6.Ne ile Kibir Yapılır?

Kişi ancak nefsini büyük saydığı zaman kibirlenebilir. Nefsini de ancak kemâl sıfatlarından bir sıfata sahip olduğuna inandığı zaman büyütür. Bunun özü, dinî veya dünyevî bir kemâle dönüşür. Dinî kemâl, ilim ve ameldir. Dünyevî kemâl ise neseb, güzellik, kuvvet, mal ve yardımcıların çokluğudur. Bu bakımdan bunlar yedi sebeptirler:

1- İlim

Âlimlerin gururlanması pek çabuk olduğu için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İlmin âfeti, gururlanmaktır'53

Bu bakımdan âlim bir kişi, durmadan ilminin izzetiyle büyüklük taslar. Nefsinde ilmin cemâl ve kemâlini sezer. Nefsini büyütür. Halkı küçültür. Halka hayvan nazarıyla bakar. Onları cehaletle niteler. Onların kendisine selâm vermelerini bekler. Eğer onlardan biri ona selâm verirse veya onun selâmını güler yüzle karşılarsa veya onun önünde ayağa kalkarsa veya onun çağrısına icabet ederse, bütün bunları o adamın yapmak zorunda olduğu bir vazife olarak telâkki eder ve teşekkür etmesini gerektiren bir nimet olarak görmez ve onların hepsinden daha üstün olduğuna inanır. Onlar için kendisi gibi bir insanın yapmayacağı şeyleri onlara yapmış olduğunu sanır. Kendisine kölelik yapmalarını ve hizmetine koşmalarını, iyilik yapmasına karşı böylece teşekkür borçlarını edâ etmelerini uygun ve münasib bulur! Oysa durum hiç de onun zannettiği gibi değildir. Çoğu zaman o insanlar ona iyilik yapar da o onlara yapmaz! Onu ziyaret ederler, o onları ziyaret etmez. Hastalandığı zaman, ona ziyarete giderler, o onların hastalarını sormaz. İnsanlardan onunla ihtilât edenin kendisine hizmet etmesini talep eder. İhtiyaçlarında onların yardımcı olmasını ister. Eğer o bu hizmette kusur ederse, onun hareketini şiddetle kınar. Sanki insanlar onun kölesi veya ücretli hizmetkârlarıdır! Sanki ilim öğretmesi, onlara yapmış olduğu bir iyiliktir. Onların üzerine kendi haklarını yüklenmiş sayar.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, dünya ile ilgili olan şey hakkındadır.

Ahiret işlerinde ise onlara karşı şöyle kibirlenir: Nefsini Allah katında onlardan daha yüce ve daha üstün görür. Kendi nefsinden daha fazla onların helâk olmasından korkar. Onlar için ümit ettiğinden daha fazlasını nefsi için ümit eder! Böyle bir kimseye âlim demektense cahil demek daha evlâdır. Hakiki ilim odur ki, insan onunla hem nefsini, hem de rabbini tanır. Akibetin tehlikesini, Allah'ın âlimlere karşı olan delilini, buradaki ilim tehlikesinin büyüklüğünü bilir. Nitekim bu durum, ilimle kibri tedavi etme bahsinde gelecektir. Böyle bir ilim, korkuyu, tevazuyu, kalp huzurunu artırır. Bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesini gerektirir. Çünkü ilimden ötürü kendisinin aleyhindeki Allah Teâlâ'nın hüccet ve delili daha büyük, ilim nimetinin şükrünü ifa etmekteki kusuru daha korkunçtur.

Bu sırra binaen Ebu Derdâ (r.a) şöyle demiştir: İlmen gelişen bir kimse o nisbette acı duyar!'

Hakîkaten bu hüküm, Ebu Derdâ'nın dediği gibidir.

Soru: Bazı insanlar neden, ilimden dolayı daha fazla gururlanırlar, nefislerinden emin olurlar?

Cevap: Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Hakîkî değil de ancak zâhirde ilim denilen şey ile meşgul olmasıdır. Gerçek ilim, o ilimdir ki kul onunla hem rabbini, hem nefsini tanır. Allah ile mülâki olmaktaki ve Allah'tan uzaklaşmaktaki işin tehlikesini anlar. Böyle bir ilim insana kalp huzuru ve tevazu verir. Gururu ve nefsinden emin olmayı değil!

Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan (gereğince) korkarlar.(Fâtır/28)

Bunun ötesi tıp, hesap, lûgat, şiir, nahiv, husumetleri ayırdetmek, mücadelelerin yolları gibi ilimler ise, insan bunlara tam mânâsıyla hazırlanıp dolduğu zaman, bununla beraber kibir ve münafıklık doğar. Bunlara sanatlar demek, ilimler demekten daha evlâdır. İlim, kulluğun ve rabbin mârifeti ve ibâdetin yolu demektir. Böyle bir ilim, çoğu zaman insana tevazuu telkin eder.

İkincisi: Kulun kötü ahlâklı, alçak nefisli, habis niyetli olduğu halde ilme dalmasıdır; zira kul önce nefsinin temizlenmesi ve çeşitli mücahedelerle kalbinin takviyesi ile meşgul olmamıştır. Nefsini rabbine ibâdete alıştırmamıştır. Böylece cevheri kirli kalmıştır. Bu takdirde, hangi ilim olursa olsun ilme daldığı zaman, ilim onun kalbinde kirli bir konak bulur. İlmin meyveleri, güzel olarak çıkmaz. Hayırda eseri görünmez olur.

Vehb, bunun için şu darb-ı meseli zikrederek şöyle demiştir: İlim yağmur gibidir. Gökten tatlı ve berrak olarak iner. Ağaçlar onu damarlarıyla çeker. Onu tadları nisbetinde değiştirirler. Acı ağaçta o su gittikçe acılaşır, tatlıda ise gittikçe tatlılaşır. İlim de böyledir kişiler onu hıfzederler. Himmetleri ve hevâ-i nefisleri nisbetinde onu değiştirirler. Mağrur bir kimsenin gururu, mütevazi bir kimsenin de tevazusu artar. Çünkü cahil olduğu halde himmeti ve maksadı kibir olan bir insan, ilmi hıfzettiği zaman, kendisiyle mağrurlanacak bir şeyi elde etmiş olur, kibri daha da artar, kişi, cehaletiyle beraber korktuğu zaman ilmi gelişirse, Allah'ın kendisine karşı delilinin daha da kuvvet bulduğunu bilir. Böylece korkusu, zillet ve tevazusu gittikçe artar. Bu bakımdan ilim, kendisiyle kibirlenilen şeylerin en büyüklerindendir. Bunun için de Allah Teâlâ, peygamberine şöyle buyurmuştur:

Mü'minlerden sana tâbi olanlara karşı tevazu kanadını indir.(Şuarâ/215)

Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.(Âlu İmran/159)
Velî kullarını vasıflandırırken de şöyle buyurmuştur:

Mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. (Muhammed/29)

Hz. Abbas'ın rivayet ettiği hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Bir kavim gelecektir. Kur'an'ı okuyacaklar fakat Kur'an onların boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onlar 'Biz Kur'an'ı okuduk! Bizden daha iyi okuyan ve bizden daha fazla bilen var mıdır?' diyeceklerdir!

Hz. Peygamber bunu söylerken dönüp ashabına baktı ve şöyle dedi:

Onlar sizlerdendir! Onlar ateş yakıtlarının ta kendisidir!54

Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Sakın âlimlerin mağrurlarından olmayınız. Aksi takdirde ilminiz cehaletinize karşılık veremez'.

Bunun içindir ki Temim ed-Dârî, Hz. Ömer'den kıssalar anlatmak hususunda izin istedi. Hz. Ömer de izin vermekten imtina etti ve şöyle dedi: 'Kıssalar anlatman boğazlanmandır'. Yani senin için tehlikelidir.

Başka bir kişi, bir namazdan sonra halka nasihat etmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer şöyle dedi: 'Süreyya yıldızına yetişecek kadar büyüklenmenden korkuyorum'.

Huzeyfe b. Yeman (r.a) bir cemaata namaz kıldırdı. Selâm verdikten sonra şöyle dedi: 'Siz benden başka bir imam arayınız veya tek başınıza namaz kılınız! Çünkü ben nefsimde 'Bu cemaatin içinde benden daha iyisi yok' kanâatinin varlığını müşahede ettim'.

Huzeyfe gibi bir sahabî'nin bundan sâlim kalmaması sözkonusu olduğuna göre, acaba bu ümmetin zayıfları nasıl bundan sâlim kalabilir? Yeryüzünde kendisine âlim denmeye lâyık olan ve ilmin gururu ve büyüklüğü kendisini harekete geçirmeyen bir kimse pek nadirdir. Eğer böyle bir kimse bulunursa, bu kimse zamanının sıddîkıdır. Ondan ayrılmak hiç uygun düşmez. Ona bakmak ibâdet olur. Onun nefeslerinden, durumlarından istifade etmek de ayrı bir fazilet!

Eğer biz böyle bir kimseyi bilmiş olsaydık Çin'in en uzak yerinde olsa bile ona giderdik ki bereketi bizi kaplasın. Güzel sîret ve ahlâkı bize geçsin! Böyle biri nerede? Zamanın sonlarında bunların benzerlerinin bulunması ne mümkün! Onlar ikbâl ve devlet sahibi idiler. Sahabenin asrında ve onu takip eden asırda (tâbiîn asrında) son buldu. Bizim zamanımızda bu hasletin bu ümmetten alındığına dahi üzülecek bir âlimin bulunması bile enderdir. Evet! Böyle bir âlim de ya yoktur veya pek enderdir.

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki o zamanda sizin şu anda üzerinde bulunduğunuzun onda birini tutan bir kimse kurtulur.

Eğer Hz. Peygamber'in bu müjdesi olmasaydı, muhakkak bizim için -Allah korusun- ümitsizlik deryasına düşmek, bu kötü amellerimizle beraber uygun olurdu.

Acaba ashabın üzerinde bulunduğunun onda birine sarıldığı-mıza dair kim bize teminat verebilir? Keşke biz,onların yaptıklarının yüzde birini yapmış olsaydık! Allah Teâlâ'nın lâyık olduğu şekilde bizimle muamele etmesini, çirkin amellerimizi örtmesini dileriz. Nitekim O'nun kerem ve fazileti bunu gerektirir.

2. Amel ve İbâdet

Zâhid ve âbidlerin hiç biri halkın kalbini elde etmek, gururlanmak, büyüklük taslamak rezaletinden uzak değildir. Din ve dünya hakkında kibir, onlardan taşmaktadır. Dünya hakkında onlar, başkasının kendilerini ziyaret etmeye, onların başkasını ziyaret etmesinden daha müstehak olduğunu düşünürler! Halkın koşup ihtiyaçlarını görmesini, kendilerini tâzim etmesini, meclislerde kendilerine yer vermelerini, kendilerini takva ile anmalarını, âlimler hakkında söylenen şeylerin hepsinde kendilerini diğer insanlara tercih etmelerini isterler! Sanki Allah'a yapmış oldukları ibâdetleri, halka karşı bir minnet imiş gibi telâkki ederler.

Dindekine gelince, halkı helâk olmuş, nefsini ise kurtulmuş görür. Oysa böyle inandığı takdirde hakikatte helâk olan kendisidir.

Kişinin 'halk helâk oldu!' dediğini iştittiğiniz zaman, (biliniz ki) o, halkın hepsinden daha fazla helâk olan bir kimsedir.55

Hz. Peygamber bu hükmü ancak şu sırra binaen vermiştir: Kişinin bu sözü, Allah'ın mahlûklarını hafife aldığına, Allah'ın affına mağrur ve azabından emin olduğuna, satvetinden korkmadığına delâlet eder! Oysa bu kişi nasıl Allah'tan korkmaz? Şer olarak başkasını hakir görmek kendisine yeter de artar bile! Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Şer bakımından kişiye müslüman kardeşini tahkir etmek yeter de artar bile!56
Bu kimse ile Allah için kendisini seven, Allah'ın ibâdeti için kendisini büyüten ve büyütmesini talep eden, kendi nefsine um-madığını ümit eden bir kimsenin arasında çok fark vardır! Bu bakımdan halk, onu Allah için büyüttüğünden dolayı kurtuluşu elde eder. Ona yaklaştığından dolayı Allah'a yaklaşırlar. Diğeri ise onlardan uzaklaşmaktan dolayı kendisini Allah'ın buğzuna hedef kılar. Sanki o, onlarla beraber oturmaya tenezzül etmez. Onlar onu, salihliğinden ötürü sevdikleri zaman, Allah tarafından onun ameldeki derecesine yükselmeleri pek uygundur! O onları hakaret gözüyle hafife aldığı zaman Allah tarafından ihmal edilmesi pek münasiptir!

Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları arasında bir kişi vardı. Ona şerrinin çokluğundan dolayı 'İsrailoğulları'nın rezili!' derlerdi. Bu rezil bilinen kişi, başka bir kişinin yanına vardı. Ona da 'İsrailoğulları'nın âbidi' denilirdi. Âbidin başı ucunda kendisini gölgelendiren bir bulut vardı. Rezil onun yanından geçtiği zaman içinden 'Ben İsrailoğulları'nın reziliyim, bu da İsrailoğulları'nın âbidi... Eğer ben bunun yanında oturursam, umulur ki Allah bunun yüzü suyu hürmetine bana rahmet eder' dedi ve onun yanına oturdu. Âbid de içinden 'Ben İsrailoğulları'nın âbidiyim, bu ise İsrailoğulları'nın rezili... Bu nasıl benim yanımda oturur?' diye düşündü ve ondan yüzçevirerek 'Benim yanımdan kalk git!' dedi.

Bu konuşmadan sonra Allah o devrin peygamberine şöyle vahiy gönderdi: 'Onların ikisine de yeniden amel yapmalarını söyle! Çünkü ben o rezili affettim, âbidin amelini de yaktım!'
Başka bir rivayette, 'âbidi gölgelendiren bulut, bu sefer rezili gölgelendirmeye başladı' şeklindedir. İşte bu hikâye sana, Allah Teâlâ'nın kullarından asıl kalplerini istediğini gösterir. Bu bakımdan âsî bir cahil, Allah'ın heybetinden ötürü tevâzu gösterdiği ve korkusundan ötürü zillet belirttiği zaman, kalben Allah'a itaat etmiş olur. Bu bakımdan bu kimse mağrur âlimden, ucub sahibi âbidden daha fazla Allah'a itaat eden bir kimsedir.
Rivayet ediliyor ki, İsrailoğulları'ndan biri -kişi, İsrailoğulları'ndan bir âbide geldi. Âbid secde halinde iken, kişi âbidin boynuna bastı ve dedi ki: 'Başını kaldır! Yemin olsun Allah seni affetmeyecek!' Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle va-hiy gönderdi: 'Ey benim adıma yemin eden! Aksine Allah seni affetmeyecek!'

Hasan Basrî de şöyle demiştir: 'Yün elbise giyen, işlenmiş el-bise giyenden daha mağrurdur'. Yani işlenmiş elbisenin sahibi yün elbiseyi giyene zillet gösterir. Onu kendisinden üstün telâkki eder. Yün elbisenin sahibi ise, nefsini ondan daha faziletli bulur.

Bu âfetlerden âbidlerin çoğu kurtulamamaktır. Şöyle ki: Eğer biri o âbidle alay eder veya ona eziyet verirse, bu kimseyi Allah'ın affetmesini, âbid uzak görür ve bu kimseden Allah'ın nefret ettiğine âbidin şüphesi kalmaz. Eğer bu kimse başka bir müslümana eziyet verirse, âbid hiç de onu böyle telâkki etmez. Âbidin böyle düşünmesinin sebebi şudur: Âbidin nezdinde nefsinin kıymeti pek büyüktür. Oysa bu düşünce cehalettir, kibir ile ucbu bir araya getirmektir. Allah'ın lütfûna mağrur olmaktır.

Hamakat ve akılsızlık, bazılarını şu şekilde meydan okuyup şöyle demeye kadar götürür: 'Siz başınıza geleceği göreceksiniz!' Şayet tehdid ettikleri insan herhangi bir felâkete düçar olursa, bu felâketin 'kerametlerinden' olduğunu iddia eder. 'Allah ancak benim yüreğimi rahat ettirmek ve intikamımı almak için ona bunu yaptı!' der. Oysa âbid görür ki kâfirlerden birçok grup, Allah'a, Hz. Peygamber'e küfrederler ve yine âbid bilir ki bir cemaat peygamberlere eziyet etmişler. Onların kimisi peygamberlerden bazılarını öldürmüş, bazılarını da dövmüşlerdi. Bütün bunlardan sonra Allah Teâlâ, onların çoğuna mühlet vermiştir ve onları dünyada cezalandırmamıştır. Hatta onlardan bazıları müslüman olmuş, ne dünyada, ne de ahirette o yaptıklarından dolayı bir cezaya çarptırılmayacaklardır.

Sonra mağrur câhil, Allah katında Allah'ın peygamberlerinden daha üstün olduğunu zanneder. Allah'ın peygamberleri için almadığı intikamı kendisi için aldığını düşünür. Umulur ki bu za-vallı ucbundan ve kibrinden, nefsinin helâkinden gafil olarak Allah'ın gazabı içerisinde kıvranmaktadır. İşte bu mağrur kimselerin inancıdır.

Akıllı âbidlere gelince onlar, Atâ es-Sülemî'nin bir rüzgâr estiği veya bir şimşek çaktığı zaman dediğini derler: İnsanlara isabet eden belâlar benim yüzümden onlara isabet ediyor. Eğer Atâ ölseydi muhakkak onlar kurtulacaklardı'.
Bir de Arafat'tan dönerken başka bir velînin dediği gibi derler-'Ben bütün hacılar için -eğer onların içinde olmasaydım- rahmet umardım!' Bu iki kişinin arasındaki farka bak! Bu kişi zâhir ve bâtında nefsinden korktuğu, amelini ve çalışmasını hakir telâkki ettiği halde Allah'tan çekinir. Öbür kişi ise, çoğu zaman içinde riyâ, kibir, hased, ve şeytanın oyuncağı olacak şeyler olduğu halde, ameliyle Allah'a karşı minnet eder.
Kim kesinlikle Allah'ın kullarından herhangi birinden üstün olduğuna inanırsa bu kimse, cehaletinden dolayı bütün amelini yakmış olur; zira cehalet, günahların en fahişi ve kulu Allah'tan uzaklaştıran âmillerin en büyüğüdür. Kişinin nefsi için 'başkasından daha hayırlıdır' şeklindeki hükmü katıksız cehalettir ve Allah'ın azabından emin olmaktır. Oysa Allah'ın azabından ancak zarar eden bir kişi emin olabilir.

Rivayet ediliyor ki bir kişi Hz. Peygamber'in yanında hayırla yâdedildi. O kişi birgün çıkageldi. Ashab dedi ki: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sana söylediğimiz kişi işte budur!' Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: 'Ben onun yüzünde şeytandan bir damga görüyorum!'
Kişi geldi, selâm verip Hz. Peygamber'in yanına durdu. Hz. Peygamber (s.a) ona dedi ki:

Seni Allah ile yemine dâvet ediyorum. Nefsin sana bu mille-tin içerisinde 'senden daha üstünü yoktur' dedi mi?

Kişi 'Ey Allahım! Beni affet' dedi. Evet! İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, peygamberlik nûruyla, onun kalbinde saklı olanı, yüzünde bir damga olarak görmüştür. Bu, Allah'ın koruduğu hariç, hiçbir âbidin kurtulamayacağı bir âfet ve felâkettir. Fakat âlimler ve âbidler, gururdan gelen âfette üç derece üzerindedirler:

Birinci Derece: Kibrin kalbinde istikrar bulmasıdır. Nefsini başkasından hayırlı görür, fakat çalışır ve tevazu gösterir, başkasını nefsinden daha hayırlı gören kimsenin yaptığını yapar... Bu nitelikteki kimsenin kalbinde kibir ağacı kök salmıştır. Fakat bu kimse o ağacın bütün dallarını dipten kesmiştir.

İkinci Derece: Meclislerde büyüklük taslaması, akran ve emsalinin önüne geçmesi ve hakkında kusur göstereni kınamayarak kibirli fiillerde bulunmasıdır. Âlim kişide bunun en az derecesi, sanki halktan yüzünü çeviriyormuş gibi yüzünü asmasıdır. Âbid kişide ise yüzünü ekşitmesi, alnını buruşturmasıdır. Sanki âbid, halktan kaçar, onları çirkin sayar veya onlara karşı öfkelidir. Miskin ârif bilmez ki takva, alında değildir ki alın buruşturulsun! Boyunda değildir ki eğilsin! Cübbenin, eteğinde değildir ki yukarıya kaldırılsın. Takva ancak kalplerdedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) göğsüne işaret ederek şöyle demiştir: Takva buradadır'.
Oysa Hz. Peygamber (s.a) insanların en keremlisi ve en muttakîsi idi. Ahlâken onların en yükseği, müjde vermek, tebessüm etmek ve genişlik göstermek bakımından onların en ilerisiydi.

Hâris ez-Zebidî -ki Hz. Peygamber'in ashabındandı- şöyle demiştir: Kurrâdan güler yüzlü ve mütebessim olanları hoşuma gider. Bazılarını da güler yüzle karşılarsın, fakat o seni asık yüzle karşılar. İlmiyle sana âdeta minnet eder. Allah böyle kimseleri müslümanların arasında çoğaltmasın. Eğer Allah Teâlâ bu duruma razı olsaydı muhakkak peygamberine şöyle demezdi:

Sana tâbi olan mü'minlere kanadını indir (tevazu göster). (Şurâ/215)

Üçüncü Derece: Kibrin eserinin kendilerinde belirdiği kimselerin hali şu üçüncü derecede bahsi geçenlerin halinden daha hafiftir. Kibir üçüncü derecede bahsi geçen kimsenin dilinde görülür. Öyle ki onu iddiacılığa, böbürlenmeye, gurur taslamaya, refsini tezkiye etmeye, hâl ve makamların hikâyelerine, ilim ve amelde başkasını mağlup etmek için çalışmaya dâvet eder!
Âbid ise, böbürlenmek hususunda başka âbidlere 'O kim imiş! Onun ameli nedir! Onun zâhidliği nereden geliyor?' der. Onları ayıplamak hususunda onlara dil uzatır. Sonra nefsini överek der kî: Ben filân filan zamandan beri oruçsuz vakit geçirmedim, geceleri uyumuyorum, hergün Kur'an'ı hatmediyorum. Filan adam ise seher zamanı uyuyor ve Kur'an okumuyor!' Ve benzeri laflar...
Bazen de nefsini zımnen tezkiye ederek şöyle der: 'Filân adam bana kötülük yapmak istedi. Oğlu öldü. Malı alındı veya hasta oldu' ve benzeri sözler... Böylece nefsi için keramet iddiasında bulunur.

Abid'in başkalarına karşı böbürlenmesine gelince, geceleyin ibâdet eden bir cemaatle beraber bulunduğu zaman kalkar, onların ibâdetinden daha fazla ibâdet eder. Eğer onlar açlığa karşı sabrediyorlarsa, açlığa nefsini zorlar ki onları mağlup etsin, kuvvetini ve onların âcizliğini de onlara göstersin! Böylece 'başkası kendisinden daha fazla ibâdet ediyor' veya 'Allah'ın dininde ondan daha kuvvetlidir' denilmesin diye ibâdete amansız bir şekilde dalar!

Âlim'e gelince, o da böbürlenerek şöyle der: 'Ben ilimlerde mütefennin bir kimseyim. Hakikatlere muttaliyim. Büyük âlimlerden filan filanı gördüm. Sen kimsin? Senin faziletin nedir? Sen kime yetiştin? Sen ne kadar hadîs dinledin?' Bütün bunları, hasmını küçültmek, nefsini büyütmek için söyler.

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini, arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir. Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? 'Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!' Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor. Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. Alim odur ki Allah Teâlâ'nın, 'Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır. Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur' dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer. Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak

Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır ve onlarla oturmaktan çekinir. Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: 'Ey Hindli! Ey Ermenî! Sen kimsin? Senin baban kimdir? Ben filân oğlu filânım! Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?' ve bu sözlere benzer sözler... Bu gurur nefiste saklı bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz. Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz. Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ve gurur kendisinden sızar. Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber'in yanında bir kişiyle tartıştık. Ona 'Ey siyah kadının oğlu' dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

Ey Ebu Zer! Ölçek doldu! Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). Beyaz kadının oğlu, siyah kadının oğlundan üstün değildir!

Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: 'Benim yanağıma bas!' İşte Hz. Peygamber'in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer'i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle! Yine Ebu Zer'in nasıl tevbe ettiğini, kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve 'Kibri ancak zillet sökebilir' hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!

İki kişi Hz. Peygamber'in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar. Onlardan biri diğerine şöyle dedi: 'Ben filân oğlu filanım! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?'
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:


'İki kişi Musa'nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: 'Ben filân oğlu filânım!' Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Musa'ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: 'Böbürlenene söyle! Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun'57

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde Allah nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.58

4. Güzellikle Mağrur Olmak

Bu da çoğu zaman kadınlar arasında cereyan eder ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye, ayıplarını saymaya, gıybetini yapmaya ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.

Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet edilir: 'Bir kadın Hz. Peygamber'in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: 'Sen onun gıybetini yaptın!'59

Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir. Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu 'kısa boylu olmakla' anmazdı. Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe'nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir. Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında; ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında, arazileri hakkında köy ağaları arasında, elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında cereyan eden bir gururdur. Bu bakımdan zengin, fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır ve ona şöyle der: 'Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? Senin yanında ne var? Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır. Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!'

Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir gördüğü için söyler. Bütün bunlar fakirliğin faziletini ve zenginliğin de âfetini bilmemezlikten ileri gelir ve şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:

O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona 'Ben malca senden daha zenginim! Toplulukça senden daha kuvvetliyim!' dedi.(Kehf/34)

Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
Bağına girdiğin zaman 'Mâşaallah, kuvvet yalnız Allah iledir!' demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verebilir. Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir.(Kehf/39-40)

Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden neşet etmiştir. Sonra Allah Teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:
'Ah ne olaydı! Rabbime hiçbir ortak koşmamış olaydım!' diyordu.(Kehf/42)

Kârun'un gururu da bu türdendir; zira Allah Teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:

Derken birgün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler 'Keşke Kârun'a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!' dediler.

6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek

Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7. Etba, Yardımcı, Talebe, Hizmetkâr, Aşiret, Akraba ve Evlatla Böbürlenmek
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, talebelerle böbürlenen âlimler arasında cereyan eder.
Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür. Haddi zâtında kemâl değilse de... O şey ile böbürlenmek mümkündür. Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de...

Fâsık bir kimse de içki içmek, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar! Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...

İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya Allah katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi...
Allah Teâlâ'dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak Allah herşeye kâdirdir.
_________________

53)Irâkî şöyle der: ''Müellif böyle rivayet etmişse de Kuddal 'İlmin âfeti
unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur' diye zayıf bir senedle Hz. Ali'den bu
hadîsi rivayet etmiştir".
54)İbn Mübârek, Zühd
55)Müslim
56)Müslim
57)Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed
58)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hibban
59)Daha önce geçmişti.
Kibir ve Ucb'un Kötülüğü