Savas Kizisiyor

Köyün altındaki vadide bir develi bölük konakladı.[9] Biz, develerin bu kadar sür'atle koştuklarını bilmiyorduk. Bizim bildiğimiz, çöllerin emektar ve cefakeş nakliyecesi develer, gayet ağır hayvanlardı. Bunlar ise, ceylan gibi seğirtiyorlar. Öyle sür'atli, öyle çevik şeyler ki... Hele onları hareket halin­de görmek çok hoş. Öyle heybetli manzaraları var ki.. Ve bu bölüğün başında, hususi kıyafetiyle genç bir teğmen. Belki Dünyânın en yakışıklı erkeği...! Dün köy otelinin kahvesinde bir fincan kahve içti. Babam benî yanına gönderdi fakat çok mağrur bir insan. O kadar hoş giyinmiş ki..! Viladimir bu­nun eline su dökemez. Sırtındaki pelerin, develer uçarken kanatlanmış meleklere benzetiyor onu. Bugün bir sır keşfet­miş bulunuyorum: Oda aşkın yalan olduğunu... Viladimir'in, Polonya asilzadelerine mahsus mağrur tavırları ya­nında bu zabitin, bu gencin şahane hareketleri, yüksekten bakışları ve içleri gülen parlak gözleri ve insanı bir lâhzada tepeden tırnağa kadar süzen hakimiyeti vaziyeti... Aklımı ba­şımdan aldı.

Aşkıma mı yoksa İsrail'in asırdide, davasına mı hizmet edeceğim, ruhum bu iki kuvvetin tesiri altında eziliyor, eri­yorum ve harab oluyorum...

" - Bir kadeh konyak içermişiniz mülâzım efendi?" dedim.

"- Teşekkür ederim, kahve içtim" dedi.

"- Bu da bizim ikramımız olsun, kabul buyurunuz."

"-Çok nazik ve zarifsiniz madmezel..."

Bu mükâleme ceseratimi arttırdı. İsmini öğrendim : Halet. Fransa'da tahsil etmiş. Asilzade olduğu her halinden belli. Ne yazık ki tek kelime Fransızca bilemiyorum.

" - Burada kalacakmısınız?
" – Bir iki gün...
" - Sonra nereye gidecekseniz."
" - Nereye emrederlerse.


Bundan fazla bîrşey öğrenmek mümkün değil bu gençten.

* * *

Cismi değilse bile, hayali kaç gündür koynumda, yata­ğımda bu gencin!.. Kadınlarda bile bu kadar güzellik bulun­maz. Üstelik cesur ve merd bir erkek..

Biz, tabiî ve normal haklarımız ve ilişlerimizden zorla kendimizi uzaklaşıp davalar ve asırlık hayaller peşinde ko­şuyoruz. İnsanlık haklarımızı inkâr ediyor, çiğneniyoruz. Bu, ne zaman kadar böyle gidecek ve nerede son bulacak, nerede duracak?

Tıbkı iki ruhlu insanlar gibiyim. Cesedimde hangi ruh ha­kim onu tayin edemiyorum. Aşk beni yerden yere vuruyor.. Vazife ve ideal, tesirinden yakamı sıyıramadığım bir kâbus gibi beni eziyor. Hem de kıyasıya.. Benim yasımda, benim kadar güzel bir kızın hayatta ve Dünya'da nasibi sade bu mu yarabbi! Büyük İsrail Devleti, David saltanatı, Dünya'nın bü­tün insanlarına tahakküm etmek ve mümtaz millet olmak... .

Bütün bu, asırlardan beri ecdattan ahfada intikal eden ve ırkımıza çok pahalıya mal olan inanç..! Cesaretin varsa ve kendinde o kudreti görüyor isen bu kâbustan sıyrıl da göre­yim seni Suzi!

Halet heybetli kıtasını önüne düştü ve kuş gibi uçtu. De­velerin hayret verici çevik hareketleri ve kayışları, kısa süren rüya gibi gözlerimin önünden sıyrıldı geçti. Ne bir veda, ne bir tahassür, ne de ufak bir iltifat... Bu Dünya güzeli erkek, bunların hepsini bize çok görerek ufuklardan öyle süzülüp gitti ki!.. Hani Türkler kadına düşkün idiler. Yalan bunlar, bütün güzelliğimi, bütün cazibemi, bütün zekâmı seferber et­tim, o mağrur gözleri dönüp bana bakmadı, o parlak gözle­rin içi sıcak sıcak bana gülmedi.

Aşka da, Viladimîre'de, Halete de, güzelliğime de, şansı­ma da, anama da, babama da hepsine lanet olsun! Bu hayatada!...

Türkler'in ağır ağır çekildikleri söyleniyor, ingilizler ne­dense peşlerine düşemediler. İşten anlayanlar diyor ki: Eğer arada kanal olmasaydı. Türler şimdi Mısır'ı baştan başa elle­rine geçirmiş olurlardı. Araplar da onlara yardıma hazırmış. Ne olsa her ikisi de Müslüman. Bizim dinimizi, diyanetimizi çiğneyen Müslümanlar!..

Dün akşam buradan dolaşan söylentilere inanılmak lâzım gelirse Türkler Katya önlerinde bir ingiliz birliğini perişan ve mağlûp ederek bir çok da esir ve hayvan elde etmişler. Garip şey!.. Bu sessiz, sakin millet bunu yapıyor. Tevekkeli deme­mişler, böyle sessiz insanlardan korkulur. Onları harb cehpesinde doğüşürken görmek isterdim. Acaba şu güzel Halet düşman karşısında nasıl efsaneleşir, nasıl harikulâdeleşir... Onun kanat açmış melekler gibi, pelerini içine rüzgârları dol­durarak, şu ince bacaklı, çevik develeriyle düşmana saldırışı­nı seyir ve temaşa etmek ne doyulmaz bir zevk, ne anlatıl­maz bir heyecan ne ifade edilmez bir şey olurdu.

Fransa'da okumuş, iyi bir aile muhitinde yetişmiş, kibarlı­ğı güzelliğinden, güzelliği kibarlığından üstün bir insan. Fa­kat o yukarıdan bakışları, o göz ucuyla insanı süzen, arada bir belindeki kırmızı kuşağına elini sokup karşısındakini hiçe sayan insan... Belki de onun bu hali beni çileden çıkardı. Bu, ne Viladimire benziyor, ne de benim şimdiye kadar gördü­ğüm diğer insanlara. Bunda başka bir füsun, başka bir cazibe, başka bir mana var.!"

"- Nereden geliyorsunuz!." dedim, cevap alamadım.

"- Nereye gidiyorsunuz? dedim. Öğrenemedim. Ne İpek saçlarım, ne hareli yeşil gözlerim, ne de herkesin aklını ba­şından alan güzelliğim bu delikanlının ruhunda en ufak bir ihtizaz yapmadı.!. Aklıma tuhaf bir fikir geldi, eğer birgün kadınlarda asker olup cephelere gidecek olursa bu adam tek başına hepsini esir eder, çıkar.

Aman Yarabbi! Benim bu kadar heyacanım ve aşkıma rağmen buna bu insanların mezarını kazmak vazifesi veril­sin. Bize yurt veren, bizi koynunda barındıran, bizi bağrına basan bu insanlardan ne alıp vereceğimiz var. İşitseydim inanmazdım, gözlerimle gördüm. Kaç tabur, kaç alay köyü­müzden geçti. O, buram buram terleyen, sıcaktan bunalmış insanlar tenezzül edip bizim elimizden bir bardak su içmedi­ler ve istemediler. Sakalarının getirdiği su ile yetindiler.

Sunu unutmayalım; Arap kadınları desti, desti su ve ay­ran ikram ettiler onlara... Sepet sepet portakalları yollarına serdiler ve en garibi, bu savaş meydanlarına giden erlere ce­saret vermek için hep bir ağızdan bağrıştılar:

"Namusumuzu müdafaa edeceksiniz. Biz kadınlarınız ar­kanızdayız. Allah sizinle beraberdir. Düşmana arka çevir­meyiniz. Vatanımızın ve bizim namusumuz sizlere emanet­tir."

Hiç bir teşkilâtın eseri olmayan, kendilinden doğan bu göz yaşartıcı manzara beni öldürdü ben de sinir namına birşey bırakmadı.

Araplarla Türkler'in birbirlerini sevmediklerini ve bizim bundan istifade etmekliğimizi tenbih etmişlerdi. Bu mu sevmemek? Gözlerimle görmeseydim inanmazdım. Arap kadın­larının yollar üzerine serdikleri portakalları kapışan, suya, ayrana saldıran insan görmedim. Çok vekarlı, çok asil bir millet bu....!

Ve ben... Hiç bir şeye akıl erdirmeden, hiç bir alâkası ol­mayan bu zavallı insanların aleyhine çalışayım. Bu, bir insan İçin tasavvur edilecek talihsizliklerin en büyüğü, en fecii, en korkuncu!.. Bizim hahamlarımızın, büyüklerimizin ve ittihatçılarımızın bize söyledikleri sözler, önümüze döktükleri edebiyat ve çektikleri nutuklara rağmen, içimin ta derinlikle­rinden, ruhumun kuytu köşelerinden bir ses duyuyorum:

"- Suzi ! Bu hıyanetinin cezasını çekeceksin!.."

* * *

Babam bende gördüğü değişiklikten ve moral bozuklu­ğundan şüpheye düştü. O; Karakoydaki rutubetli, küflü oda­mızı unuttu, şimdi büyük idealler peşinde koşuyor. Fakat karyolamın ucundaki onun meş'um hayali gözümün önünde olanca canlılığı ile duruyor. Göya Talmut ona böyle bir hak tanıyormuş, Doğru ise, ne fecî şey bu!.. Fakat ben buna inan­mıyorum, böyle şey olamaz.

Dün, öküz arabaları içinde bîr yaralı kafilesi köyümüzden geçip yukarılara doğru gitti. Kudüsteki hastahanelere gidi­yorlarmış. Sanki kolları, bacakları parçalanmış insanlar değil de, düğün alayına giden delikanlılar gibi öyle sakin bir halle­ri vardı ki bunların... Bir yandan onlara acıdım, bir yandan da kendimden iğrendim, nefret ettim. Hakikaten biz böyle kötü, fena, habis ruhlu insanlar mıyız, yoksa insanların taş yüreklilikleri ve bize reva gördükleri zulüm ve hakaret mi bizi bu kötü yollara sürükledi? Gel de işin içinden çık!.. Ha­hamlar ve babam daima şunu bize telkin ettiler:

"İsrail oğullarından olmayan herkes hayvandır. Onlara yapılacak her fenalık mübahdır, borcdur. Bizi ayakta tutan, bize yürüdüğümüz dikenli yollarda cesaret veren, bizi besle­yen kinimizdir. Bu kin zayıfladığı gün güm diye yıkılırız biz. Bu kini içimizde saklayınız, büyütünüz, yaşatınız ve goyimlere karşı bir şefkat ve merhamet hissi beslemeyiniz."

Ama neden? Acaba bizim bu tarzdaki düşüncemiz mi in­sanları aleyhimize çevirdi, yoksa onların bize yaptıkları zu­lüm mü bunu doğurdu? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı gibi bir şey!.. Bu mesele asırlar boyu halledilmemiş, kıyamete kadar da halledilemez.

Mühim olan şu ki, şimdi benim masum omuzlarıma, ba­şımdan büyük mesuliyet yüklenmiş, ben bunu altında ezilir­ken bir de aleyhine çalıştığım insanları tetkik ediyorum, bun­lara ibtidaî dediler, bunlara, barbar dediler. Yemin ederim ki, yalan bunlar! Birlikler köyümüzden geçerken, bu kızgın gü­neş altında şahlanan sinirlerle moralleri zayıflamış zannetti­ğimiz insanlar tunçtan birer heykel gibi, sessiz ve sedasız akıp gidiyorlardı, hiç birinde bir lâubalilik, hiç bir subayında hafif bir hoppalık görmedim. Hele bu yaralılar... Hele bu ya­ralılar. Kırk, elli öküz arabalık bir kafile idi bunlar. Arap ka­dınları yollarını kesmiş, önlerine geçmiş neleri var, neleri yoksa onlara ikram etmişler... Limonata, ayran, su portakal ve saire... Bizim köyümüz böyle bir insanlıkta bulunmadı. Ya bu adamlar buradan bütün bütün çekilir de biz, şu kendini beyenmiş, hodgâm ingilizlerle başbaşa kalırsak, onlar böyle mi hareket ederler, hiç sanmam! Ben bir İngiliz subayının karşısında arz-ı endam edersem böyle mi hareket eder!.. Ka­tiyen!... Avrupalıları gördük. Onlar bize Türkler aleyhinde söylemedik söz bırakmamışlardı. Şimdi alay alay, yığın yığın cephelere giden bu milletin erlerini, kumandanlarını görüyo­ruz. Ne işitmiş isek, bize bunlar aleyhine ne söylenmiş ise hepsi yalan ve bunlar duyduklarımızın tamamen aksine ha­kiki birer centilmendirler...

Körolası talih; beni bu asil milletin mezarını kazmakla va­zifelendirdi. Allah Şahid olsun ki; ben bunu isteyerek yapmı­yorum. Evet, Polonya'da bulunduğumuz sırada, mektepde, sokakta, parklarda bize yapılan hakaretleri hatırlıyorum ve goyimlere karşı içimden kinler taşıyor, kabarıyor. Fakat bu zavallı adamların, önümüzden kuzu, kuzu, sakin, sakin ge­çişlerine, vekâr ve kibarlıklarına bakıyorum da ruhumun de­rinliklerinden bir ses, tokat gibi, kamçı gibi vicdanım üzerinde saklıyor ve bana haykırıyor:

"Suzi! Cinayet işliyorsun. Bu kendi halinde insanlar, va­tanlarının ve namuslarının uğruna bu cehennem gibi sıcak iklimde dönüşüyorlar. Siz onları adım, adım takip edip bü­tün sırlarım düşmanlarına bildirmekle büyük günaha giri­yor, kana giriyor, kötülük ediyorsunuz. Cezasını da mutlaka çekeceksin."

Cezasını öyle mi? Fakat nasıl bir ceza? Korkunç, evet kor­kunç! Bir ahtapot gibi bütün kollarıyle ruhumu sarmış olan bu hayalet daima bana haykırıyor gibi: "Cezanı çekeceksin Suzy..."

Gel de bunu benim ahmak ve haris babama ve câhil ana­ma anlat!.. Onlar da beni kıskıvrak öyle bir mengene içine al­mışlar ki haddin varsa gel de kurtul bu kâbustan!.. Köyün öteki genç kızlarına benimki kadar ağır yük yüklenmedi, bü­yük vazife verilmedi. Demek ki benim bütün bedbahtlığım güzelliğimden geliyor öyle mi? O halde lanet olsun bu güzel­liğe! Ne Viladimir, ne de Halet'in önünde bu güzellik para etmedi, hiyanete yaradı.

* * *

Zomarin'de Sara ablaya, misafir oldum, beraberce Nasıra'ya, Kefer Kenna'ya, Karme'e ve Hayfa'ya gittik, gezdik, dolaştık, biraz içim hafifledi. Çok şeyler gördüm ve istifade ettim.

Zomarîn'e döndüğüm vakit Sara abla bana şunları söyle­di:

"Güzel kız kardeşim..'. Kurtuluş günlerimiz yaklaşıyor. Barbar Türkler'in buralardan ebediyen çekilip gidecekleri gün geliyor. Bütün bu topraklar, bir ülke, bunu ilerisi, gerisi, ötesi ve daha ötesi hep bizim olacak... Bugünün daha çabuk gelmesi için, Türkler'in buradan bir an evvel çekilmesi lâzımdır. Kanalı söktüremediler, orada tutunanındılar, geri geliyorlar. Sizin köyünüz onların geçitleri üzerindedir. On­lar hakkında elde edilecek en ufak malûmatı günü gününe, saati saatine bize haber vermeli, babana yardım etmelisin... Sen israil tarihinin parlak sahifelerine, siyonizmin büyük kahramanı olarak geçeceksin Suzi, göreyim sen."

Bu sözlere bakılırsa; Sara ablanın heyecan ve samimiyeti­ne ve göğüs gerdiği tehliklere de bakılırsa, boş yere çalışmı­yorum ben. Fakat içimteki ifrit beni rahat bırakmıyor ki: Ce­zanı çekeceksin Suzi, cezanı....

* * *