11.Müridin Amelden Önce, Amelden Sonra ve Amel Esnasında Yapması Uygun Olan Hususlar

Diğer vakitlerinde müridin kalbini kontrol edip bütün ibâdetlerinde Allah'ın ilmine kanaat etmesi gerekir. Allah'ın ilmine ancak Allah'tan başkasından korkmayan ve Allah'tan başkasından ümit beslemeyen bir kimse kanaat eder. Allah'tan başkasından korkan ve başkasına ümit besleyen bir kimse ise, korktuğu kimsenin, durumlarının güzel taraflarına,muttali olmasını ister. Eğer kişi bu rütbede bulunuyorsa, akıl yönünden de, iman yönünden de kalbinin bundan nefret etmesini sağlamaya çalışmalıdır. Çünkü böyle bir durumda Allah'ın azabına müstehak olma tehlikesi vardır. Büyük ve başkası tarafından yapılması güç olan ibâdetler sırasında nefsini kontrol etmelidir. Çünkü o anda nefis, ifşa etmeye haristir ve nefis der ki: 'Böyle büyük bir ibâdetin veya büyük bir korkunun veyahut büyük bir ağlamanın hakikatini, eğer halk bilmiş olursa, muhakkak sana secde edeceklerdir. Halkın içinde böylesini yapacak güçte hiç kimse yoktur. Bu bakımdan sen bunu gizlemeye nasıl razı olursun ki halk senin dereceni bilmemiş olur, kıymetini inkâr ederler. Sana uymaktan, önder yapmaktan seni mahrum ederler!'

Bu bakımdan böyle bir şeyin benzerinde ayağını sağlam yerleştirmesi uygundur. Amelinin büyüklüğü karşılığında, ahiret mülkünün, cennet nimetinin ve ebediyyen devam etmesinin büyüklüğünü, Allah'ın büyüklüğünü hatırlaması uygundur. O zaman anlar ki bunu başkasına izhar etmesi, başkası nezdinde kendisini sevdirir, fakat Allah katında düşürür, büyük amelini yakıp kül eder. Bunları bildikten sonra şöyle demelidir: 'Ben böyle bir ameli, âciz olan halkın övmesine nasıl sebep kılabilirim? Oysa halk ne bana bir rızık vermeye, ne de ecelimi uzatmaya kâdir değildir'.

Bu şekilde düşünmek, kalbinin bir tür gemi olur. Bundan ümitsiz olması uygun değildir. Ümitsizlikten dolayı 'Bunu ancak kuvvetli ve ihlâs sahipleri becerebilir, karıştıranların böyle birşeyi becermesi onların şânına uygun değildir' demesi ve ihlâs husu-sundaki hummalı çalışmayı terketmesi uygun değildir; zira karıştıran bir kimse böyle birşeyi yapmaya muttaki bir kimseden daha fazla muhtaçtır. Çünkü muttaki bir kimsenin nâfile ibâdetleri eksik olursa, farz ibâdetleri kâmil ve eksiksiz olur. Karıştıran bir kimsenin ise, farz ibâdetleri eksiklikten uzak değildir. Nafilelerle eksikliklerinin giderilmesine muhtaçtır. Eğer nafileleri sağlam kalmazsa farz ibâdetlerden dolayı sorumlu olur ve dolayısıyla helâk olur. Bu bakımdan karıştıran bir kimse, muttaki bir kimseden daha fazla ihlâsa muhtaçtır. Temîm ed-Dârî90 Hz. Peygamber'den şöyle rivayet eder:

Kıyamet gününde kul hesaba çekilir. Eğer farzı eksik olursa denilir ki: 'Onun nafile ibâdetleri var mı?' Eğer nafile ibâdeti varsa onunla farzı tamamlanır. Eğer nafile ibâdeti yoksa, onun iki tarafından tutulur ve ateşe atılır,91

Bu bakımdan karıştıran bir kimse farz ibâdeti eksik olduğu halde mahşer yerine kıyamet gününde gelir. Boynunda birçok günahlar vardır. Öyleyse farzları tamamlamak ve günahlarını affet-tirmek hususunda çalışması gerekir. Bu ise ancak nafile ibâdetlerin ihlâsla yapılmasıyla mümkündür.

Muttaki bir kimseye gelince, onun gayreti, derecelerinin artırılması hususundadır. Eğer nâfilesi yanarsa sevapları günahlarından yine fazla olarak kalır ve dolayısıyla cennete girer. Bu bakımdan bu durumda kişi kalbine Allah'tan başkasının muttali olmasının korkusunu yerleştirmeli ki nâfile ibâdetleri sıhhatli kalmış olsun. Nâfile ibâdetlerden boşaldıktan sonra bu hissi kalbinden uzaklaştırmamalıdır ki o nâfile ibâdetlerini belirtmeyip onları orada burada konuşmasın! Bütün bunları yaptığı zaman, amelinden korkması uygundur. Gizli bir riyanın ameline karışmasından, haberi olmaksızın sızmasından korkmalıdır. Öyleyse amelinin kabul veya reddedilmesi hususunda emin olmamalıdır. Allah Teâlâ'nın, gizli niyetinden dolayı buğzunu gerektiren bir durumun mevcudiyetini göz önünde bulundurmalı ve bu durumdan dolayı amelinin geri çevrileceği ihtimalini hesaba katmalıdır. Bu şüphe ve korku amelin devamlılığında da, amelden sonra da olmalıdır. Akdin başlangıcında böyle bir şüphe ve korku olmamalıdır. Uygun olan, akdin başlangıcında ihlaslı olması ve ameliyle Allah'tan başkasını kasdetmediğine kesinlikle inanmasıdır ki ameli sıhhatli olsun. Ne zaman başlar ve içinde gaflet ile unutkanlık olan bir lâhza geçerse, gafletten korkma, amelinin yanmasına vesile olacak gizli bir şaibeden gâfil kalmaktan korkma, veya amelle böbürlenmekten endişe etme gelmelidir. Fakat ümidi korkusundan daha galip olmalıdır. Çünkü kesinlikle ihlâs ile ibâdete girdiğini bildikten sonra riya ile ibâdeti ifsad edip etmediği hususunda şüphe ediyorsa, kabul olmasının ümidi daha galip olur. Bundan dolayı münacaat ve ibâdetlerdeki lezzet oldukça büyük olur. Bu bakımdan ihlâs kesindir, riya ise şüpheli! Bu şüpheden dolayı korkusu, eğer gâfil olduğu halde bir riya sebkat etmiş ise, o riyaya kefaret olmaya elverişlidir.

Halkın ihtiyaçlarını görmek ve ilmî faydalarda bulunmak suretiyle Allah'a (mânen) yaklaşan kimse için uygun olanı, sadece ihtiyaç sahibinin kalbini sevindirdiği, öğrettiği ilimle öğrenenin amel ettiği için Allah'tan sevap ummasıdır. Teşekkür, mükâfat, övmek, öğrenci veya ihtiyacı görülenin övmesini ummamalıdır. Çünkü böyle bir ümit ecrini yakar. Bu bakımdan ne zaman öğrencinin bir hizmette veya meşguliyette yardımını veya beraberinde yürümek suretiyle cemaatini çoğaltmasını ümit edip, öğrencinin hizmetine koşmasını isterse bu takdirde ücretini dünyada almış olur. Bundan başka da sevabı yoktur.

Evet! Eğer kendisi bunu ümit etmediği gibi, ilminden ötürü sevaptan başkasını kasdetmezse, fakat talebe kendiliğinden hizmetine koşup çalışırsa, bu çalışmanın manevî ücretini yakmadığını ümit ederiz. Şu şartla ki; talebeden hizmet beklemiyor ve böyle birşeyi kasdetmiyorsa... Eğer talebe bu hizmeti yapmazsa talebeyi ders halkasından uzaklaştırmıyorsa... Bununla beraber âlimler, talebenin bu tür fahrî hizmetlerinden dahi müderrisleri sakındırmışlardır. Hatta âlimlerden biri bir kuyuya düştü. Bir grup gelip kendisini çıkarmak için bir ip sarkıttılar. İpe tutunmadan önce onların arasında yanında Kur'an'ın bir ayetini okuyan veya kendisinden bir hadîs dinleyen bir kimsenin olmamasına dikkat etmeleri hususunda yemin verdirdi. Bunu da manevi ücretinin yanacağı korkusundan yaptı.

Şakîk el-Belhî şöyle anlatır: Süfyan es-Sevrî'ye bir elbise hediye ettim. Onu bana geri çevirdi. Ona dedim ki: 'Ey Ebu Abdullâh! Ben senden hadîs dinleyenlerden değilim ki benim hediyemi bana geri çeviriyorsun!'
Süfyan 'Böyle olduğunu biliyorum. Fakat senin kardeşin benden hadîs dinlemektedir. Korkarım ki senin bu iyiliğinden dolayı başka talebelerden daha fazla kalbim kardeşine karşı yumuşak olsun!'

Bir zat, Süfyan es-Sevrî'ye bir veya iki kese (altın) getirdi. Getiren kişinin babası, Süfyan es-Sevrî'nin dostu olduğu için Süfyan çok zaman babasına giderdi. Bunun üzerine kişi Süfyan'a şöyle dedi. 'Ya Ebu Abdullah! Senin nefsinde babama karşı bir kırgınlık mı var?' Süfyan buna cevaben dedi ki: 'Rahmet olasıca! Allah babandan razı olsun. Baban şöyle idi!'
Babasını böylece övdü. Bunun üzerine kişi Süfyan'a 'Ya Ebu Abdullah! Sen bu malın bana nasıl intikal ettiğini biliyorsun! O halde şu getirdiğimi alıp çoluk çocuğuna harcamanı istiyorum' dedi. Süfyan o malı kabul etti! Adam çıkıp gidince Süfyan oğluna dedi ki: 'Ey Mübarek!92 Kişiye yetiş, bu malı geri ver!' Bunun üzerine adam geri geldi. Süfyan ona 'Malını geri almanı istiyorum' dedi. Böylece malını geri verinceye kadar ısrarda bulundu. Süfyan'ın Allah yolunda o kişinin babasıyla olan kardeşliğinin buna sebep olduğu ve dolayısıyla Süfyan'ın bu kardeşliğin mânevî sevabı bozulmasın diye, malı almayı kerih gördüğü sanılıyor. Süfyan'ın oğlu der ki: 'Babama geldim. Şöyle demekten kendimi alamadım: 'Ne oluyor sana! Senin bu kalbin taş mıdır? Hesap et ki senin çoluk çocuğun yok. Bana da mı merhamet etmeyeceksin? Kardeşlerine merhamet etmeyecek misin? Haydi çoluk çocuğuna merhamet etmiyorsun'. Böylece Süfyan'ı fazlasıyla hırpaladıktan sonra cevap olarak ona şöyle dedi: 'Ey Mübârek! Sen o malı âfiyetle yiyeceksin. Ben onun hesabını vereceğim. (Böyle şey olmaz!)'

Durum bu iken âlim bir kişiye, halkı hidayete çağırmak hususunda mükâfatını sadece Allah'tan istemek düşer. Öğrenciye de halkın ve hocasının yanında mevkî talep etmek değil de Allah'ı övmek ve öğrendiğinden dolayı sevabı Allah'tan talep etmek düşer.

Bazen zannedilir ki öğrenci, ibâdetiyle, öğretmeninin yanında bir rütbeye nâil olup daha fazlasıyla ihtimamını kazanmak için gösteriş yapabilir. Oysa bu zan yanlıştır. Çünkü öğrencinin ibâdetiyle Allah'tan başkasını kasdetmesi, hâl-i hâzırda da, ilim nazarında da zararın ta kendisidir. Bazen hocası kendisine faydalı olur, bazen de olmaz. Bu bakımdan hal-i hâzır elinde bulunan bir ameli, mevhum bir ilme nasıl fedâ eder? Böyle bir hareket caiz değildir. Aksine ilmi Allah için öğrenmesi ve ilimle Allah'a ibâdet etmesi, Allah rızası için hocasına hizmet etmesi uygundur. Hocasının kalbinde bir mertebeye sahip olmak için değil... Eğer ilmin ibâdet olmasını kastediyorsa, ibâdet edenler Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardır. Onlar ibâdetleriyle Allah'tan başka hiç kimseyi memnun etmemekle görevlendirilmişlerdir.

Annesine ve babasına hizmet eden de böyledir. Onların yanında maddî bir mertebeye sahip olmak için onlara hizmet etmemeli. Ancak annesinin ve babasının razı olmasından dolayı Allah'ın kendisinden râzı olacağı düşüncesiyle onlara hizmet etmelidir. Anne ve babasının yanında maddî bir kıymete ulaşmak için onlara yapmış olduğu itâatla riyakârlık yapması caiz değildir. Çünkü böyle yapması hâl-i hâzırda riyakârlıktır. Allah Teâlâ kıyamette onun riyakârlığını ifşa ettiği zaman, kıymeti anne ve babasının kalbinden de düşecektir.
Halktan uzak yaşayan zahide gelince, Allah'ın zikrine ve ilmine kanâat etmekle yetinmesi uygundur. Halkın zâhid olmasını bilmelerini ve dolayısıyla kendisine kıymet vermelerini kalbine bile getirmemelidir. Çünkü böyle düşünmek göğsünde riya tohumunu yeşertir. Öyle ki bu riyadan dolayı tek başına kaldığı zaman bile ibâdetler kendisine kolaylaşır. Oysa ibâdetlerde sükûna kavuşması, halkın, uzlete, çekildiğini bilmelerinden ve takdir etmelerinden neşet eder ve ibâdetleri kendisine kolay getiren şeyin bu olduğunu bilmez.
İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: 'Sem'an denilen bir rahipten mârifeti öğrendim. Onun manastırına girdim. Kendisine şöyle sordum:

-Ey Sem'an! Ne zamandan beri bu manastırda bulunuyorsun?

-Yetmiş seneden beri bulunuyorum!

-Senin yiyeceğin nedir?

-Ey müslüman! Neden bunu bilmek istiyorsun?

- Sadece öğrenmek istiyorum?

- Her gece bir nohut!
-Bir nohutun sana yetmesini temin edecek kadar kalbini kabartan nedir?

-Karşındaki kiliseyi görüyor musun?

-Evet

-Oradakiler her sene bir gün bana gelirler. Manastırımı süslerler. Etrafında tavaf yaparlar. Beni tâzim ederler. Bu bakımdan nefsim ibâdetten ağırlaştığı zaman, ona o ânın azizliğini hatırlatıyorum. İşte ben bütün bir senenin zahmetini bir ânın azizliği için çekiyorum. O halde, ey müslüman! Sen de bir anlık zahmeti, ebedî bir azizlik için sineye çek!

Böylece kalbime mârifet yerleşti. Sem'an sordu:
-Daha fazlasını söyleyeyim mi?

-Evet!

-Manastırdan iniver!Bunun üzerine ben manastırdan indim. Sem'an da bana içinde yirmi nohut bulunan bir kap sarkıttı ve bana dedi ki: 'Kiliseye git! Onlar sana birşey sarkıttığımı gördüler!'Kiliseye girdiğim zaman hristiyanlar etrafıma toplandılar ve dediler ki:

-Ey müslüman! O ne idi? Şeyh sana ne sarkıttı?

-Yiyeceğinden bana verdi!
-Sen onun yiyeceğini ne yapacaksın? Biz ona daha müstehakız!Bunlara bir fiyat biç de alalım!

-Yirmi dinar veriniz!Onlar bana yirmi dinar verdiler. Böylece Sem'an'a geri geldim. Bana şöyle dedi:

-Ey müslüman! Ne yaptın?

-Onlara, verdiklerini sattım!

-Kaça sattın?

-Yirmi dinara,,.

-Yanılmışsın. Eğer sen yirmibin dinar deseydin yine sana verirlerdi. İşte bu senin kendisine ibâdet etmediğin bir kimsenin
azizliğidir. Öyleyse kendisine ibâdet ettiğinin azizliğini sen düşün!Ey müslüman! Rabbine yönel! Dolaşmayı bırak!Gaye; nefsin kalplerde tâzim edilmesinin azizliğini hissetmesi, tenhada ibâdete yönelmesine vesile olur. Bazen kul bu inceliği hissetmez. Bu bakımdan böyle bir felâketten nefsini sakındırması uygundur. Kulun bu felâketten selâmet kalmasının alâmeti, halk ile dört ayaklı hayvanların onun yanında (takdir etmeleri yönünden) eşit olmasıdır. Eğer onlar onun hakkındaki inançlarını bozarlarsa buna zerre kadar kızmaz ve sıkılmaz. Ancak bir sıkıntı hissedebilir Eğer bu zayıf sıkıntıyı kalbinde görürse derhal akıl ve imanıyla bunu bertaraf etmelidir; zira kişi, ibâdette bulunur ve bütün halk da ona muttali olursa, bu durum onun huşûurnu zerre kadar artırmaz ve halkın onu bu durumda görmesinin sevinci kalbine girmez. Eğer az bir sevinç kalbine girerse, bu zayıf olduğunun delilidir. Fakat akıl ve imanın bunu istememesi ile bu sevinci reddetmeye muktedir olup derhal reddetmeye yöneldiğinde, bu sevgiye meyletmek suretiyle kabul etmediğinden böyle bir kimsenin emeğinin boşa gitmemesi umulur. Ancak halkın kendisini müşahede etmesi anında huşûu, halk kendisine fazlasıyla önem vermesin diye inkıbazı artarsa böyle yapmakta sakınca yoktur. Fakat bunda gurur vardır; zira nefsin gizli şehveti bazen huşûu belirtmek, inkıbazı talep etme hastalığına tutulmakla olur. Bu bakımdan nefsini 'inkıbazı kastediyorum' iddiasında bulunduğu zaman Allah'tan gelen şiddetli bir yemin ile muahaze etmelidir.
Halkın kendisinden ürkmesinin ancak çok kaçmasından veya çok gülmesinden veya çok yemesinden meydana geldiğini bildiğinde, nefsi eğer buna müsamaha gösterirse, o iddiasında doğrudur. Nefsi bunları yapmaya değil, ibâdet etmeye müsamaha gösterirse bu durum, nefsin insanlar yanında maddî bir mertebe arzuladığını gösterir. Bu durumdan ancak kalbine varlıkta Allah'tan başkasının olmadığı yerleşen bir kimse kurtulabilir. Bu kimse, öyle bir amel yapmalı ki eğer o kişi tek başına yeryüzünde olsaydı yine o ameli yapardı. Bu bakımdan bunun kalbi, sökülmesi zor olmayan zayıf hatıralarla ancak halka iltifat eder. Durum böyle olduğu zaman halkın müşahede etmesinden ötürü bozulmaz. Bu hususta doğru olduğunun alâmeti şudur: Eğer iki arkadaşı olsaydı, onlardan biri zengin, diğeri fakir bulunsaydı, zenginin geldiği anda nefsinde ikram olsun diye fazla bir hareket bula-mazdı. Ancak zenginde fazla ilim olursa, zenginliğinden değil, bu sıfatından ötürü kendisine ikramda bulunabilir. Bu bakımdan zenginlerin görmesine daha fazla istekli olan, riyakâr veya haris bir kimsedir. Aksi takdirde fakirlere bakmak ahiretteki teşviki daha artırır. Kalbe meskeneti sevdirir. Zenginlere bakmak ise bunun tam tersinedir. Durum bu iken, zengine bakmak, nasıl fakire bakmaktan daha sevimli olabilir?

Süfyan es-Sevrî'nin meclisinde olduğu gibi hiçbir mecliste zenginlerin daha fazla zelil edildiği görülmemiştir. O, zenginleri safın arkasında oturtur, fakirleri öne alırdı. Hatta zenginler Süfyan es-Sevrî'nin meclisinde fakir olmayı temenni ederlerdi.
Evet! Zengin sana daha yakın ise veya aranızda bir hak veya daha önce bir dostluk varsa, o vakit ona fazla ikram etmek hakkına sahipsin. Fakat bu öyle bir tarzda olmalıdır ki eğer o ilgiyi bir fakirde bulursan, zengini ikram ve îzaz etmekte elbette fakire tercih etmemelisin. Çünkü fakir, Allah katında, zenginden daha şereflidir. Bu bakımdan zengini fakire tercih etmenin sebebi ancak onun zenginliğine tamah etmek ve ona riyakârlık yapmaktır! Sonra zengin ile fakiri, oturmakta eşit tuttuğun zaman, hikmeti ve huşûu zengine daha fazla izhar etmenden korkulur. Bu da gizli riyakârlıktır veya gizli bir tamahkârlıktır.

İbn Semmam93 bir cariyesine demiştir ki: 'Bana ne oluyor ki Bağdad'a geldiğim zaman hikmet kapısı bana açılıyor'. Cariye şöyle cevap vermiştir: 'Tamahkârlık senin dilini keskinleştirir!

Cariye doğru söylemiştir; zira dil, fakirin yanında konuşmadıklarını zenginin yanında konuşur. Böylece fakirin yanında duymadığı huşûu, zenginin yanında duyar. Bu işte nefsin hileleri ve gizli planları sayılmayacak kadar çoktur. O hilelerden seni ancak Allah'tan başkasını kalbinden çıkarmak, hayatın boyunca nefsine şefkat göstermeye yönelmek, nefsine geçen günlerde bulandırıcı şehvetlerden ötürü razı olmamak kurtarabilir. Şayet sonu yakın olan günlerde bulandırıcı şehvetlerden ötürü nefsin için ateşe razı olursan, bu takdirde dünyada, dünya padişahlarından biri gibi olursun. Bu padişahı şehvetler imkân sahibi kılmış, lezzetler ona yardım etmiş, fakat bedeninde hastalık vardır. Eğer şehvetlere fazlasıyla dalarsa, her saat nefsinin helâk olmasından korkar.

Bilir ki korunduğu ve şehvet ile mücadele ettiği takdirde yaşayacak ve padişahlığı devam edecektir. Bunu bildiği takdirde doktorlarla oturur, eczaneleri dolaşır. Acı ilaçları içmeyi âdet edinir, acılıklarına karşı sabır gösterir. Lezzetlerin kaynaklarını
terkeder ve terkettiklerine sabır gösterir, Bu bakımdan bu kimsenin bedeni hergün az yediğinden dolayı gittikçe zayıflar, fakat iyi korunduğu için hastalığı hergün azalır. Bu bakımdan nefsi herhangi bir şehvete karşı kendisiyle mücadele ederse, acılar ve elemlerin peşi peşine geleceğini, düşmanlarını sevindirip ölüme sürükleyeceğini düşünür. Ne zaman herhangi bir ilacı içmesi kendisine zor gelirse, o ilaçtan istifade edeceği şifayı düşünür. O şifa ki nimetleriyle, rahat bir hayat içinde sıhhatli bir beden içinde, kaygısız bir yürekle, nafiz bir emirle lezzetlenmesine vesiledir. Bunu düşündükçe geçici lezzetleri terketmek ve sıkıntılara karşı göğüs germek kendisine hafif gelir.

Ahiret mülkünü isteyen müslüman mürid de böyledir. Âhirette kendisini helâk edici her şeyden korunur. O şeyler de dünyanın lezzetleri ve geçici zevkleridir. Bu bakımdan onların azıyla yetinir, zayıflık, solgunluk, halktan uzak yaşama, üzüntü, korku ve Allah'ın gazabının gelip helâk olacağından korkarak, azabından kurtulmayı ümit ederek, halk ile ünsiyet peyda etmeyi terketmeyi seçer. Bu bakımdan yakîn şiddetlendiği, işin neticesine imanı kesinleştiği, ebediyyen Allah'ın rızasında daimî nimetlerde kendisine hazırlanana kesinlikle inandığı anda bütün zahmetler kendisine az gelir.

Sonra bilir ki Allah kerîm ve rahimdir. Rızasını talep eden kullarına daima yardımcı, onlara şefkat edici ve onlar üzerine âtıfet ve nimetini atıcıdır. Eğer Allah dilerse onları zahmet çekmekten kurtarır. Fakat onları denemek istemiştir. İradelerini doğruluklarını, hikmet ve adaletinden ötürü, bilmek istemiştir. Sonra kul, başlangıçta zahmetli olanı göğüslediği zaman Allah Teâlâ, yardım etmek ve kolaylaştırmakla kendisine yönelir. Zahmetleri kendisinden düşürür. Sabretmeyi kendisine kolaylaştırır. İbadeti kendisine sevdirir. İbâdet içerisinde kendisini diğer lezzetlerden meşgul edici münâcaat lezzetini rızık olarak verir. Şehvetleri öldürmek hususunda kendisini takviye eder. Siyasetini, takviyesini bizzat idare eder. Yardımıyla imdadına koşar. Çünkü kerîm olan Allah, ümitli bir kimsenin çalışmasını boşa çıkarmaz. Seven bir kimsenin emelini mânâsız bırakmaz.
Bana bir karış yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. (Hadîs-i Kudsî)

Yemin olsun, ebrarın benimle mülâki olmaya dair iştiyakları oldukça arttı. Oysa ben onlarla mülâki olmaya onlardan daha fazla iştiyak duyarım.(Hadîs-i Kudsî)

Bu bakımdan başlangıçta kul, ciddiyetini, doğruluğunu ve ihlâsını izhar etmelidir. Allah'ın rahmetine, şefkatine, keremine ve cömertliğine lâyık olan birşey, onu Allah'a yaklaştırmaktan alıkoymamalıdır!

Kitabu Zemm'il-Câh ve'r-Riya (Makam Düşkünlüğünün ve Riyanın Kötülenmesi) bölümü burada tamamlanmış bulunuyor. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur

__________________

90) Tam adı Ebu Rukiye Temim b. Evs b. Hârise b. Sur b. Cüzeyme b. Rezzah b. Adiy b. ed-Dârdır. H. 9da Medineye gelip müslüman olmuştur. Hz. Peygamber'e Cessase (Deccal) kıssasını zikreden kimsedir. Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra Şam'a göç etti. Filistin'de kaldı. Filistin'deki Aynun köyü ona verilmişti. Kabri Cebrun'dadır.
91) Ebu Dâvud, İbn Mâce (Namaz bölümünde de geçmişti).
92) Mübarek, Süfyan es-Sevrî'nin oğlu değil, kardeşidir. Tam adı Mübarek b. Said b. Mesruk es-Sevrî'dir. Âma idi. Künyesi Ebu Abdurrahman'dır. Kûfeli olan bu zat, Bağdad'da ikamet ediyordu. H. 80'de vefat etmiştir.
93) Tam adı Muhammed b. Sebih b. Semmak el-Bağdadî'dir. Meşhur bir vâiz idi.
Cah ve Riya'nın Kötülü