Zekât Alan Kimsenin Vazifeleri

Zekâtı alan kimsenin vazifeleri beştir:
1. Bilmelidir ki, kendisine zekât verilmesini Allah Teâlâ vâcib kılmıştır. Bunun bu şekilde bilinmesi, himmetin birleşmesine ve şükrün bir hedefe yönelmesine vesile olur; çünkü Allah Teâlâ, insanları hedeflerinin bir olmasına zorlamakta ve bununla mükellef kılmaktadır. Bu hedef Tevhid ve Ahiret'tir. Allah Teâlâ bize bu hedefi açıkça göstermektedir:
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. (Zâriyat/56)

Fakat hikmet-i ilâhîsi kula, şehvet ve ihtiyaçlarının musallat edilmesini dilemiştir. Üzerine musallat edilen bu şehvet ve ihtiyaçlar da kulun himmetini dağıtmaktadır. Buna karşılık kerem-i ilâhîsiyle nimetini, kulun ihtiyaçlarına kifayet edecek derecede artırmak dilemiştir. Bu sırra binaen çok mal yaratmış ve bunları da ihtiyaçları giderici âletler olsun ve ibadetler için vesile kılınsın diye kullarına vermiştir. O, bazı kullarına, deneme ve bela kabilinden çok mal verdi ve böylece onu tehlikeye sürükledi. Bazılarını da sevdi ve onu dünyada tıpkı şefkatli bir kimsenin hastasını koruması gibi korudu. Dünyanın fazlalıklarını ona vermedi.

İhtiyacını kolayca elde etmesi ve bu ihtiyacın derlenip korunmasında zahmet çekmesi için onun ihtiyacını zenginler eliyle gönderdi. Böylece malları, zorluk çekmek suretiyle elde eden ve koruyanlar, zenginler; faydasını görenlerse fakirler olur. Fakirler bu şekilde Allah'ın ibâdetine koyulup ölümden sonraki âleme hazırlanırlar. Onları bu hazırlıktan ne dünya fazlalıkları çevirir ve ne de fakirlikleri dolayısıyla çaba sarfetmeleri meşgul eder. Bu ise, nimetin zirvesidir. Fakir müslüman kesinlikle iman etmelidir ki, Allah Teâlâ'nın
kendisinden esirgediği dünyalığı vermemesi, vermesinden daha üstündür. Bu son derece kritik ve müşkil meselenin tahkik ve izahı Allah'ın izniyle Fakirlik bölümünde gelecektir.

Fakir, bu şekilde aldıklarını, rızık olarak ve ibadetine yardımcı kabul ederek Allah'tan aldığını bilmeli ve 'Bunlarla Allah'ın tâatına daha kuvvetli bir şekilde girişeceğim' diye almalıdır. Eğer aldığı zekâtla Allah Teâlâ'ya tâat ve ibâdet imkânından mahrumsa, onu Allah'ın kendisine mübah kıldığı yere sarfetsin (başka muhtaçlara versin). Eğer aldığı zekâtla Allah'a isyan etmeye kalkışırsa, Allah'ın nimetini inkâr etmiş, O'ndan uzaklaşmaya müstehak olmuş ve Allah'ın gazabını haketmiş olur.

2. Verene teşekkür ve dua etmeli ve onu övmeli; ancak bunu yaparken de vereni, bir vasıta olmaktan daha üste çıkarmamalıdır. Veren, Allah'ın nimetinin alıcısına vasıl olması için bir yoldur. Yolun da, vasıta olmak hesabıyla bir hakkı vardır. Verene teşekkür etmek, nimeti Allah'tan bilmeye zıt düşmez;

çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İnsanlara teşekkür etmeyen kimse Allah'a da şükretmez.32

Allah Teâlâ Kur'an'ın birçok ayetlerinde kendilerinin yaradanı olduğu ve onlara çalışma gücü verdiği halde bu çalışmalarından dolayı insanları övmektedir; tıpkı şu ayette olduğu gibi:
O (Eyyûb) ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tamamen Allah'a yönelmişti. (Sâd/44)

Buna benzer daha nice ayetler vardır. Bu bakımdan zekâtı alan kimse, verene şöyle dua etmelidir: 'Ey servet sahibi! Allah Teâlâ senin kalbini pâk kılıp ebrarların (iyilerin) kalplerinden saysın. Amelini temizletip hayırlı insanların amelinden kılsın. Ruhun üzerine rahmetini indirip onu şehid ruhlarından eylesin!'

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Size iyilik yapan bir kimseye, iyilik yapmak suretiyle karşılık veriniz. Eğer buna gücünüz yetmiyorsa, kendisine, kalbinizde iyiliğinin karşılığını verdiğiniz kanaati hasıl oluncaya kadar dua ediniz.33

Verilen malın ayıplarını eğer varsa örtmek, onu az görmemek ve kötülememek, şükrün tamamlanmasındandır. Vermeyen kimseyi, vermediğinden ötürü tahkir etmemelidir. İyilik yapanı gerek nefsinin, gerekse de halkın nazarında büyütmelidir; çünkü verenin vazifesi, verdiğini küçümsemek olduğu gibi, alanın vazifesi de verenin himmetini (kendiliğinden) kabullenmek ve iyiliğini büyük görmektir. Her kul, kendi vazifesini yerine getirmeli ve böyle yapıldığı takdirde herhangi bir tenakuzun sözkonusu olmayacağını bilmelidir; çünkü küçüklüğü ve büyüklüğü icab ettiren sebepler arasında muâraza vardır.

Veren için en faydalı husus, küçüklük sebeplerini düşünmektir; bunun aksini tefekkür kendisine zarar verir. Alan ise, verenin tam aksine hareket etmelidir. Gerek alan, gerekse de verenin bu hareketleri, nimetin, esasında Allah'tan geldiğine olan imanlarına zıt düşmez; çünkü vasıtayı vasıta olarak görmeyenler cahildir. (Vasıtayı vasıta olarak gören ise, normal düşünmektedir). Ancak vasıtayı esas görmek, hakîkatin inkârı demek olup tehlikeli bir görüştür.

3. Aldığı malın aslını araştırmalıdır. Eğer helâl değilse, ondan sakınmalıdır.
Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı yerden rızık verir.
(Talâk/2-3)
Haramdan sakınan muttakî kimse, helâlden mahrum olmaz. Bu bakımdan zâlimlerin, bağîlerin, sultanların emrinde çalışan memurların ve malının çoğu haramdan gelen kimselerin zekât ve
sadakalarını kabul etmemelidir. Ancak çok çaresiz kalır ve kendisine verilen malın kimin olduğunu da bilmiyorsa ondan ihtiyacı kadar alabilir. Böyle bir meselede şeriatın fetvâsı budur; çünkü onu, malının çoğu haramdan olan bir kimse sadaka olarak vermiş olabilir; bu durumda da, helâl mal elde etmekten âciz kaldığı zaman ancak ihtiyacı kadarını alabilir. Haram malı kabullendiği zaman, onu zekât olarak almış sayılmaz; zira mal haram olduğu için verenin zekâtı yerine geçmez.

4. Alacağı miktarın şüpheli kısmından sakınmalı ve ancak kendisine helâl olanı almalıdır. Zekâtı ancak ihtiyacı olduğu takdirde alabilir. Eğer zekâtı kendisiyle kitabet akdi yapıldığı veya helâl bir yere sarfetmek amacıyla borçlandığı miktarı ödemek için alıyorsa, borcunun miktarından fazlasını almamalıdır. Zekâtı toplayan memurlardan olduğu için çalışmasının karşılığını alıyorsa, ücretinden fazlasını almamalıdır. Kendisine normal ücretinden fazlası verildiğinde de almamalıdır; zira zekâtı veren, malın esas sahibi değildir ki, onunla teberruda bulunsun. Misafir ise, azığından ve kendisini hedefine ulaştıracak kadarından fazlasını almamalıdır. Eğer zekâtı alan gâziyse sadece harp için kendisine lâzım olan at, silah gibi şeyleri satın alacak ve nafakasına yetecek kadarını almalıdır. Bütün bunların takdir ve tahdidi kişinin ictihadına bağlıdır; belirlenmiş bir hududu yoktur. Seferin azığı da böyledir. Fakat takvâ, şüpheli olanı bırakarak şüphesiz olanı almaktır.

Kişi zekâtı miskinlik sıfatıyla alıyorsa, ev eşyalarına, elbiselerine, kitaplarına dikkatle bakmalıdır. Eğer onların içinde normal fiyatıyla veya nefâsetiyle kendisini zengin edecek birşey varsa ve o şeyin değiştirilmesi de mümkünse ve değiştirildiği takdirde kıymetinin bir kısmı, kendisi gibi bir eşya alındıktan sonra artıyorsa, zekât almaktansa böyle bir yola başvurmalıdır. Ancak bütün bunlar yine kişinin ictihadına bağlı olan hususlardır.

Kişinin zekâta müstahak olduğu, görünen yönü ile sabit olur. Bunun tam zıddı olan diğer bir yönü daha vardır ki, onunla da zekâta müstahak olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ikisi arasında, şüpheli birçok durumlar mevcuttur. Korunun etrafında dolaşan bir hayvanın koruya girme ihtimali büyüktür. Bu hususta zekâtı kabul edenin sözüne itimad edilmelidir.

Muhtaç bir kimsenin ihtiyaçlarını takdir ve tesbit etmek hususunda, darlıkta ve genişlikte birçok değişik haller vardır. Bu haller saymakla bitmez. Muttaki kimse, genişlikten çok darlığa meyleder, Bu konuda müsamahakâr olan kimse de daima genişliğe meyyaldir. Hatta nefsini çeşitli genişliklere muhtaç görür. Oysa böyle bir durum, şeriat nazarında hoş değildir. Zekâta ihtiyacı olduğu zaman, ondan, fazla almayıp, aldığı andan itibaren kendisine bir sene yetecek kadar almalıdır; zira ruhsat verilen en yüksek miktar budur. Çünkü sene tekrarlandığı zaman, gelir sebepleri de tekrarlanır. Hz. Peygamber çoluk çocuğunun ancak bir senelik nafakasını saklamıştır.34

Fakir ve miskinin zekât alma hususundaki hududunu belirtmeye en yakın fetva budur. Kişinin, zekâttan sadece bir aylık veya bir günlük nafakasını almakla yetinmesi takvâya daha yakındır. (Ancak bu hüküm, hergün için zekâtı bulunan memleketler için geçerlidir).

Zekât'tan Alınacak Miktar Hakkındaki Görüşler
Alınacak zekât ve sadakanın miktarı hakkında ulemanın fetvaları muhteliftir. Kimileri 'Ancak bir gün ve bir gecesine yetecek kadarını alabilir' demek suretiyle az alma hususunda mübâlağa etmişlerdir.

Bunların delili Sehl b. Hanzeliyye'nin rivayet ettiği şu hadîstir:
Hz. Peygamber zenginlerin dilenmesini yasakladığı zaman, kendisine dilenmesi yasaklanan zenginliğin ne olduğu soruldu. Buna, şu cevabı verdi: 'Sabah ve akşam yiyeceğine sahip olan kimse zengindir'.
Başka bir grup da, 'Zekâttan zengin olacak kadar alabilir demişlerdir, (Burada) zengin olmanın haddi bunlara göre zekât nisabına sahip olacak derecede almak demektir; çünkü Allah
Teâlâ zekâtı ancak zenginlere vâcib kılmıştır. Bunlar ise, zengin değiller ki almasınlar.

Bir grup âlim de 'Kişi kendisi ve aile efradından herhangi birisi için nisab miktarı kadar zekât alabilir' demiştir.
Bazıları da 'Zenginliğin haddi elli dirhem veya onun kıymetinde altındır' demiştir.

İbn Mes'ud'dan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir:
Kendisine yetecek kadar malı olduğu halde dilenen, kıyâmet günü mahşer yerine yüzü (utanmaktan) şerha şerha olarak gelir.
İbn Mes'ud'a 'Zenginliğin sınırı nedir?' diye sorulduğunda, 'Elli dirhem veya onun kıymetinde altındır' demiştir. Fakat bunu rivayet edenin mevsuk bir kimse olmadığı söylenmektedir.

Başka bir grup da, 'Zenginliğin haddi kırk dirhemdir' demişler ve delil olarak da Atâ b. Yesar tarafından Hz. Peygamber'den nakledilen şu munkatı' hadîsi göstermişlerdir:
Kim kırk dirhem parası olduğu halde dilenirse, dilencilikte ifrata kaçmış demektir.35

Diğer bir grup âlim de, zekât alma hususunda daha geniş bir imkân taraftarıdır. Şöyle ki: Kişi, hayatı boyunca kendisini zengin edecek bir akarı veya kendisine ticaret imkânı sağlayacak ve böylece ömrü boyunca zekât almaktan kurtaracak bir malı, zekât olarak alabilir; çünkü zenginlik budur.
Hz. Ömer 'Verdiğiniz zaman karşınızdaki insanı zengin edercesine veriniz' buyurmuştur.

Hatta seleften bazıları 'Zengin bir kimse fakir düştüğünde zekâttan, onbin dirhem dahi olsa eski hâlini geri getirecek kadar alabilir' demişlerdir. Ancak böyle bir durumda da normal sınırı geçmemeye dikkat etmelidir.

Ebu Talha (r.a) bahçesinde çalışmaktan dolayı namazını kaçırdığı zaman, Hz. Peygamber'e gelerek 'Namazı kaçırmama sebep olan bahçem Allah için sadaka olsun' demiş;

Hz. Peygamber de kendisine şöyle buyurmuştur:
O bahçeyi fakir akrabalarına vermen senin için daha hayırlı olur.36

Hz. Peygamberin bu sözleri üzerine Ebu Talha, bahçesini fakir yakınlarından Hasan ile Ebu Katâde'ye vermiştir. Oysa bir hurma bahçesi, iki kişi için hem çok ve hem de zengin edicidir. (Eğer zengin edecek kadar sadaka veya zekât almak câiz değilse neden Rasûlullah buna teşvikte bulunmuştur?)
Hz. Ömer, bir bedeviye, yavrusuyla birlikte bir deve vermiştir. İşte zekât ve sadaka alma hususunda hikâye edilen hükümler bunlardır.

Alınan sadaka miktarını bir günlük nafakaya veya kırk dirheme kadar azaltmak meselesine gelince; bu husus, dilenciliğin ve kapı kapı dolaşmanın iyi olmayışı hakkında vârid olmuştur. Zaten dilenmek ve kapı kapı dolanmak iyi birşey değildir. Dilenmenin zekât ve sadaka almaktan ayrı bir hükmü vardır. Zekâttan, alınan zekât malıyla herhangi birşey alıp onunla zengin olacak kadar alınmasına ruhsat vermek ihtimale en yakın bir fetva olduğu gibi israfa da dönüktür. Normale en yakın olan fetvâ, bir senelik ihtiyacı kadar almaktır. Bunun ötesi tehlikeli, azı ise sıkıntılıdır.

Bu fetvalar hakkında kesin bir sınır olmadığından müctehid vâki olan hükmü gözönünde bulundurarak kendi görüşüne göre fetvâ verir. Müctehidin fetvâsına rağmen muttaki kimse 'Sana fetvâ verseler de sen yine kalbinden fetvâ iste'37 sözünü unutmamalıdır.

Nitekim Hz. Peygamber de böyle söylemiştir; çünkü günah, kalplerin ısırılması ve bir türlü doğru görmemesidir. Bu bakımdan zekât alan kimse aldığı miktar hakkında nefsinde herhangi bir tereddüde ve şüpheye düşerse, Allah'tan korkup 'Zâhirde âlimlerin fetvâsı var' diye kendisini haklı çıkarmamaya dikkat etsin; çünkü âlimlerin fetvaları, zaruretten kurtarıcı kayıtlara bağlıdır. Ayrıca bu fetvalarda tahmin ve şüphelere düşme tehlikeleri de vardır. Şüphelerden kaçmak ise, dindar kimselerin ahlâkı ve âhiret yolcularının âdetidir.

5. Zekâtı alan kimse, mal sâhibine zekâtının miktarını sormalı ve kendisine verilen miktar, o şahsın tüm zekâtının sekizde birinden fazlaysa, bu fazlalığı almamalıdır. Çünkü zekât alacak olan diğer ortaklarıyla birlikte mütalaa edildiği zaman, ancak onun sekizde birini haketmiş olur.

Bu bakımdan sekizde birini dahi iki sınıfa paylaştırdığı takdirde kendisine ne kadar düşüyorsa o kadarını almalıdır. Zekât alanlardan çoğunun verenden bu keyfiyeti sormaları gerekir; çünkü zekât alanların çoğu ya cehaletlerinden veya müsamahakârlıklarından bu taksimi gözetmezler. Bu suali ancak aldığı miktarın kendisine haram olmak ihtimali bulunmadığı kanaatında ise terkedebilir.

Helâl ve Haram bölümünde Allah'ın izniyle bu durumun nerede sorulması gerektiği ve ihtimal derecesinin ne olduğu tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.

32) Tirmizî, (Ebu Said'den); Ebu Davud ve İbn Hibban, (benzerini Ebu Hüreyre'den)
33) Ebu Davud. Nesâî, (İbn Ömer'den sahih bir senedle)
34) Buhârî ve Müslim, (Hz. Ömer'den); Beyhakî, (Enes'den). Zehebî bu hadîsin münker olduğunu söylemiştir.
35) Ebu Dâvud, İbn Hibban
36) Bu hadîs Namazın Sırları bölümünde de zikredilmişti,
37) İlim bölümünde geçmişti.