9. Riya ve Afetlere Kapılmak Korkusuyla İbâdetleri Terketmek

Halktan bir grup, amelle riyakâr olacağından korkarak ameli bırakmaktadır. Oysa böyle yapmak yanlış ve şeytana uymaktır. Âfetlerin korkusundan dolayı terkedilen ve terkedilmeyen ameller hakkında hakîkat bizim zikredeceğimizdir: Şöyle ki, ibâdet ve taatlar, bizzat kendisinde zevk olmayan, aksine esasında zahmete katlanmak, malî ve bedenî mücâhedeler olan, ancak muttakî olduğunda insanların övgüsüne sebep olan ve bundan ötürü zevkli olan namaz, oruç, hac ve gazâya gitmek gibi kısımlarla, bizzat kendisinde zevk olan kısımlara ayrılır. Zevkli olan kısmın çoğu bedenle ilgili olmayan, aksine hilâfet, kadılık, idarecilik, zâbitlik, namazda imamlık, vaizlik, müderrislik, infak etmek, halkla ilgili bulunduğundan ve içindeki zevkten dolayı âfeti pek büyük olan ibâdetler gibi halka taallûk eder,

Birinci Kısım

Birinci kısım, başkasıyla ilgilenmeyen ve sadece bedene lazım olan oruç, namaz ve hac gibi bizzat kendisinde zevk olmayan ibâdetlerdir. Bu ibâdetlerde riyanın tehlikeleri üç tanedir:

Birincisi: Amelden önce olan riyadır. Bu riya, halkın görmesi için başlangıçta insanı o ibâdete teşvik eder. Oysa beraberinde dinî bir teşvik bulunmamaktadır. Bu tür bir ameli terketmek gerekir. Çünkü bu amel içinde ibadet olmayan sırf mâsiyet ve günahtır; zira âbid suretine bürünerek halkın kalbinde mevkî istemektir. Eğer insanın riyanın teşvikini nefsinden uzaklaştırmaya ve nefsinden riya teşvikini uzaklaştırmak için 'Sen Allah'tan utanmıyor musun? Allah için ibâdet ve amelle cömertlik yapmayıp da kulları için cömertlik yapıyorsun!' demeye gücü yetiyorsa, amel yapmak suretiyle riya düşüncesinin kefaretini nefsine ödetebiliyorsa derhal ibâdetle iştigal etsin.

İkincisi: Allah için ibâdet yapmasıdır. Fakat ibâdetin akdiyle beraber ve başlangıcında riya başgösterirse, bu durumda ibâdeti terketmek uygun değildir. Çünkü böyle bir kişi, dinden gelen iteleyici bir kuvvet bulmuştur. Bu bakımdan ibâdete başlamalı, riyayı bertaraf etmek hususunda nefsiyle mücadele etmelidir. Daha önce zikrettiğimiz gibi nefse riyayı çirkin göstermek ve riyayı kabul etmekten çekinmek gibi tedavi usûlleriyle ihlâsı elde etmeye çalışmalıdır.

Üçüncüsü: İhlâs üzerine ibâdeti yapar. Sonra riya ve riyayı isteyen sebepler başgösterir. Bu bakımdan riyayı bertaraf etmek için mücâhede etmesi gerekir. Amel, ihlâslı olsun, arınsın diye, ameli terketmemelidir. Nefsini ameli tamam edinceye kadar zorla ibâdete yöneltmelidir. Çünkü şeytan önce amel ve ibâdeti terketmeye dâvet eder. Ona bu hususta uymadığın ve amelle meşgul olduğun takdirde, seni riyaya dâvet eder. Bu hususta da istediğini kabul etmeyip onu kovduğun zaman sana şöyle demekle yetinir: 'Bu ibâdet hâlis değildir. Sen burada riyakârsın. Zahmetin boşunadır. İçinde ihlâs bulunmayan bir ibâdetten sana ne fayda gelebilir?'

Bu sözleri, seni ibâdeti terketmeye iteleyinceye kadar tekrar edip durur. İbâdeti terkettiğin zaman, onun gayesi tahakkuk eder. Riyakâr olmasından korkarak ibâdeti terkeden bir kimsenin misali, tıpkı şu kölenin misâline benzer: Efendisi kendisine içinde zivarı (karacuk) bulunan bir buğdayı teslim eder ve 'Bu buğdayı güzel bir şekilde ayıkla' der. O ise bu işi temelinden bırakır ve der ki: 'Eğer bu işi yaparsam buğdayın güzel bir şekilde ayıklanmayacağından korkuyorum'. Böylece işi temelinden terkeder. Böyle yapmak amelin aslıyla beraber ihlâsı terketmek demektir ve mânâsız bir harekettir.

Halkın 'Bu adam riyakârdır' demesinden korkarak ve dolayısıyla günahkâr olmalarından endişe ederek ibâdeti bırakmak da bu türdendir. Bu tip vesveseler şeytanın hilelerindendir. Çünkü böyle sanan bir kimse, önce müslümanlar için su-i zanda bulunmuş demektir. Oysa müslümanlar için su-i zanda bulunmak hiç de hakkı değildir. Sonra eğer böyle birşey var ise, onların sözü kendisine bir zarar vermediği gibi ibâdetinin sevabını da elinden çıkaramaz. Onların riyakâr demelerinden korkarak ibâdeti terketmek riyanın ta kendisidir; zira eğer halkın övmesinden hoşlanmamış ve zemlerinden korkmamış olsaydı, onların sözleriyle ne ilgisi olabilirdi? Onların 'O riyakârdır' veya 'İhlâslıdır' demeleri arasında hiçbir fark olmazdı. Acaba riyakâr olduğunun söylenmesinden korkarak ibâdeti terketmek ile 'kusurludur, gâfildir' denmesinden korkarak güzel ibâdet yapmanın arasında ne fark vardır? İbâdeti terketmek, bu ikincisinden daha şiddetli ve dehşetlidir. İşte bunların hepsi câhil âbidler için şeytanın hileleridir. Sonra ibâdeti terketmek suretiyle şeytandan kurtulmayı nasıl ümit edebilir? Zira şeytan hiçbir zaman yakasını bırakmamaktadır. Kendisine der ki: "İşte şimdi halk sana 'ihlâslıdır ve şöhreti istemiyor denilsin diye ibâdeti terketmektedir' derler". Böylece seni halktan kaçmaya mecbur eder. Eğer kaçıp da yeraltında bir izbeye sığınsan bu sefer kalbine, halk tarafından zâhidliğinin ve halktan kaçmanın ve bundan dolayı kalpten seni tâzim etmelerinin bilinmesinin tadını yerleştirir. Öyleyse sen nasıl şeytandan kurtulabilirsin? Şeytandan kurtuluş, ancak kalbine riya âfetinin mârifetini gerekli kılmanla mümkündür. 'Riya ahirette zarar olduğu gibi, dünyada da riyada fayda yoktur' hakikatini kalbine ihtar etmelisin ki kalbin daima riyadan nefret edip ondan sakınsın. Bununla beraber perva etmeksizin ibâdete devam etmelisin! Eğer düşman, tabiatın bozulduğuyla çarpışırsa, bunun sonu gelmez. Bunun için ibâdeti terketmek insanı dalâlete ve hayırları terketmeye sevkeder!
Bu bakımdan ibâdete yönelmek için dinî bir teşvikçi buldukça ibâdeti terketme! Riya tehlikesiyle çarpış! Allah'tan utanmayı kalbinden uzaklaştırma! Nefsin Allah'ın övmesi yerine mahlûkların övmesini tercih etmeye seni dâvet ettiği zaman Allah'tan utan; zira O, kalbine muttalidir. Eğer mahlûkat, kalbine muttali olsaydı ve onlar tarafından övülmeni istediğini bilseydiler muhakkak senden nefret ederlerdi. Eğer rabbinden utanarak nefsine bir ceza olarak fazla ibâdet yapmaya gücün yetiyorsa derhal yap!

Eğer şeytan sana 'Sen riyakârsın' dese, onun yalancı ve kandırıcı olduğunu kalbindeki riyaya karşı duyduğun nefretten anla! Kalbinin riyadan tiksinip ondan korkması ve Allah'tan utanmasıyla bil! Eğer kalbinde riyaya karşı bir nefret ve riyadan çekinme olduğuna tesadüf etmezsen, aynı zamanda dinî bir teşvik de yoksa, riya teşviki tek başına varsa, bu takdirde ibâdeti terket! Fakat böyle bir durumun olması da gayet uzaktır! Bu bakımdan kim Allah için ibâdete başlarsa, elbette onunla beraber sevap kastının esası devam etmelidir.

Soru: Şöhret korkusundan ötürü seleften birçok kimsenin ibâdeti terkettikleri nakledilmiştir! Nitekim rivayet ediliyor ki, İbrahim en-Nehaî'nin huzuruna, Kur'an okuduğu bir anda, biri girdi. İbrahim Kur'an'ı derhal kapatıp okumayı terketti ve şöyle dedi: 'Bu adamcağız, bizim her saat Kur'an okuduğumuzu sanmasın!' İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Konuşma hoşuna gittiği zaman, sükût et! Sükût etmek hoşuna gittiği zaman konuş!' Hasan Basrî şöyle demiştir: 'Seleften biri, yolda müslümanlara eziyet veren bir şeyin yanından geçtiği zaman o şeyi alıp yoldan atmaktan onu ancak şöhretten korkması menederdi'. Seleften bazılarına ağlamak galebe çaldığı halde şöhret korkusundan onu derhal gülmeye çevirirdi. Nitekim bu hususta birçok rivayetler vârid olmuştur.

Cevap: Sayılmayacak kadar çok insanlardan ibâdet ve taatları açıkça yapmaları hakkında vârid olan rivayetler, bu rivayetlerle muâraza etmektedir. Hasan Basrî'nin bu konuşmayı va'z ve nasihat tarzında söylemesi, şöhret korkusuna ağlamaktan ve yolda bulunan eziyet verici şeyleri uzaklaştırmaktan daha yakındır. Sonra onu terketmedi.

Kısacası nafile ibâdetlerin terki caizdir. Buradaki konuşma en faziletli olan hakkındadır. En faziletlisine ise, ancak kuvvetlilerin gücü yeter, zayıfların değil! Bu bakımdan en faziletlisi ibâdetlerini tamamlamak ve ihlâsı temin hususunda var kuvvetiyle çalışmak ve onu terketmemektir. Ameller ve ibâdetlerin erbabları, korkularından ötürü bazen nefislerini, en faziletlinin zıddı ile tedavi etmektedirler. Bu bakımdan en faziletlilerini yapmak daha uygundur.

İbrahim en-Nehâî'nin Kur'an'ı kapatmasına gelince, bu hâdiseyi şöyle tevil etmek mümkün. İbrahim en-Nehâî, adam geldiğinde okumayı terketmek zorunda olduğunu bildiği için adam gittikten sonra okumaya yeniden başlamak için okumayı bırakmış olabilir. Bu bakımdan o, kişinin kendisini okurken görmemesinin riyadan daha uzak olduğu düşüncesindedir. Nitekim kendisi onunla meşgul olmak için Kur'an okumayı terk edip bilâhare Kur'an okumaya dönmeyi düşünmüştür.

Yoldan geçenlere eziyet veren şeyi uzaklaştırmayı terketmeye gelince, bu şöhret âfetini gerektirmesinden ve halkın teveccühünü kazanmaya vesile olmasından ötürü korkulan hareketlerdendir. Yoldan kaldırılan çöpün sevabından daha büyük ibâdetlerden kendisini meşgul edeceklerinden korktuğundan dolayı terketmiştir. Bu bakımdan bunu terketmek bundan daha büyük ibâdetleri korumak içindir. Sadece riya korkusu için değildir.
İbrahim et-Teymî'nin 'Konuşma hoşuna gittiği zaman hemen sus!' sözüne gelince, mümkündür ki bununla, hikâyelerde fesâhat göstermek gibi konuşmanın mübah kısımlarını kasdetmiştir; zira böyle bir konuşma kendisini beğenmeyi gerektirir. Böylece mübah olan sükûtun da gerektiği anlaşılır. Çünkü ucub ve benimseme mahzurludur. Bu bakımdan bu, ucubtan korkarak bir mübahtan diğer bir mübaha geçmektir.

Hak ve söylenilmesi gereken konuşmaya gelince; bu, kesinlikle belirtilmemiştir. Buna rağmen konuşmada âfet, oldukça büyüktür. O halde ikinci kısma dahil olur.
Bizim konuşmamız, halkla ilgili olmayan, âfetleri çok olan ve sadece kulun bedeni ile ilgili olan ibâdetler hakkındadır. Sonra Hasan Basrî'nin 'Onlar şöhret korkusundan ötürü eziyet veren şeyleri yoldan uzaklaştırmıyorlardı ve ağlamayı terk ediyorlardı!' sözüne gelince, çoğu zaman mümkündür ki bu söz, en faziletliyi bilmeyen zayıfların ve bu incelikleri idrâk etmekten aciz olanların hallerini hikâye etmektir. Hasan Basrî bunu ancak halkı şöhret âfetinden korkutmak ve şöhreti talep etmekten uzaklaştırmak maksadıyla söylemiştir.

İkinci Kısım

İkinci kısım, halkla ilgili âfet ve tehlikesi büyük olan kısımdır. Bunun tehlike bakımından en büyüğü hilâfettir. Sonra kadılık, sonra va'z ve irşad, sonra müderrislik, sonra fetva, sonra da malı infak etmek gelir.
Hilâfet ve emirliğe gelince, adalet ve ihlâsla beraber olduğu zaman ibâdetlerin en faziletlilerindendir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Yemin olsun, âdil bir imamın bir günü, kişinin tek başına yapmış olduğu altmış senelik ibâdetinden daha üstün ve hayırlıdır.73

Bu bakımdan bir tek günü altmış senelik ibâdete eşit olan bir taat, ne büyük bir ibâdettir!
Cennete ilk girenler üç sınıftır ve âdil imam onlardan biridir...74

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: 'Üç sınıf vardır, onların duaları geri çevrilmez: Adil imam, onlardan biridir.75

Kıyamet gününde bana insanların en yakını âdil imamdır.

Bu hadîsi Ebu Said el-Hudrî rivayet etmiştir. Bu bakımdan emirlik ve hilâfet, ibâdetlerin en büyüklerindendir. Oysa muttakîler, eskiden beri bunları terketmekte ve bunları kabul etmekten sakınmaktalar. Bunun hikmeti buradaki tehlikenin büyüklüğüdür; zira bu vazifeden dolayı içteki sıfat ve nitelikler harekete geçer, rütbe ve istilâ lezzeti, emrin nâfiz olmasının sevgisi nefse galebe çalar. Bu vazife dünya sığınaklarının en büyüğüdür. Bu bakımdan velayet sevimli olduğu zaman vâli, nefsinin isteklerini yerine getirmek için çaba sarfeder. Böylece hevâ-i nefsinin peşine takılması yakın bir ihtimal olur. Bu bakımdan mertebe ve velayetine zarar getiren şeyleri -hak da olsa- menetmeye çalışır. Bâtıl da olsa, derecesini yücelten şeyleri yapmaya gayret eder. İşte bu takdirde helâk olur ve böylece zâlim bir sultanın bir günü, bir fâsığın altmış senelik fıskından daha şerli olur. Nitekim daha önce zikrettiğimiz hadîsin mefhumundan bu anlaşılmaktadır.

Bu büyük tehlike için Hz. Ömer (r.a) şöyle derdi: 'Acaba içindeki tehlikelerle beraber kim idareciliği benden kabul eder?' Nasıl böyle olmasın! Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir kabileye idareci olan bir kimse yoktur ki kıyamet gününde eli boynunda kelepçeli olarak huzur-u ilâhîye gelmesin! Bu kimseyi ya adâleti o kelepçeden kurtarır veya zulmü kendisini helâk ettirir.

Bu hadîsi Ma'kal b. Yesar76 rivayet etmiştir. Hz. Ömer, Ma'kal b. Yesar'ı (Basra valiliğinden önce) bir vilayete vali tâyin etti. Ma'kal, Hz. Ömer'e hitaben 'Ey Mü'minlerin emîri! Bana nasıl hareket edeceğimi söyle!' dedi. Hz. Ömer cevap olarak 'Otur ve benden sakla!' buyurdu.

Hasan Basrî rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a) bir kişiyi vali tayin etti. O kişi Hz. Peygamber'e 'Bana en hayırlısını seç' deyince, Hz. Peygamber, ona cevap olarak 'Otur!' dedi.77

Abdurrahman b. Semure'nin rivayet ettiği hadîs de böyledir; zira Hz. Peygamber ona şöyle demiştir:

Ey Abdurrahman! Emîrliği isteme! Zira sen istemeden emirlik verilirse, o hususta yardıma mazhar olursun. Eğer istemenle emirlik sana verilirse, ona havale edilmiş olursun!78

Ebubekir Sıddîk (r.a) Râfi b. Ömer'e dedi ki: 'İki kişiye dahi emîr olmaya razı olma!' Sonra Hz. Ebubekir bizzat halife seçilince Râfi kendisine dedi ki: 'Sen bana iki kişiye dahi baş olma demedin mi? Oysa sen Ümmet-i Muhammed'in işini üzerine aldın!' Hz. Ebubekir Sıddîk 'Evet! Ben yine sana aynı şeyi diyorum! Kim bu va-zifede adalet etmezse Allah'ın lâneti onun üzerinedir' dedi.

Basireti az olanlar, emirliğin fazileti hakkında vârid olan hadîslerle, emirlikten sakındırmak hususunda vârid olan hadîslerin arasında çelişki görebilirler. Oysa böyle birşey yoktur. Burada hakîkat şudur: Dinde kuvvetli bulunan havass için idarecilikleri kabul etmekten kaçınmak uygun değildir. Zayıflar için de uygun değildir; zira onlar bu vazifeleri alıp helâk olurlar. Buradaki 'kuvvetli'den gayem, dünyanın kendisini kaydırmadığı, tamahkârlığının kendisini felâkete sürüklemediği kimsedir. Allah için hiçbir kimsenin kınamasından çekinmez. Böyleleri halka aldırmazlar, dünya hususunda zâhid olmuşlardır. Dünyadan ve halkın ihtilâtından nefret etmişler, nefislerini mağlup etmiş, dizginini ele almışlardır. Şeytanları gemlemişler, dolayısıyla şeytan onları aldatmaktan ümitsiz olmuştur. Bu bakımdan bu kimseleri haktan başka hiçbir şey harekete geçirmez. Bunları haktan başka hiçbir şey teskin etmez. Canları pahasına haktan ayrılmazlar! O halde onlar emirlik ve hilâfet hususunda fazileti elde eden kimselerdir. Kim bu sıfatta olmadığını biliyorsa, onun için idarecilik almak haramdır.

Kim nefsini deneyip hak için sabredici olduğunu görürse, idareciliklerin dışında şehvetlerden kaçtığını müşahede ederse, fakat buna rağmen idarecilik tadını aldığı zaman bozulacağından korkarsa, idareciliğin hoşuna gideceğinden ve emrinin yerine getirilmesi zevk verdiğinden ve icabında işinden atılmaktan hoşlanmamaktan endişe ederse ve işinden atılmamak için yağcılık yapmasını muhtemel görürse, böyle bir kimsenin hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bu kimse acaba idarecilikten kaçınmalı mıdır?

Bazıları demiştir ki: 'Kaçınması farz değildir. Çünkü yukarıda sayılan tehlikeler gelecek zamanda olacak bir şeyin korkusu ve endişesidir. Hâl-i hâzırda ise, nefsin lezzetlerini terketmek ve haktan ayrılmamak hususunda nefsini kuvvetli görmektedir'.

Doğrusu böyle bir kimseye idarecilikten sakınmak gerekir. Çünkü nefis kandırıcıdır. Hakkı iddia eder, hayrı va'd eder. Eğer kesinlikle hayrı va'd ederse, yine idarecilik anında bozulmasından korkulur. O halde tereddütü olduğu zaman, nasıl korkulmasın? İdareciliği kabulden kaçınmak, başladıktan sonra azledilmekten daha kolaydır. Azil elem vericidir. Nitekim 'azil, erkeğin talâkıdır' darb-ı meseli meşhurdur.

Bu bakımdan kişi idareciliğe başladıktan sonra nefsi artık azlolup uzaklaştırılmasına müsamaha göstermez. Nefsi yağcılık yapmaya, hakkı ihmal etmeye doğru kayar ve dolayısıyla sahibini cehennemin derinliğine düşürür. Ölüme kadar bu idarecilikten el çekmeye artık gücü yetmez. Ancak kerhen ve cebren uzaklaştırılırsa başka... Bu şekildeki uzaklaştırmakta da idareciliği seven herkes için bir azap vardır. Ne zaman nefis idareciliği aramaya meylederse, sahibini idareci olmak için zorlarsa, bu nefis şerri şiddetle emreden nefistir. Onun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Biz elbette bizden vazife dileyeni, idareci yapmayız.79

Zayıf ve kuvvetlinin hakkındaki hükmün değişik olduğunu bildiğin zaman Ebubekir Sıddîk'in Râfî'i idarecilikten menetmesi ile bilâhare kendisinin idareciliği kabul etmesinin arasında çelişki olmadığını anlayacaksın.

Kadılığa gelince, kadılık her ne kadar hilâfet ve imametten derece bakımından daha az ise de o da iki vazifenin ağırlığını taşımaktadır; zira her velayet sahibi nâfiz bir emre sahiptir. Emirlik doğal olarak sevilir. Hakka tâbi olmakla beraber kadılıkta sevap büyüktür. Haktan inhiraf edince de cezası büyüktür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kadılar üçtür: İkisi cehennemde, biri cennettedir.80

Kim kadılık vazifesini almaya koşarsa, o kimse bıçaksız kesilmiş demektir.01
Bu bakımdan kadılığın hükmü, emîrliğin hükmü gibidir. Zayıf kimselerin kadılığı terketmesi uygundur. Gözünde dünyanın ve dünya lezzetlerinin kıymeti olan da kadılık vazifesini terketmelidir. Kuvvetliler bu vazifeyi almalıdır. Onlar, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezler. Ne zaman ki sultanlar zâlim iseler, kadılar da ancak onlara yağcılık yapmak suretiyle ve onların ve yakınlarının hatırı için bazı hakları ihmal etmek suretiyle kadılık yapabiliyorsa ve eğer onların aleyhinde hak ile hüküm verdiğinde kendisini azledeceklerini veya kendisine itaat etmeyeceklerini biliyorsa bu takdirde kadılık vazifesini alabilir. Fakat kadılık vazifesini aldığı takdirde onlardan hak ve hukuku talep etmesi gerekir. Azledilmenin korkusu, ihmal etmek hususunda kendisine asla bir özür olamaz. Eğer azledilirse mesuliyet kendisinden gider. Bu bakımdan eğer Allah için hüküm veriyorsa, azledilmesine sevinmesi gerekir. Eğer nefsi bu hususta müsamahakâr davranmazsa bu kimse, bu takdirde hevâi nefse ve şeytana tâbi olmak için hüküm veriyor demektir. Bu bakımdan böyle bir kimse hükmetmekten nasıl sevap bekleyebilir? Oysa kendisi zâlimlerle beraber cehennemin en dibinde olacaktır.

Vaizlik, müftilik, müderrislik, hadîs rivayet etmek, âli senedlerin toplanması ve mertebenin genişlemesine vesile olan ve kıymetini halkın gözünde artıran konulara gelince, bunun da âfeti idarecilerin âfeti gibi büyüktür. Selefin korkanları fırsat buldukça fetva vermekten çekinir, başkasına havale ederlerdi. Selef uleması şöyle derdi: 'Haddesenâ (Bize tahdîs etti) dünya kapılarından bir kapıdır. Kim 'haddesenâ' derse, muhakkak o kimse 'bana geniş yer açınız' demek istiyor!

Bişr el-Hafî, bir yük hadîs kitabını toprağa gömdü ve dedi ki:82 'Hadîs rivayet etmeye olan hırsım beni hadîsten menetti. Eğer nefsim konuşmamayı isteseydi muhakkak konuşurdum'.
Vaiz bir kimse, halkın kalbinin o vaaz ile etkilenmesinde, ağlamalarında, sızlamalarında ve kendisine hürmet etmelerinde öyle bir zevk hisseder ki hiçbir zevk bu zevke denk olamaz. Bu bakımdan vâizin kalbine bu durum hâkim olduğu zaman onun tabiatı avamın yanında tervic edilen -bâtıl olsa dahi- süslü püslü olan konuşmaya meyleder. Halk tarafından ağır sayılan her konuşmadan -hak da olsa- kaçar. Tamamen himmetini halkın kalbini harekete geçiren ve halkın kalbinde derecesini yükselten konuşmalara sarfeder. Herhangi bir hadîsi veya hikmetli bir sözü dinlediği zaman, onu minberin başında halka nakletmeye elverişli olduğu için onunla sevinir. Oysa onunla ancak saadet yolunu, din yolunu gösterdiğinden dolayı sevinmeliydi. İster onunla amel etmiş olsun, ister olmasın.

Sonra vaiz der ki: 'Allah Teâlâ bana bu nimeti ihsan etti ve bu hikmetle beni faydalandırdığı zaman ben onu söylemeliyim ki müslüman kardeşlerim de onun faydasında bana ortak olsunlar'.

İşte bu vazifede, büyük bir korku ve fitne vardır. Bu bakımdan onun hükmü de idareciliğin hükmü gibidir. Öyleyse teşvik edicisi mevkî elde etmek, din vasıtasıyla halkın malını yemek, böbürlenmek, halka karşı büyük âlim olduğunu ispat etmek olan bir kimse için, vaizliği terketmek uygundur ve bu hususta hevâ-i, nefse muhalefet etmelidir. Ta ki nefsi, olgunlaşıncaya kadar, din hususundaki himmeti kuvvet buluncaya kadar, nefsinin hakkında fitneden emin oluncaya kadar... Böyle olduğu takdirde va'z ve nasihat vazifesine yeniden dönebilir.

Eğer İlim ehli hakkında böyle hüküm verilirse ilimler yok olup ortadan kalkar. Cehalet bütün halkı kasıp kavurur!' dersen, cevap olarak deriz ki: 'Hz. Peygamber (s.a) emirliği istemeyi yasaklamıştır ve emirlikten dolayı şiddetli tehditler savurmuştur'.

Muhakkak sizler emirlik için harislik gösterirsiniz. Oysa emirlik, kıyamet gününde hasret ve nedâmettir. Ancak emirliği, hakkını vermek suretiyle yapan kimse hariç...

Süt veren (emirlik) ne mutlu, ne güzeldir! Sütten kesen (emâret) ne kötü, ne çirkindir!83
Oysa malûmdur ki saltanat ve hilâfet eğer muattal olursa din ve dünya muattal olur. Halk arasında fitne kabarır, emniyet kalkar, memleket harâbeye döner. Maişetler muattal olur. O halde bütün bunlarla beraber neden Hz. Peygamber emirliği nehyetmiştir?

Hz. Ömer (r.a) Ubey b. Ka'b'ın arkasına bir topluluğun takıldığını gördüğü zaman Ubey'i dövdü ve döverken de şöyle dedi: 'Ubey müslümanların efendisidir ha!'
Oysa Hz. Ömer, Ubey'in yanında Kur'an okuyordu, ondan ders alıyordu. Buna rağmen Hz. Ömer, halkın Ubey'e tâbi olmasını menederek şöyle demiştir: 'Böyle yapmak baş olanı saptırır, kuyruk olanlara da zillettir'.

Oysa Ömer hutbe okuyor, va'zediyor ve bunu yapmaktan da çe-kinmiyordu.

Bir kişi Hz. Ömer'den halka sabah namazından sonra va'zetmek hususunda izin istedi. Hz. Ömer onu menetti. Adam Hz. Ömer'e 'Halka va'zetmekten beni men mi ediyorsun?' diye sordu. Hz. Ömer 'Süreyya yıldızına yetişecek kadar kendini büyütmenden korkuyorum' dedi. Zira Hz.Ömer, o kişide, halkın teveccühünü ve mevkîsinin yükselmesini talep etme emarelerini görmüştü.

Kadılık ve halifelik de dinleri hususunda vaaz, müderrislik ve fetva gibi halkın muhtaç olduğu vazifelerdir. Onların her birinde fitne ve lezzet vardır. Bu bakımdan aralarında, tehlike bakımından hiçbir fark yoktur.

İtirazcının 'Bu vazifeyi almayı yasaklaman ilmin yok olmasına yol açar!' sözüne gelince, bu söz yanlıştır; zira Hz. Peygamber'in kadılığı nehyetmesi84 kadılığın muattal olmasına sirayet etmemiştir. Aksine riyasetin sevgisi halkı bunu istemeye mecbur eder. Riyaset sevgisi, ilimlerin yok olup gitmesine müsaade etmez. Bilakis eğer halk, içinde riyaset ve hürmet görmenin bulunduğu ilimleri kendileri zincir ve bukağılarla bağlanıp hapsedilseler de muhakkak hapisten kaçar, zincirleri kırar, yine de o ilimleri ararlar. Kaldı ki Allah Teâlâ'nın, bu dini, ahlâksız birtakım kavimlerle teyid edeceğini Hz. Peygamber bize va'detmiştir. (Nesâî) Bu bakımdan sen halkın işiyle kalbini meşgul etme. Kesinlikle Allah onları zâyi etmez. Sen kendi nefsin için düşün!

Bununla beraber memlekette vaaz vazifesini yerine getiren bir grup varsa, vaaz etmemek hususundaki yasak ancak onların bazılarının bu vazifeden imtinâ etmesini gerektirir. Biliniyor ki bunların tümü birden o vazifeden imtina etmez ve riyaset lezzetini bırakmazlar. Eğer memlekette bir kişiden fazla yoksa, onun da vaaz ve nasihati güzel konuştuğundan dolayı halka fayda veriyorsa, zâhirde doğru dürüst görünürse, halka da Vaazıyla ancak Allah'ı irade ediyor, dünyayı terketmiş ve dünyadan yüz çevirmiştir' düşüncesini veriyorsa, biz böyle bir kimseyi va'zdan menetmeyiz. Biz ona deriz ki: 'Bir taraftan va'zla meşgul ol, diğer taraftan nefsinle mücadele et!' Eğer derse ki: 'Nefsime gücüm yetmiyor! Bu sefer deriz ki: 'Meşgul ol, mücâhede et!' Çünkü biz kesinlikle biliyoruz ki, eğer o kişi o vazifeyi terkederse, ondan başka o vazifeyi yapan olmadığı için, halkın tamamı helâk olacaktır. Eğer gayesi dünya rütbesi olduğu halde o vazifeye devam ederse, bu takdirde yalnız kendisi helâk olur. O halde, bütün halkın dininin sel-âmeti, bizce sadece o kişinin dininin selâmetinden daha mühimdir. Bu bakımdan biz onu halka fedâ eder ve deriz ki: Bu öyle bir kimsedir ki Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur:

Muhakkak Allah Teâlâ bu dini ahlâkı olmayan birtakım kavimlerle teyid eder.85
Sonra vâiz o kimsedir ki insanları ahirete teşvik eder, konuşmasıyla insanları dünyadan soğutur, yaşantısıyla bu iki hususta tesirli olur. Bu zamanda ise vâizlerin ihdas ettikleri birtakım süslü püslü kelimeler, şiirlerle beraber seci'li lâfızlar vardır ki on-ların içinde dinin herhangi bir işinin büyütülmesi ve müslümanları korkutmak yoktur. Aksine nükteler savurmak suretiyle günahlara dalmaya cesaret vermek ve ümitler bahşetmek vardır. Böyle bir vâize gelince, memleketi böyle vaizlerden kurtarmak idarecilerin boynuna farzdır. Çünkü bu tip vâizler deccallerin vekilleri ve şeytanların halifeleridir. Biz ancak güzel vaazlı, zâhiri dine uygun, kalbinde halk tarafından hüsnü kabul görme sevgisini besleyen ve bundan başka birşey düşünmeyen vâiz hakkında konuşuyoruz. Kitab'ul-İlim'de kötü âlimler hakkında vârid olan tehdit hususunda belirttiğimiz hakikatlerde ilmin ve ilim felâketlerinin fitnelerinden sakınmanın lüzumlu olmasını belirtecek durum vardır.

Bunun için Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:

Ey kötü âlimler! Oruç tutar, namaz kılar, sadaka verirsiniz. Fakat emrettiklerinizi yapmazsınız. Yapmadıklarınızı söylersiniz. Hükmettikleriniz ne kötüdür. Söz ve temennilerle tevbe eder, nefsin hevasıyla amel edersiniz. Oysa derilerinizi kalpleriniz kirli olduğu halde temizlemeniz size hiçbir fayda vermez. Gerçek olarak sizlere derim ki, elek gibi olmayınız! Elekten güzel un çıkarıyorsunuz, fakat göğüslerinizde hileler kalıyor. Ey dünyanın köleleri! Dünyadan şehvetini kısmayan, rağbetini kesmeyen bir kimse, ahireti nasıl elde edebilir? Gerçek olarak size derim ki, sizin kalpleriniz yaptıklarınızdan hüngür hüngür ağlamakta... Dünyayı dillerinizin, ameli de ayaklarınızın altına koymuş bulunuyorsunuz. Hakkıyla size derim ki; dünyanızın ıslahıyla ahiretinizi ifsad etmiş bulunuyorsunuz. Bu bakımdan dünyanın ıslahı sizin nezdinizde, ahiretin ıslahından daha sevimlidir. Acaba sizden daha çirkin kimler bulunabilir? Vay halinize! Keşke bilseydiniz geceleyin gidenlere yolu târif ettiğinizi ve kendiniz de şaşkınlar mahallinde durduğunuzu ki bu (ne acı bir felâkettir). Sanki siz dünya ehlini, sizler için dünyayı terketmeye dâvet ediyorsunuz.Yavaş olunuz, yavaş olunuz! Azap olasıcalar! Karanlık evin dışardan damına çıra bırakmak ne fayda verir! Oysa evin içinde karanlık ve vahşet doludur! Böylece ağzınızdaki ilim nûru içinizde yoksa size ne fayda verir?!

Ey dünya köleleri! Siz ne muttaki köleler gibi, ne de hür kimseler gibisiniz. Dünyanın sizi temelinizden söküp yüz üstü atıp sonra yüzünüz üzerinde sürükleye sürükleye helâk etmesi yakındır! Sonra günahlarınız gelir alınlarınıza yapışır. Sonra ilim de sizi arkadan iteler. Sonra sizi götürüp şiddetle cezalandıran padişaha (Allah'a) teslim eder. Hem de yalın ayak, beden çıplak, tek başınıza olduğunuz halde! O padişah sizi kötülüklerinizin üzerinde durdurur, sonra kötü amellerinizden dolayı size ceza verir.

Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu hadîsi bazı kitaplarında rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: 'Bu kötü âlimler, insan şeytanlarıdır. Halk için fitnedirler. Dünyanın (geçici) mallarına ve yüksekliklerine rağbet etmişler, onu ahirete tercih edip dini dünya için zelil etmişlerdir. Onlar geçici dünyada ayıp ve lekedirler. Ahirette de zarar edenlerin ta kendileri!' Eğer "Bu âfetler açıktır. Fakat ilim ve vaaz hakkında birçok tergib edici nasihatlar vârid olmuştur" dersen, şu hadislere dikkat et!

Eğer Allah senin (nasihatin)le bir kişiyi hidayet ederse, bu senin için dünya ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır.86

Hangi çağırıcı (vâiz) ki bir hidayete çağırır ve bu mevzuda halk ona tâbi olursa, onun için kendi ecri ve kendisine tâbi olanların ecri kadar ecir yazılır.87

İlmin faziletleri hakkında bunlardan başkası da vârid olmuştur. Bu bakımdan âlim bir kişiye İlimle meşgul ol! Halka riyakârlık yapmayı bırak!' demek uygundur. Nitekim namaz hususunda kalbine riya gelen bir kimseye 'İbâdeti terketme! Fakat ibâdeti tamamla! Nefsinle de mücahede et!' denildiği gibi...

İlmin fazileti büyüktür, tehlikesi de büyüktür. Tıpkı hilâfet ve emâretin fazileti gibi... O halde biz, Allah'ın kullarından hiçbir kimseye 'ilmi terket!' diyemeyiz; zira ilmin esasında felâket yoktur. Felâket ancak, vâizlik, müderrislik ve hadîs rivayet etmek makamında oturmak suretiyle ilmi izhar etmekte olabilir.

Biz âlim kişiye 'Riya teşviki ile karışan dinî bir teşvik bulundukça ilmi terket!' diyemeyiz! Fakat sadece riya onu harekete geçirdiği zaman, ilmi izhar etmeyi terketmek kişi için daha faydalı ve daha selâmetlidir. Namazın nafile kısımları da böyledir. Bunlar hususunda riya teşvikçisi tek başına harekete geçirici ise, terkedilmeleri farzdır. Fakat riyayı istemediği halde, namazın ortasında riya vesveseleri kalbine gelirse, namazı terketmemelidir. Çünkü ibâdetlerdeki riya âfeti zayıftır, ancak idareciliklerde büyür. İlim, büyük mertebelere namzet olmakla kabarır. Kısaca mertebeler üçtür:

Birincisi: İdareciliklerdir. İdareciliklerdeki âfetler büyüktür. Âfetten korkarak idareciliği bırakan seleften bir cemaat vardır.

İkincisi: Oruç, namaz, hac ve gazâdır. Bu vazifeleri selefin kuvvetlileri de, zayıfları da yapmışlardır. Afetin korkusundan dolayı bu vazifeleri terketmek onlardan rivayet edilmemiştir. Çünkü bu vazifelere giren âfetler zayıftır. Ameli Allah için tamamlamakla beraber, o âfetleri yok etmek için az bir kuvvet kâfidir.

Üçüncüsü: Bu geçen iki rütbenin arasında bulunan bir rütbedir, va'z, fetva, hadîs rivayeti ve müderrislik mansıp ve bunlardan kaynaklanan mevkîlere tâlip olmaktır. Buralardaki âfetler idarecilikteki âfetlerden daha az, namazdaki âfetlerden daha çoktur. Bu bakımdan namazı ne zayıfın ne de kuvvetlinin terketmesi uygun değildir. Ancak zayıf bir kimse riya vesvesesini bertaraf et meye çalışır. İdareciliği ise, kuvvetlilerin değil, zayıfların terketmeleri uygundur. İlim mertebeleri bu iki mertebenin arasındadır. Kim ilim mertebesinin âfetlerini denemişse bilir ki bu idareciliğe daha çok benzer. Zayıf bir kimse için bu mertebeden sakınmak daha selâmetlidir. Allah herkesten daha iyisini bilir.
Burada dördüncü bir mertebe daha vardır. O da malın toplanması ve gereken yerlere dağıtmak için edinilmesidir. Muhakkak malı infak etmekte ve cömertliği izharda halkın övgüsünü celbetmek vardır. Halkın kalbine sürur ve lezzeti sokmakta nefis için bir lezzet vardır. Buradaki âfetler de çoktur. Bunun için Hasan Basrî'den, gıdasını arayan, gıdasını elde ettikten sonra çalışmayan bir kişi ile gıdasından fazlasını elde edip sadaka veren bir kişinin durumu sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Normal nafakasından sonra oturup ibâdete yönelen daha faziletlidir'.

Bunun hikmeti şudur: Selef, dünyada selâmetin azlığını, dünyayı Allah'a yaklaşmak için terketmenin zâhidlik olduğunu bilirlerdi.

Ebu Derdâ şöyle demiştir: 'Dımeşk (Şam) caminin merdivenlerinde durup her gün elli dinar kazanıp sadaka vermek beni sevindirmez. Dikkat edilsin! Ben bu sözümle alışverişi haram etmiyorum. Fakat kendilerini Allah'ın zikrinden ne alışverişin ne de herhangi bir ticaretin meşgul etmediği kimselerden olmayı istiyorum!'

Âlimler ihtilâf ettiler. Bir grup dedi ki: 'Kişi dünyayı helâlin-den istese ve dünyadan selâmet kalıp onu sadaka verse, böyle yapması ibâdet ve nafilelerle meşgul olmasından daha efdaldir'.

Başka bir grup dedi ki: Allah'ın zikrine devam etmek daha efdaldir. Almak ve vermek insanı aldatır, meşgul eder. Oysa İsa Mesih (a.s) şöyle demiştir: 'Ey dünyayı, onunla iyilik yapmak için isteyen kişi! Dünyayı terketmen daha sevaplıdır'.

Yine İsa Mesih şöyle demiştir: 'Buradaki en az felâket, kişinin başkalarını ıslah etmesinin kendisini Allah'ın zikrinden alıkoymasıdır. Oysa Allah'ın zikri daha büyük ve daha faziletlidir'.

Buraya kadar söylediklerimiz, âfetlerden selâmet kalan bir kimse için sözkonusudur. Dünya âfetlerine mâruz kalan bir kim-seye gelince, onun dünyayı terketmesi daha sevap ve zikirle meşgul olmasının daha üstün olduğunda şüphe yoktur.

Halkla ilgili olup ve içinde nefsin lezzeti bulunan şey, âfet ve felâketlerin kaynağıdır. En iyisi, ibâdet edip âfetleri bertaraf etmektir. Eğer kişi bundan âciz ise düşünmeli, mücâhede etmeli, kalbinden fetva istemelidir. Kalbindeki hayrı, oradaki şer ile karşılıklı tartmalı. İlim nûrunun delâlet ettiğini yapmalıdır, tabiatının meylettiğini değil...
Kısacası kalbine daha hoş gelen, çoğu zaman kendisi için daha zararlı olur. Çünkü nefis şerre teşvik eder, pek az zaman hayra teşvik eder ve ona meyleder. Her ne kadar bu bazı durumlarda uzak bir ihtimal değil ise de hakîkat budur. Bunlar yokluk veya varlıkla tafsilâtlarına hükmetmek mümkün olmayan birtakım şeylerdir. O halde hüküm, kalbin ictihadına havale edilir. Kişi dini için bu hükmü dikkatle izlemelidir. Kendisini şüphelendireni bırakıp, şüphelendirmeyene dikkat etmelidir.

Sonra zikrettiğimizde bazen de cahil bir gurur gelir. Cahil, mal kazanır fakat felâket korkusundan infak etmez. Bu ise cimriliğin ta kendisidir. Şüphe yoktur ki sadakaların ötesinde mübah yerlerde malı dağıtmak, tutmasından daha üstündür. İhtilaf çalışmaya muhtaç olan bir kimse hakkındadır. Acaba bu adam için çalışmayı terketmek mi yoksa çalışıp infak etmek mi daha üstündür veya zikir için tecerrüd etmek mi? Bu ihtilâf şundan ileri gelir: Çalışmakta âfetler vardır. Helâlden gelen malı her halükârda Allah yolunda infak etmek, onu infak etmemekten daha üstündür.

Soru: Hangi alâmetler, âlim ve vâizin doğru, vaazında ihlâslı olduğunu, halka riyakârlık etmediğini bildirir?

Cevap: Bunun birçok alâmetleri vardır: O alâmetlerden biri, eğer o vâizden daha güzel vaaz eden veya ilmi daha fazla olan biri çıkarsa, halk da bu yeni geleni daha fazla kabul ederse, samimi vâiz buna sevinir ve yeni ortaya çıkan meslektaşını kıskanmaz.

Evet! Gıpta etmekte zarar yok! Gıpta etmek, kendi nefsine onun amelinin benzerini temenni etmek demektir.

O alâmetlerin biri de, büyükler kendisinin meclisine geldikleri zaman konuşması değişmez. Aksine onların olmadığı zamandaki konuşma temposuyla devam eder. Halka aynı gözle bakar!
Diğer bir alâmet, yolda halkın arkasına takılmasını ve arkasında çarşılarda yürümelerini sevmemesidir. Bu hususun sayılması uzun sürecek birçok alâmetleri vardır. Nitekim Ebu Said b. Mervan şöyle anlatır: Hasan Basrî'nin yanında otururken mescidin kapısından Haccac-ı Zâlim içeri girdi. Onunla beraber muhafızlar vardı. Kendisi sarımtırak bir ata binmişti. Atı ile beraber caminin sahasına girdi. Caminin sağına soluna baktı. Arkasında Hasan Basrî'nin ders halkasından daha kalabalık bir topluluk görünce Hasan Basrî'nin ders halkasına doğru yöneldi, onun yakınına yürüdü. Hasan Basrî onun kendisine yöneldiğini görünce meclisinin bir tarafını ona boşalttı. Ben de oturduğum yerin bir tarafını boşalttım. Öyle ki benimle Hasan Basrî'nin arasında Haccac için oturacak kadar bir yer açıldı. Haccac gelip, benimle Hasan Basrî'nin arasına oturdu. Hasan her günkü konuşmasından birini yapıyordu. Bu bakımdan .Hasan konuşmasını kesmedi. Kendi kendime dedim ki: 'Yemin olsun, bugün Hasan'ı deneyeceğim. Acaba Haccac'ın buraya gelip oturması, Hasan'ın konuşmasına bir şeyler ekleyip Haccac'a yaklaşmasına vesile mi olacak, yoksa Haccac'ın korkusundan konuşmasında herhangi bir kısaltma mı yapacak?'. Hasan bir konuşma yaptı, hergün yaptığının benzeri bir konuşma idi... Böylece konuşmasının sonuna geldi. Hasan Haccac'a aldırmaksızın konuşmasını bitirdiği zaman, Haccac elini kaldırıp onun omuzunu okşadı ve şöyle dedi: 'Şeyh doğru söyledi ve sevap kazandı! Siz buna benzer meclislere gidin! Onlara gitmeyi âdet ittihaz edin. Çünkü Hz. Peygamber'den kulağıma gelmiştir ki zikir meclisleri cennetin bahçeleridir. Eğer insanların üzerimize aldığımız işleri olmasaydı bizden daha fazla bu meclislere gelemezdiniz. Çünkü biz bu meclislerin faziletini biliyoruz'.

Sonra Haccac coşup konuştu. Hatta Hasan Basrî de ve o meclisde hazır bulunanlar da onun belâgatına hayret ettiler. Konuşmasını tamamladığı zaman ayağa kalktı. Haccac kalktığı zaman Şam halkından bir kişi Hasan Basrî'nin meclisine geldi ve dedi ki: 'Allah'ın müslüman kulları! Siz hayret etmez misiniz, ben kocamış bir kişiyim. Ben savaşa gönderiliyorum. Bana bir at, bir katır ve bir çadır lâzımdır. Benim maaşım üçyüz dirhemdir. Yedi tane kızım var...'
Böylece kişi halinden şikayet etti. Hasan da, Hasan'ın arkadaşları da rikkate geldiler. Hasan başını eğip dinliyordu. Adam konuşmasını tamamlayınca Hasan başını kaldırdı ve şöyle dedi: 'Ne oluyor onlara (o idarecilere?) Allah onları kahretsin! Allah'ın kullarını köle gibi kullanırlar. Allah'ın malını ticaret edinirler. Halkı dinar ve dirhem için öldürürler. Allah'ın düşmanı savaşa gittiği zaman şatafatlı çadırlar içerisinde ve koşar katırlar sırtında gidiyor.. Oysa kardeşini harbe gönderdiği zaman karnı aç ve yaya gönderiyor'.

Böylece Hasan Basrî idarecileri en çirkin ve en şiddetli ayıplarla vasıflandırıncaya kadar konuşmasını gevşetmedi. Bunun üzerine Hasan'm yanında oturan Şamlılardan biri ayağa kalktı. Gidip Hasan'ı, Haccac'a şikayet edip konuşmasını nakletti. Bunun üzerine Haccac'ın elçileri Hasan'ı çağırmaya gelip 'Valinin dâvetine icabet et!' dediler. Bunun üzerine Hasan kalkıp gitti. Biz de konuştuğu şeylerden ötürü korkuyorduk. Bir zaman sonra Hasan meclisine tebessüm ettiği halde döndü, onu az zaman ağzını açıp gülerken görmüştük. O sadece tebessüm ederdi. Meclisine gelip oturdu. Emaneti tâzim etti ve dedi ki: 'Siz ancak emanetle bu mecliste oturuyorsunuz. Siz zannediyorsunuz ki hainlik ancak dinar ve dirhemde olur. Hainliğin en şiddetlisi, bir kişinin yanımızda oturması ve bizim de ondan emin olmamız ve sonra da gidip bizi ateşten bir kıvılcımla ihbar etmesidir. Ben şu kişiye (Haccacı kastediyor) vardım. Bana "Dilini tut! 'Allah'ın düşmanı harbe gittiği zaman, şöyle olur. Kardeşini harbe gönderdiği zaman şöyle gönderir' gibi sözlerinle halkı bizim üzerimize kışkırtıyorsun. Dikkat et! Biz bu hususta senin nasihatin başka şekilde telâkki etmiyoruz. Fakat dilini tut" dedi'. Hasan sonra 'Allah onun şerrini benden defetti!' dedi.
Hasan Basrî evine gitmek üzere bir merkebe bindi. Yolda giderken, arkasına takılan bir grubu gördü. Durup şöyle dedi: 'Bir ihtiyacınız mı var veya bir mesele mi sormak istiyorsunuz? Eğer birşey yoksâ dönün! Sizin bu yaptığınız, kulun kalbini selâmetli bırakmaz!'

Bu alâmet ve benzerleriyle kalbin gizlilikleri belli olur. Öyle ise ne zaman âlimleri sürtüşür, birbirlerinden nefret eder, birbirine yaklaşmaz ve yardımlaşmaz görürsen bil ki onlar ahireti verip dünya hayatını satın almışlardır. Onlar zarar edenlerdir. Ey Allahım! Lütfûnla bize rahmet et! Ey rahmet edenlerin hepsinden daha fazla rahmet eden!

________________________

73)Taberânî, Beyhakî
74)Müslim
75)Daha önce geçmişti.
76)Künyesi İbn Abdilberr el-Müzenî'dir. Hudeybiye Barışı'nda bulunmuştu.
77)Taberânî, (mevsul olarak)
78)Müslim, Buhârî, İmam Ahmed, Ebu Dâvud ve Tirmizî
79)Müslim, Buhârî
80)Sünen sahipleri (Bureyde'den)
81)Sünen sahipleri (Bureyde'den)
82)İlim bölümünde geçmişti.
83)Buhârî
84)Müslim, (Ebu Zer'den); 'Sakın iki kişiye emîr olma ve hiçbir yetimin malına veli olma'. Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Hibban ve Hâkim; 'Ey Ebu Zer! Seni zayıf görüyorum. Kendime istediğimi sana da isterim. Sakın iki kişiye (dahi) emîr olma ve hiç bir yetimin malına velilik yapma..'
86)Müslim, Buhârî
87)İbn Mâce