yiyor da nefsini bir ekmek yemeye alıştırmak istiyorsa, hergün ekmeğin yedide birinin dörtte birini terketmelidir. Bu da yirmisekiz parçadan bir parçayı veya otuz parçadan birkaç parçayı terketmek demektir. Böylece iki ekmeğin bir ekmeğe dönüştürülmesi bir ayda gerçekleşmiş ve kendisi de bu şekilde zarar görmemiş olur. Bunu da ister tartarak yapar, isterse de müşâhede ve tahminle yapar. Böylece hergün, bir önceki günden bir lokma daha az yemek sûretiyle midesini istediği miktara alıştırmış olur.
Bu durumda, yani yemeğin azaltılmasında dört derece ve mertebe vardır:
Birinci Derece
Bu derecelerin en yükseği, nefsi artık daha aşağısıyla idare edemeyeceği en az miktara alıştırmaktır ki bu, sıddîkların âdetidir.
Bu, Sehl et-Tüsterî'nin seçmiş olduğu yoldur; zira o şöyle demiştir: 'Allah Teâlâ, mahlukatı üç şeyle kul edinmiştir ki bunlar hayat, akıl ve kuvvettir. Kul, hayatına veya aklına bir zarar geleceğinden korkarsa yer, oruçlu ise orucunu bozar, fakir ise, yiyecek elde etmek için çaba sarfeder ve kendisini zorlar. Şayet bu ikisinden değil de kuvvetinin gitmesinden korkuyorsa, buna aldırmaması ve bundan korkmaması daha uygundur; namazı ancak oturarak kılabilecek hâle gelse bile böyledir'.
Sehl et-Tüsterî, kişinin, namazını açlıktan kaynaklanan zayıflıktan dolayı oturarak kılmasının, çok yemek sûretiyle ayakta kılmasından daha üstün olduğunu savunmuştur. (Bu, Sehl'in kendi görüşüdür. Diğer müctehidlerin ictihadı ise farklıdır).
Sehl et-Tüsterî'ye seyru sülûkünün başlangıcı ve o zamanki gıdası sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'Benim bir senelik gıdam için üç dirhem kâfiydi. Bunun bir dirhemi ile pekmez, bir dirhemi ile pirinç ve üçüncü dirhemi ile de yağ satın alırdım. Sonra da bunları karıştırır; meydana gelen karışımdan üçyüzaltmış top yaparak her gece bir tanesiyle iftar ederdim'. Kendisine Teki şu anda nasıl yiyorsun?' denildiğinde ise 'Hudutsuz ve vakitsiz yiyorum' demiştir.
Rivayet olunduğuna göre ruhbanlardan bazıları nefislerini bir dirhemlik yiyeceğe alıştırmışlardır.
İkinci Derece
Riyazet vasıtasıyla nefsi bir gün ve gecede yarım müdd (avuç) yiyeceğe alıştırmaktır. Yarım müdd, menin dörtte biri kadar miktardan yapılan bir küsur ekmek demektir. Bu miktar, birçok kimseler için midenin üçte birini dolduracak miktardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) bunu zikretmiştir. Bu birkaç lokmadan biraz fazladır; çünkü hadîste geçen Lükaymat terimi, cemî'de (çoğulda) azlık için ve on'dan aşağı olan sayılar için kullanılır. Hz. Ömer birşey yediği zaman yedi veya dokuz lokma yerdi.
Üçüncü Derece
Nefsi bir avuç miktarı yiyeceğe alıştırmaktır. Bu da ikibuçuk ekmek yapar. Bu birçok kimsenin karnının üçte birinden fazlasını doldurur. Hatta neredeyse üçte ikisini doldurmaya yaklaşır. Geri kalan üçte biri de su içindir; zikir için ise hiçbir şey kalmaz. Hadîsin bazı lafızlarında 'Karnın üçte biri teneffüs içindir' yerine 'zikir içindir' diye geçmektedir.
Dördüncü Derece
Bir avuçtan bir men'e kadar arttırılmasıdır. Men'den fazlası israf sayılır ve birçok kimse için Allah Teâlâ'nın İsraf etmeyiniz' (A'raf/31) emrine muhâlif olur. Çünkü ihtiyaç duyulan yemek miktarı yaşa, şahsa ve yapılan işe göre değişir.
Burada beşinci bir yol daha vardır ki bunda herhangi bir takdir ve tahdid yoktur. Fakat burası yanıltıcıdır. Müslüman gerçekten acıktığı zaman yemeli ve henüz iştahı olduğu halde yemekten elini çekmelidir. Nefsi için bir veya iki ekmeği tayin ve tahdid edemeyen bir kimse doğru acıkmanın hududunu da bilemez. Böylelerinin doğru acıkması, yalan şehvetle karışır. Doğru acıkmanın birçok alâmetleri vardır. Bunlardan biri de nefsin katık istememesi ve hangi çeşit olursa olsun, önüne getirilen ekmeği iştahla yemesidir. Nefsin, muayyen bir ekmek ve yanısıra katık istediği acıkma, doğru acıkma değildir. Doğru acıkmanın alâmetlerinden biri de tükürüldüğü zaman karasineklerin tükrüğe konmamasıdır; yani tükrükte yağımsı maddelerin kalmamasıdır ki bu da midenin boş olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan mürid için yemek hususunda en doğru yol, nefsiyle yapmakta olduğu ibâdetlerde kendisini zayıf düşürmeyecek miktarı tayin ve takdir etmesidir. Bu miktara ulaştığında ise, iştahı olsa bile durmalıdır. Kısacası yemeğin takdir ve tahdidi mümkün değildir. Bu, durumlara ve şahıslara göre değişir. Ashâb-ı kirâmın bir kısmının bir haftalık gıdası, bazen bir sa' (dört avuç) buğday; yahut birbuçuk sa' hurma olurdu. Buğdayın birsa'ı dört avuçtur. Bu duruma göre, her güne yaklaşık olarak yarım avuç düşmektedir ki bu da söylediğimiz gibi midenin üçte birini dolduracak miktardır. Çekirdekleri düşürüldüğü için hurmadan birbuçuk sa' hesaplanmıştır.
Ebu Zer Gıfârî (r.a) şöyle derdi: 'Hz. Peygamber zamanında bir haftalık yemeğim, bir sa' arpadan ibaretti. Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygamber'e kavuşuncaya kadar da bunu artırmayacağım; çünkü ben onun şöyle dediğini duydum:
Kıyâmet gününde meclis (derece) bakımından bana en yakın olanınız ve nezdimde en sevimliniz, bugün (asr-ı saâdette) üzerinde bulunduğu hâl üzere ölüp Allah'a kavuşanınızdır.31
Ebu Zer Gıfârî, ashâb-ı kirâmdan bazılarını kınayarak şöyle buyurmuştur: 'Siz Hz. Peygamber zamanındaki hâlinizi değiştirdiniz. Bakıyorum da sizin için arpa unu eleniyor. Oysa Hz. Peygamber zamanında unun elenmesi diye birşey yoktu. Siz ince ekmekler pişiriyor, sofranızda iki katık bulunduruyorsunuz. Sizin için çeşit çeşit yemekler hazırlanıyor. Bazılarınız sabahleyin bir elbise, akşam başka bir elbise giyiyor. Oysa siz Hz. Peygamber zamanında böyle değildiniz'.
Ashâb-ı Suffe'den iki kişinin bir günlük gıdası, bir avuç hurma idi. Buradaki avuç, bir tam ve üçte bir Bağdad batmanı demektir. (Bu batman, yirmisekiz küsur dirhemdir). Bu hurmalardan çekirdekler de düşürülürdü.
Hasan Basrî şöyle derdi: 'Müslüman, koyun ve keçi gibidir; bir avuç basit hurma, bir parça kavut ve bir yudum su ona kâfi gelir. Münâfık ise yırtıcı hayvan gibidir. Çok yer ve midesini tıkabasa doldurur. Karnını komşusu için aç bırakmaz ve zarurî ihtiyacından fazla olan malları hususunda müslüman kardeşini nefsine tercih etmez. Ey iman edenler! Zarurî ihtiyacınızdan fazla olanı, azık olarak önden gönderiniz'.
Sehl et-Tüsterî de şöyle buyurmuştur: 'Dünya tamamen kan olsa, müslümanın yedikleri yine de helâl olurdu; çünkü müslüman zaruret anında ancak hayatını devam ettirebilecek kadar yer'.
İkinci Vazife
Yemeğin vakti ve tehir süresi hakkındadır. Bunda da dört derece vardır:
Birinci Derece
Bu derecelerin en büyüğü üç gün veya daha fazla aç kalmamasıdır. Bazı müridler riyazeti, takdir ve tahdid etmeksizin aç kalma şekline dönüştürmüştür. Hatta içlerinde otuz-kırk gün aç duranları olmuştur. Âlimlerden de büyük bir cemaat bu dereceye ulaşmıştır. Muhammed b. Amr el-Karânî, Abdurrahman b. İbrahim Rühaym, İbrahim et-Teymî, Haccac b. Ferasife, Hâfız Âbid Misisî, Müslim b. Said, Züheyr, Süleyman Havvas, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, İbrahim b. Ahmed el-Havvas bunlardandır. Ebubekir Sıddîk (r.a) altı gün aç dururdu. Abdullah b. Zübeyr ile İbn Abbas'ın arkadaşı Ebu'l-Cevza da yedi gün birşey yemezdi. Rivayet edildiğine göre, Süfyan es-Sevrî ile İbrahim b. Edhem'in karnına üç gün üstüste hiçbir şey girmezdi. Bu zatlar âhiret yolunda yürüme hususunda açlıktan yardım umarlardı.
Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Kırk gün Allah rızası için açlık çeken kimse için melekût âleminin kapıları açılır; yani ilâhî sırların bir kısmı ona âyân olur'. Sûfînin biri, bir rahib'e müslüman olarak, içinde bocalayıp durduğu gururu terketmesini teklif etti ve bu hususta onunla uzun uzadıya konuştu. Sonunda rahib kendisine 'Mesih (a.s) kırk gün aç kalırdı. Bu ise ancak bir peygamberin veya bir sıddîkîn mucizesi olabilir' dedi. Bunun üzerine sûfi râhib'e şöyle dedi:
- Eğer ben elli gün aç kalırsam, şu anda üzerinde bulunduğun dini terkedip İslâm'a girer misin? İslâm dininin hak ve üzerinde bulunduğun dînin de bâtıl olduğuna inanır mısın?
-Evet
Bu söz üzerine sûfî oturdu; elli günü bu şekilde dolduruncaya kadar ancak râhibin görebileceği yerlere gidip geldi. Elli günden sonra 'Bundan daha fazlasını da yapabilirim' dedi ve böylece altmışa tamamlayıncaya kadar açlığa devam etti. Bunun üzerine râhib çok şaşırdı ve 'Hiç kimsenin bu hususta Hz, İsa'yı geçeceğini sanmazdım' diyerek müslüman oldu. Bu büyük bir derecedir. Buna ancak keşfe mazhar olan sabırlı kimseler erişebilir. Böyle kimseler, tabiat ve âdetinden kestiği şeylerin müşahedesiyle meşgul olup nefsine açlığını ve ihtiyacını unutturmuştur.
İkinci Derece
İkinci derece, mideyi iki ya da üç gün aç bırakmaktır. Bu ise görülmemiş birşey değildir. Ciddiyet ve mücahede ile bu dereceye varmak mümkündür.
Üçüncü Derece
Bu üçüncü derece, derecelerin en aşağısı olup yirmidört saatte bir defa yemekle yetinmektir. Bu derece, açlık çekme hususundaki en küçük derecedir. Bunu geçen miktarsa israf ve oburluktur. Öyle ki böyle yapan kimseler artık açlık diye birşey bilmez. Bu ise zevk ve safâya dalan kimselerin fiilidir, kimselerin fiilidir. Böyle bir kimse Sünnet'ten uzaktır; çünkü Ebu Said Hudrî'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber, kahvaltı ettiği gün akşam yemeği yemez; akşam yemeği yediği zaman da kahvaltı etmezdi.32 Selef-i Sâlihîn de hergün bir defa yerlerdi. Hz. Peygamber bir keresinde Aişe vâlidemize şöyle buyurmuştur:
İsraftan kaçın! Günde iki öğün yemek israf; iki günde bir defa yemek ise cimriliktir. Günde bir öğün yemek, bu ikisi arasındaki normal durumdur. Allah'ın Kitabı'nda övülen durum da budur.33
Günde bir öğün yemekle yetinen kimsenin, fecrin doğuşundan önce (sahur vaktinde) yemesi müstehabdır. Bu şekilde yemek, teheccüd namazından sonra ve sahab namazından önce yenilmiş olur. Böylece gündüzleyin çekilen açlık, oruç için; geceleyin çekilen açlık ise, ibâdet ve kalp huzuru ve midenin boş olmasından dolayı fikrin incelmesi, gayretin artması, nefsin bildiği şeylere ısınması için çekilmiş olur. Hem nefis de artık vakti gelmezden önce insan ile çekişmez.
Âsım b. Küleyb'in babasından rivâyet ettiğine göre Ebu Hüreyre şöyle demiştir:
Hz. Peygamber'in gece ibâdeti sizinki gibi değildi. O geceleyin kalktığı zaman iki ayağı şişinceye kadar ibâdet ederdi. Yine o sizin gibi geceli gündüzlü iftar ederek oruç tutmazdı. Ancak (bazı zamanlar) iftarını sahur vaktine kadar ertelerdi.34
Aişe vâlidemiz de Hz. Peygamber (bazen) orucunu sahur vaktine kadar devam ettirirdi' demiştir. Bu bakımdan eğer akşam namazından sonra canı yemek isteyecek ve bu durum da teheccüd için gereken kalp huzurunu bozacaksa en iyisi oruçlunun, yemeğini ikiye ayırmasıdır. Mesela günde iki ekmek yiyorsa, birini iftar, diğerini de sahur vaktinde yemelidir ki nefsi sükûnet bulsun ve teheccüd ibâdetinde bedeni hafifleşsin; gündüz de sahurda yediğinden dolayı çok fazla acıkmasın. Böylece birinci ekmekle gece ibâdetine, ikinci ekmekle de gündüz tuttuğu orucuna yardım etmiş olur. Bir gün oruç tutup bir gün iftar eden kimsenin, oruç tutmadığı gün öğle vaktinde, oruç tuttuğu gün de sahur vaktinde yemesinde herhangi bir beis yoktur. Buraya kadar belirtilen yollar; yemeğin vakitleri ve bu vakitler arasındaki uzaklık ya da yakınlık hakkındaki yollardır.
Üçüncü Vazife
Üçüncü vazife, yemeğin Çeşidi, katığın terkedilmesi ve yemeklerin en âlâsının buğday özü olduğu hakkındadır. Buğday özünün elenmesi ise israfın son haddidir. Ortancası elenmiş arpa ekmeği; normali ise elenmemiş arpa ekmeğidir. Katıkların en âlâsı da et ve tatlı maddelerdir. En düşüğü de tuz ile sirkedir. Ortancası ise etsiz, yağlı maddelerdir. Âhiret yolcularının âdeti, daimî olarak katık yemekten ve şehvetlerden kaçınmaktır; çünkü insanoğlunun iştahının çektiği herşey, mutlaka onu baştan çıkarmaya yöneliktir. Bunlar insanın kalbini katılaştırır ve onun dünya lezzetlerine alışıp dalmasına yol açar. Böylece kişi artık ölümden ve Allah'ın huzuruna gitmekten hoşlanmaz. Böyle bir kimse için, dünya bir cennet, ölüm ise hapishane olur. Nefsini şehvetlerinden ve zevklerinden mahrum bırakan ve ona lezzet yollarını daraltan kimse içinse dünya bir hapishane ve daracık bir zindan kesilir. Böylelerinin nefsi dünyadan bir an önce kurtulmak ister; zira ölüm onun için hürriyetine kavuşmak demektir.
Yahya b. Muaz er-Râzî'nin şu sözleri de buna işaret etmektedir: 'Ey sıddîklar! Firdevs-i âlânın velimesine (ziyafetine) konmak istiyorsanız dünyada nefislerinizi aç bırakınız; çünkü yemeğe karşı duyulan iştah, nefsin aç bırakılmasıyla orantılıdır'.
Tıkabasa yemenin ve tokluğun, saydığımız bütün âfetleri, şehvetlerin, tadılan zevk ve lezzetlerin hepsi için geçerlidir. Bu bakımdan onları yeniden sayarak sözü uzatmak istemiyoruz. Mübah olan şehvetlerin terkinde çok büyük sevap olduğu gibi onları yapmakta da çok büyük tehlikeler sözkonusudur. Hatta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en kötüleri, buğday özü yiyenleridir.35
Bu hadîs, buğday özü yemeyi haram kılmış değildir. Bilakis buğdayın özünden bir veya iki defa yiyen kimse âsi olmadığı gibi, devamlı olarak yiyen kimse de âsi olmaz. Fakat nefsini nimetle besleyerek dünyaya ve lezzetlere alıştırmış olur! Bunun sonucunda nefis, lezzetleri elde etmek için çaba harcar ve bu çaba da onu gü-naha sokar. Dolayısıyla onlar ümmetin en kötüleridirler; çünkü buğdayın özü, onları birtakım şeylere zorlar ki bunlar günahlardır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ümmetimin en kötüleri, çeşit çeşit yiyecekler yemek suretiyle vücutlarını semizletenleridir. Bunların çeşit çeşit yiyecekler yemekten ve çok çeşitli elbiseler giymekten başka gayeleri yoktur. Konuştuklarında da avurtlarını yırtarcasına bağırıp çağırırlar.36
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya şöyle vahyetmistir: 'Kabre gireceğini düşün! Bu seni şehvetlerin birçoğundan alıkoyacaktır'.
Selef-i sâlihîn yemeklerin lezzetini tadmaktan ve nefsi bunlara alıştırmaktan sakınma hususunda çok titiz davranırlardı. Selef boyle yapmayı şekâvet alâmeti, Allah Teâlâ'nın kulunu böyle yap-maktan alıkoymasını da saadetin zirvesi olarak görmekteydi.
Vehb b. Münebbih şöyle anlatır: "Dördüncü gökte karşılaşan iki melekten biri diğerine 'Nereden geliyorsun?'' diye sorar, ikinci melek 'Filan yahudinin (Allah'ın laneti onun üzerine olsun) canı balık yemek istemişti. Ben de denizden balığı sürmekle emrolundum. Şimdi oradan geliyorum' cevabını verir. Bunun üzerine soru soran melek 'Ben de filan âbidin canının çektiği zeytinyağını dökmekle emrolundum' der".
Bu kıssa, şehvetlerin sebeplerinin kolaylaştırılmasının hayır alâmetlerinden olmadığına dikkat çekmektedir. İşte bunun içindir ki Hz. Ömer, soğuk bal şerbetini içmekten kaçınarak 'Bunun hesabını benden uzaklaştırınız!' buyurmuştur. Bu bakımdan Allah için, şehvet ve zevklerin terki hususunda nefse muhalefet etmekten daha büyük bir ibâdet yapılmış değildir. Bunu Nefsin Riyazeti kitabında da zikretmiştik.
Nâfî şöyle anlatıyor: İbn Ömer (r.a) hastalanmıştı. Canı taze balık yemek istedi. Bunun üzerine çıkıp Medine-i Münevver'nin çarşılarında balık aradım; ama bulamadım. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir yerde balığa rastladım ve bir buçuk dirhemlik balık aldım. Balığı ateşte kızartıp bir ekmekle birlikte İbn Ömer'e götürdüm. O esnada kapıya bir dilenci geldi. Bunun üzerine İbn Ömer, hizmetçisine "Balığı ekmeğe sar ve şu dilenciye ver!' dedi. Hizmetçi 'Allah senden razı olsun! Bunca günden beri canın balık istiyor. Onu zor bulduk. Bulduğumuz zaman da bir buçuk dirheme satın aldık. Dilenciye balığı değil de parasını verelim' karşılığını verdi. İbn Ömer'se 'Onu ekmeğe sar ve dilenciye ver!' diye emretti. İbn Ömer'in bu emrinden sonra hizmetçi, dilenciye dönerek 'Sana bir dirhem vereyim de bunu götürme, razı mısın?' dedi. Dilenci de razı oldu. Bunun üzerine hizmetçi, dilenciye bir dirhem verdi. Kızartılmış balığı alarak geri getirdi ve İbn Ömer'in önüne bırakarak 'Dilenciye bir dirhem vererek bunları kendisinden geri aldım!' dedi. Bu söz üzerine İbn Ömer hizmetçiye şunları söyledi: 'Balığı ekmeğe sar ve yine o dilenciye ver! Vermiş olduğun dirhemi de alma; çünkü ben Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu işittim:
Canının çektiği herhangi bir şey hususunda başkasını nefsine tercih eden kimseyi Allah Teâlâ affeyler.37
Açlık köpeğini (şehveti) bir ekmek ve bir testi berrak su ile yola getirdiğin zaman, dünya içindekilerle birlikte helâk olsa dahi perva etmezsin!38
Hz. Peygamber bu hadîsiyle yemekten maksadın açlığın ve susuzluğun elemini gidermek ve zararlarını defetmek olup, dünya lezzetlerini tatmak olmadığına işaret etmektedir.
Yezid b. Ebî Süfyan'ın (Muaviye'den önce Şam valisiydi) çeşit çeşit yemekler yediğini haber alan Hz. Ömer, kölesine 'Yezid akşam sofrasını hazırlattığında gel bana haber ver!' dedi. Köle haber verdiğinde. Hz. Ömer Yezid'in yanına girdi. Sofraya önce tirid getirildi. Hz. Ömer, Yezid'le birlikte bundan yedi. Sonra kızartılmış et getirildi. Yezid elini ete uzattığında Hz. Ömer onun bileğinden tutarak 'Ey Ebu Süfyan'ın oğlu Yezidî Allah'tan kork Allah'tan! Yemekten sonra yemek olur mu? Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer selefin sünnetinden aynlırsanız, bu ayrılık sizi O'nun yolundan da saptırır' buyurdu.
Yesar b, Umeyr şöyle diyor: 'Hz. Ömer için ne zaman un elemişsem bunu mutlaka ondan habersiz yapmışımdır',
Utbet'ül-Gulâm, ununu bizzat kendisi hamur yapar ve sonra da bunu güneşte kuruturdu. Bundan yediğindeyse 'Âhiretin o güzel kebapları ve yemekleri hazırlanana kadar bir parça (kuru) ekmekle az bir tuz kâfidir' derdi. Yine o su testisini, bütün gün güneş altında kalmış bir küpe daldırarak doldururdu. Cariyesi kendisine 'Ey Utbe! Ununu bana versen de sana ekmek yapsam, suyunu soğutsam olmaz mı?' dediğindeyse 'Ey cariye! Ben açlık köpeğini (şehveti) kendimden uzaklaştırdım' karşılığını verirdi.
Şakîk b. İbrahim şöyle anlatıyor: Bir gün Mekke'nin Leyl çarşısında, Hz. Peygamber'in doğduğu evin civarında İbrahim b. Edhem'e rastladım. Kendisi yolun kenarına oturmuş ağlıyordu. Gidip yanma oturdum ve 'Ey Ebu İshak! Niçin ağlıyorsun?' diye sordum. 'Hayırdır!' karşılığını verdi. Ben ısrar edince de 'Ey Şakîk! Ayıbımı örteceğine dair bana söz verir misin?)' dedi. Ben de 'Ey kardeşim! İstediğini söyle! (İfşâ etmem)' dedim. Bunun üzerine şunları söyledi: "Nefsim otuz seneden beri yayla çorbası istemekteydi. Ben de dün geceye kadar onu bu isteğinden alıkoydum. Dün akşamsa oturuyordum, bir ara uyku bastırdı. Bu sırada bir genç gördüm. Elinde yeşil bir tabak vardı; tabaktan buğular yükseliyor ve yayla çorbası kokusu geliyordu. Bunun üzerine bütün gayretimle ondan uzaklaştım. Gençse bana yaklaşarak 'Ey İbrahim! Ye!' dedi. 'Hayır yemem; çünkü ben onu Allah için terkettim'. dedim. Genç 'Allah Teâlâ bunu sana yedirir. Ye!' diye üsteledi. Bu ısrar karşısında ağlamaya başladım. Fakat o tekrar ve ısrarla 'Allah sana rahmet eylesin, ye!' dedi. Bunun üzerine ona 'Biz midemize ancak nereden geldiğini bildiğimiz yiyecekleri almakla emrolunduk' dedim. O da bana şunları söyledi: "Allah sana afiyet versin, ye! Bu bana verildi ve 'Ey Hızır! Bunu götür! İbrahim b. Edhem'in nefsine .yedir; çünkü Allah Teâlâ ona uzun zamandır nefsini isteğinden alıkoyma hususunda göstermiş olduğu sabırdan dolayı merhamet etmiştir' denildi. Ey İbrahim! Ben meleklerin 'Kendisine birşey verildiğinde almayan kimse sonunda isteyecek, fakat bu kez de verilmeyecektir!' dediklerini duydum". Bu ısrar karşısında '(Ey Hızır)! Eğer durum böyle ise, ben senin huzurunda Allah ile yapacağım akid için bulunmaktayım' dedim. Sonra dönüp baktığımda Hızır'ın yanında başka bir gencin durmakta olduğunu gördüm. Bu yeni genç, Hızır'a birşey uzatarak 'Ey Hızır! Sen İbrahim'in ağzına lokmaları koy!' dedi. Bu söz üzerine, hapşırıp uyanıncaya kadar Hızır ağzıma lokmaları koymaya devam etti. Uyandığımda tadı hâlâ damağımda idi.
Şakîk şöyle anlatıyor: "Birgün İbrahim b. Edhem'e 'Bana avucunu göster!' dedim. Avucunu gösterdiğinde de onu tutup öptüm ve 'Ey şehvetleri aç olanları -dürüst bir şekilde şehvetlerinin gereğinden çekildikleri zaman- doyuran Allah! Ey kalplerde yakîn nurunu parlatan Allah! Ey kalplere, muhabbeti ile şifa bahşeden Allah! Acaba Şakîk'in de senin yanında bir kıymeti var mıdır?' dedim. Sonra da İbrahim'in avucunu göklere doğru kaldırarak şunları söyledim: 'Şu avucun ve sahibinin, nezdindeki kıymetinin hürmetine, -her ne kadar müstehak değilse de- senin faziletine, ihsanına ve rahmetine muhtaç olan şu kuluna (bana) ihsanda bulun!' Sonra İbrahim yerinden kalktı. Kâbe'ye kadar birlikte yürüdük".
Rivâyet edildiğine göre Malik b. Dinar, iştahı çektiği halde tam kırk sene süt içmemiştir. Birgün kendisine yaş hurma hediye edildi. Arkadaşlarına 'Siz yeyiniz; ben tam kırk seneden beri yaş hurma yemedim' dedi.
Ahmed b. Ebu'l-Havarî şöyle anlatıyor: "Ebu Süleyman Dârânî'nin canı tuzlu, sıcak ekmek yemek istemişti. Kendisine böyle bir ekmek götürdüğümde ondan bir lokma aldı. Sonra bunu atarak ağlamaya başladı ve 'Uzun sûre mücâhededen sonra hemen şehvetime yapıştım. Ey şekâvetim (bedbahtlığım) hazır ol; zira zamanın gelmiştir. Ey Allahım! Ben bu yaptığımdan tevbe ettim. Bundan dolayı beni affeyle!' dedi. Bu olaydan sonra onun ölünceye kadar tuz yediğini görmedim".
Mâlik b. Deygam şöyle anlatıyor: "Birgün Basra çarşısından geçiyordum. Sebzelere bakan nefsim bana 'Keşke, bu gece bu sebzelerden bana yedirsen' dedi. Bunun üzerine kırk gece sebze yemeyeceğime dair yemin ettim".
Mâlik b. Dinar Basra'da elli sene kaldı. Bu zaman zarfında Basra ahalisinin ne yaş ve ne de kuru bir tek hurmasını yemedi. Birgün çıkıp şöyle dedi: 'Ey Basralılar! İçinizde elli sene yaşadım. Bu arada ne yaş ve ne de kuru bir tek hurmanızı yemedim. Bu bakımdan benden eksilen sizi artırmadı; sizden artan da beni ek-siltmedi. Elli seneden beri dünyayı boşamışımdır. Nefsim kırk seneden beri süt istemektedir. Yemin ederim ki Allah'a kavuşuncaya kadar da ona süt içirmeyeceğim'.
Hammad b. Ebî Hanife şöyle anlatıyor: "Bir keresinde Davud Tâî'nin evine gitmiştim. Kapı kapalıydı ve içerden ses geliyordu. Dinlediğimde Davud'un şöyle dediğini duydum: 'Ey nefsim! Havuç istedin, sana yedirdim. Sonra hurma istedin. Yemin ederim ki artık sana ebediyyen hurma yedirmeyeceğim'. Bu sözlerden sonra selâm vererek içeri girdim. Kendisi tek başına oturuyordu".
Ebu Hâzım (Seleme b. Dinar) birgün çarşıdan geçerken bir meyve görüp canı çekti. Bunun üzerine oğluna 'Şu dalından koparılmış ve ambalajlanmış meyveden bize biraz al! İnşaallah dalından kopmayan ve hiç kimseye yasaklanmayan meyvelere de kavuşuruz' dedi. Oğlu meyveden alıp kendisine getirdiği zaman nefsine şöyle hitab etti: 'Ey nefis! Beni aldattın. Dolayısıyla o meyveye baktım ve ondan iştahım çekti. Onu satın alıncaya kadar da bana galebe çaldın. Allah'a yemin ederim ki onu tadamayacaksın!' Sonra o meyveyi fakir yetimlere gönderdi.
Musa el-Eşec şöyle demiştir: 'Yirmi seneden beri nefsim öğütülmüş tuz istemektedir'.
Ahmed b. Halife ise 'Nefsim yirmi seneden beri istekli olduğu halde benden kana kana su içmekten başka birşey istememiştir. Buna rağmen ona kana kana su içirmedim' demiştir.
Utbet'ul-Gulam'ın canı tam yedi sene et yemeyi arzuladı. Yedi seneden sonra kendi kendisine 'Yedi seneden beri her sene nefsimi bir sonraki seneye havale etmeye utanır oldum' diyerek bir parça et satın aldı. Bunu kızartıp bir ekmeğin içerisine koydu. Tam o sırada bir çocuğa rastladı. Ona 'Sen ölen falan adamın oğlu değil misin?' diye sordu. Çocuğun 'Evet! Ben onun oğluyum' demesi üzerine de eti ona verdi. Bu olayı anlatan Utbet'ul-Gulâm sonunda hüngür hüngür ağlamaya başlayarak şu ayet-i celîleyi okumuştur:
'Yoksula, yetime, esire sevdikleri yemekleri yedirirler'. (İnsan/8) Bu olaydan sonra, Utbet'ul-Gulâm bir daha et yememiştir.
Utbet'ul-Gulâm'ın canı, uzun seneler hurma yemek istedi. Birgün bir kıratlık hurma satın aldı ve bunu iftar için akşama kadar bekletmeye karar verdi. Bu arada şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Öyle ki dünya kapkaranlık kesildi. Halk dehşete kapıldı. Bunun üzerine Utbet'ul-Gulâm kendi nefsine şöyle dedi. 'Bu, dünyayı kasıp kavuran rüzgar, sana karşı gösterdiğim cüretten ve aldığım o bir kıratlık hurmadan ileri geliyor! Kanaatime göre bütün insanlar senin günahından dolayı cezalandırılmaktadır. O halde andolsun ki bu hurmadan tadmayacaksın'.
Dâvud et-Tâî, yarım fülüslük sebze ile bir fülüslük sirke satın aldığı bir günün gecesinde kendi kendisine 'Ey Dâvud! Yazıklar olsun sana! Kıyamet gününde senin hesabın çok uzun olacaktır' deyip durdu. O günden sonra da sadece katıksız ekmek yedi.
Utbet'ul-Gulâm birgün Abdülvahid b. Zeyd'e 'Filan adam kendisini o şekilde vasıflandırıyor ki ben bu vasıfları kendi nefsimde göremiyorum' dedi. Abdülvahid de ona 'Çünkü sen ekmeğinle birlikte hurma da yiyorsun. O ise yavan ekmekle yetiniyor' karşılığını verdi. Utbet'ul-Gulâm 'Eğer ekmekle birlikte yediğim hurmayı terkedersem o mertebeye erişebilir miyim?' dediğinde de Abdülvahid 'Evet! Hatta daha ilerisini de elde edebilirsin' cevabını verdi. Bu söz üzerine Utbet'ul-Gulâm hüngür hüngür ağlamaya başladı. Arkadaşlarından birinin ona 'Allah seni ağlatmasın! Hurmayı terkedeceğin için mi ağlıyorsun?' demesi üzerine de Abdülvahid şöyle dedi: 'Utbe'yi kendi haline bırakın; çünkü nefsi onun birşeyi terketme hususundaki azminin kuvvetini daha önceden bilmektedir. O herhangi birşeyi bir defa terketti mi artık bir daha ona dönmez'.
Câfer b. Nasr39 şöyle anlatıyor: Cüneyd Bağdâdî, bana kendisi için vezir inciri satın almamı emretti. İstediği inciri satın aldım. İftar vaktinde bunlardan birini ağzına aldı. Sonra da çıkarıp atarak ağlamaya başladı ve bana 'Al bunları götür!' dedi. Kendisine 'Niçin yemiyorsun?' diye sorunca da şöyle dedi: "Gaibden bir ses bana 'Utanmıyor musun? Hani incir yemeyi benim hatırım için bırakmıştın. Şimdi ise sözünden cayıp yemeye yelleniyorsun!' diye seslendi".
Sâlih el-Murrî şöyle anlatıyor: Birgün Atâ es-Sülemi'ye 'Eğer geri çevirmezsen sana bir ikramda bulunacağım' dedim. O da kabul etti. Bunun üzerine oğlumla kendisine kavut, yağ ve baldan yapılmış bir şerbet gönderdim; oğluma da 'Bu şerbeti içinceye kadar onun yanından ayrılma!' diye tembihledim. Ertesi gün de yine aynı şerbetten gönderdim. Fakat bu sefer geri çevirdi, içmedi. Ben de kendisini kınayarak 'Sübhânallah! Sen nasıl olur da benim ikramımı geri çevirirsin?' dedim. Gerçekten kırıldığımı anlayınca bana şöyle dedi: 'Sakın bu yaptığım seni üzmesin! İnan ki böyle bir şerbeti hayatımda ilk defa içiyorum. Nefsimi ikinci defa içmesi için zorladıysam da olmadı. Her içmek istediğimde aklıma şu ayet-i celîle geldiğinden yapamadım:
Onu yutmaya çalışır; fakat boğazından geçiremez. Her taraftan kendisine ölüm geldiği halde yine ölemez. Bunun arkasından da şiddetli ve ağır bir azab (cehennemde ebedî kalış) vardır.
(İbrahim/17)
Bunun üzerine ağlayarak kalbimden şöyle dedim: 'Sen bir vadide, bizse ayrı bir vadide bulunuyoruz'.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: 'Otuz seneden beri nefsim benden pekmeze batırılmış havuç istemektedir. Hâlâ da onun bu isteğini yerine getirmiş değilim'.
Ebubekir Celâ (veya Cilâ) şöyle demiştir: "Ben bir kişi tanıyorum ki nefsi kendisine 'Ben on gün senin emrini dinleyip açlık çekeyim; sen de bu on günden sonra bana canımın çektiği birşeyi yedir' demekte; o ise nefsine 'Ben senden on gün aç kalmanı değil, açlık çektiğinde isteyeceğin şeyi terketmeni istiyorum!' karşılığını vermektedir".
Bir âbid, bazı arkadaşlarını davet ederek onlara ekmek ikram etti. Arkadaşlarından biri seçmek için ekmekleri evirip çevirmeye başladı. Bunu gören âbid, bu arkadaşına 'Yavaş ol! Ne yapıyorsun?' diye çıkıştı ve devamla şunları söyledi: 'Beğenmediğin ekmekte ne kadar hikmet bulunduğunu ve onun bu hale gelmesi için kaç kişinin çalıştığını biliyor musun? Suyu (yağmuru) getiren bulut, buğdayı bitiren toprak, sulayan su, rüzgar, toprak, çalıştırılan hayvanlar ve (çalışan) insanlar; bunların hepsi ekmeği bu hâle getirmek için çalışmışlardır. Bütün bunlardan sonra sen hâlâ onu evirip çeviriyor, beğenmiyorsun'.
Bir haberde geçtiğine göre ekmek, sofraya gelinceye kadar otuzaltı sanatçının elinden geçer ki bunların ilki Mikâil'dir. Mikâil, yağmuru rahmet hazinelerinden ölçülü olarak göndermekle görevlidir. Sonra bulutları sevk ve idare eden meleklerle güneş, ay, felekler, hava melekleri ve yeryüzündeki hayvanlar gelir, En sonuncusu ise fırıncıdır.
Eğer Allah'ın bunca nimetim teker teker saymaya kalkarsanız sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür.
(İbrahim/34)
Seleften biri şöyle anlatıyor: Kasım Cûî'ye40 'Zühd nedir?' diye sordum. O da bana Peki sen zühd hakkında neler duydun?' diye sordu. Kendisine zühd hakkında duymuş olduğum şeyleri söylediğimde sustu. 'Sen ne dersin?' diye ısrar etmem üzerine de şunları söyledi: 'Bilmiş ol ki mide, kulun dünyasıdır. Bu bakımdan kul midesinin ne kadarına sahip ise, zühdün de o kadarını elinde bulunduruyor demektir. Diğer taraftan midesi onun ne kadarını tasarrufu altına almışsa, dünya da o nisbette kendisine hâkim sayılır'.
Bişr el-Hafî hastalanmıştı; meşhur doktor Abdurrahman'a gidip uygun yiyecekleri sordu. Bunun üzerine Abdurrahman kendisine şöyle dedi:
-Sen benden ilâç istiyorsun. Fakat söylersem kabul etmez-sin.
-Söyle bakalım neymiş?
-Sekencebin (sirke ve baldan yapılan bir macundur) ilâcını içecek; ayva emeceksin. Ondan sonra da izfidbac yiyeceksin.
-Acaba sekencebinden daha hafif ve onun yerini tutacak bir macun biliyor musun?
-Hayır!
-O halde ben söyleyeyim.
-Nedir?
-Sirke ile hindiba... Ey doktor! Ayvanın yerini tutacak ve ondan daha hafif birşey biliyor musun?
-Hayır!
-Ben biliyorum!
-Nedir?
-Harnub-i Şami (Keçiboynuzu)... Peki izfidbacdan daha hafif ve onun yerini tutacak birşey biliyor musun?
-Hayır!
-Ben biliyorum!
-Nedir?
-İnek yağı ile kavrulmuş nohut unu...
-Sen tıb ilmini benden daha iyi biliyorsun. O halde benden ne soruyorsun?
Bütün bu anlattıklarımızdan anlaşılmıştır ki bahsi geçen kimseler, nefsin şehvetlerinden tıkabasa yeyip midelerini doldurmaktan kaçınmışlardır. Bunu da zikrettiğimiz faydaları temin için yapmışlardır. Ancak bu durum daimi değil bazı vakitlerde olmuştur; çünkü bu kişiler her vakit helâli elde edemezlerdi. Bundan dolayı da zaruri miktarla yetinmişlerdir. Şehvetler ise, zaruri miktara dahil değildir.
Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: Tuz şehvettir; çünkü yavan ekmekten fazladır. Ekmeğin dışındaki şeyler şehvete dahildir'. (Bu bakımdan böyle şeyler ancak helâlden olursa alınır). Bu hâl takvânın en son haddidir. O halde buna gücü yetmeyen kimse nefsinden gafil olmamalı ve ulu orta şehvetlere dalmamalıdır. Kişinin her bulduğunu yemesi ve nefsinin her isteğini yerine ge-tirmesi, israf olarak yeter de artar bile. Bu bakımdan kişinin devamlı olarak et yememesi en uygunudur. Nitekim Hz. Ali şöyle demiştir: 'Kırk gün et yemeyenin ahlâkı ve çehresi kötüleşir (bozulur); kırk gün üst üste et yemeye devam edenin de kalbi katılaşır!'
'Et, devamlı yiyenlerde tıpkı şarap gibi alışkanlık yapar' denilmiştir. Aç olduğu halde helâliyle cinsî münâsebette bulunmak isteyen kimsenin, her iki (yeme ve cinsî münâsebette bulunma) isteğini de yerine getirmek suretiyle nefsini takviye etmesi doğru değildir; çünkü nefis, çoğu zaman daha fazla cinsî ilişkide bulunmak için yemeyi arzulamaktadır! Tok olarak uyumamak müstehabdır. Böyle yapıldığı takdirde iki gaflet bir araya getirilmiş olur. Dolayısıyla insan gevşekliğe alışır ve kalbi de bundan dolayı katılaşır. O halde karnı tok olan kimse ya namaz kılmalı veya oturup Allah'ı anmalıdır; çünkü bu, nimetin şükrünü eda etmeye en yakın olan durumdur. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
Yediklerinizi zikir yapmak ve namaz kılmakla eritiniz. Tok karnına da uyumayınız ki kalbiniz katılaşmasın!41
Yemeği hazmetmek için en azından dört rek'at namaz kılmalı veya yüz tesbih çekmeli ya da yemeğin akabinde Kur'an'dan bir cüz okumalıdır.
Süfyân es-Sevrî doyasıya yediği gün namaz üzerine namaz kılar ve vaktini zikirle geçirirdi. Kendisi şöyle derdi: 'Siyah köleyi doyur ve sonra da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür!' Başka bir zaman da şöyle demiştir: 'Merkebi doyur; arkasından da çalıştırmak sûretiyle yorgun düşür'.
Canı, yemekle birlikte güzel bir meyve isteyen kimse, ekmeği bırakıp onun yerine canının çektiği meyveyi yemelidir ki o şey kendisine azık olsun, çerez olmasın! Böylece de nefsi için âdet ile şehveti biraraya getirmemiş olur.
Sehl et-Tüsterî, elinde ekmekle hurma bulunan İbn Sâlim'e42 şöyle demiştir: 'Önce hurmayı ye! Eğer bu, ihtiyacına kâfi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde ondan sonra ihtiyacın kadar ekmek yersin'.
Farklı iki yemeğe sahip olan kimse önce lezzetli olandan başlamalıdır; çünkü lezzetli bir yemekten sonra gelen kaba bir yemek, artık iştahı çekmez. Kaba yemeği önce yiyen kimse ise lezzetli yemeği açlıktan değil, lezzetinden dolayı yer.
Bazı zâtlar arkadaşlarına şöyle derlerdi: "(Nefsin zaruri gıdadan başka istediği şeyleri) yemeyiniz. Yeseniz bile aramayınız. Eğer ararsanız sevmeyiniz. Ekmeğin bazı çeşitlerini aramak şehvettir".
İbn Ömer şöyle diyor: 'Irak'da bize ekmekten daha sevimli gelen bir meyve yoktu'. Dikkat edilirse görülür ki İbn Ömer, ekmeği meyve yerine koymaktadır. Kısacası nefsi, mübah şehvetlerde ve her durumda o şehvetlerin peşinde gitmek hususunda ihmal etmeye yol (ruhsat) yoktur. Kul, şehvetinden ne kadarını elde ederse, kıyamet gününde ona 'Sen zevkleri dünya hayatında yaşamış ve hayatını onunla geçirmişsin' denilmesinden korkulur. Kişi âhiret zevklerinden ve nimetlerinden, nefsiyle mücâhede edip şehvetleri terkettiği nisbette yararlanır.
Basra ahalisinden bir zât şöyle buyurmuştur: 'Nefsim benden pirinç unundan yapılmış ekmekle balık isteyip durmaktadır. Ben de onun bu isteğini yerine getirmedim. Onun isteği şiddetlendikçe benim de mücâhedem şiddetlendi. Bu durum tam yirmi senedir böyle devam ediyor'.
Bu zatın ölümünden sonra âriflerden biri onu rüyasında görür ve 'Allah Teâlâ sana nasıl davrandı?' diye sorar. O da şöyle cevap verir: Allah Teâlâ'nm bana ihsan etmiş olduğu nimet ve ikramları kelimelerle anlatamam. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki Allah Teâlâ bana ilk olarak pirinç ekmeği ile balık ikram ederek şöyle buyurdu: "İşte bugün hesapsız ve sorgusuz olarak nefsinin dünya-daki arzusunu yerine getir!"
Yeyin, için! Afiyet olsun! (Dünyadaki) geçmiş günlerde yaptığınız sâlih amellere karşılık olarak...
(Hâkka/24)
Zira onlar dünyada iken şehvetleri terketmişlerdi. Bu sırra binaendir ki Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Şehvetlerden birini terketmek, kalp için bir sene oruç tutup ibâdet etmekten daha yararlıdır'. Allah Teâlâ bizi kendisini razı edecek ameller işlemeye muvaffak eylesin!
31) Ahmed, Ebu Nuaym
32)Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır.
33)Beyhakî, Şitab 'ul-İman
34) Bu hadîsi 'Hz. Peygamber'in fiili olarak' görmüş değilim. Ancak Hz. Peygamber'in sözüdür. (Buhârî, Ebu Said'den), [Irâkî
35) Irâkî tarafından aslına rastlanılmamıştır
36) İbn Adiy, Kâmil
37)İbn Hibban
38)Deylemî
39) Bu zat Bağdadlıdır ve Hicrî 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir
40) Dimeşkli Osman'ın oğludur. Çoğu zaman aç kaldığından dolayı kendi-sine Cûî mahlası verilmiştir.
41)İbn Sinnî, Taberânî
42)Ebu Hasan Ali b. Sâlim. Basralı olup Ebu Tâlib el-Mekkî'nin şeyhidir
Kesriş Şehaveteyn
- Giriş
- Açlığın Fazileti, Tokluğun Zemmi
- Açlığın Faydaları, Tokluğun Zararları
- Midenin Şehvetini Kırmakta Riyazet Yolu
- Açlığın Hükmü, Fazileti ve Açlık Konusunda İnsanların Farklı Tutumları
- Yemeği Azaltan ve Şehvetleri Terkeden Bir Kimseye Ansızın Gelen Riya'nın Âfeti
- Ferc'in (Tenasül Uzvu'nun) Şehveti
- Evlenmeyi Terketmek Hususunda İnsana Düşen Vazifeler
- Göz ile Tenasül Uzvunun Şehvetine Muhalefet Eden Kimselerin Fazileti