18.Rıza'nın Hakikati, Heva-i Nefse Muhalif Olan Hususlarda Düşünülmesi

Hevâya ve belânın çeşitlerine muhalefet edene sabır'dan başka, yapacağı birşey yoktur. Rıza düşünülemez diyenin sözü ise ancak muhabbeti inkâr etme cihetinden geliyor. Allah'ı sevmeyi düşünmek ve himmeti tamamen bu hususa sarfetmek sabit olduğunda sevgi, habibin fiillerine rıza göstermeyi gerektirir. Bu ise iki yönden olur:

Bir
O yönlerin biri, elemi hissettirmeyi iptal etmesidir. Öyle ki yara aldığı halde yine de elemi hissetmez. Bunun misali savaşan kişidir. Bu kişi öfke veya korku halindedir. Bu durumda yara alır ve hissetmez. Ancak kanı gördüğünde yarası olduğunu farkeder. Bazen işe giden bir kimsenin ayağına diken batar da kalbi meşgul olduğundan dolayı elemini hissetmez. Aksine hacamat yapan veyahut başını körleşmiş bir demir ile traş eden kimse ondan elem duyar. Eğer kalbi mühim şeylerle meşgul ise berber ve haccam vazifesini yaparlarken hissetmez. Bütün bunlar, kalp, işlerin biriyle tam mânâsıyla dolu bulunduğu zaman ve o işi yerine getirmekle meşgul olup başkasını idrâk etmediği için olur. Mâşukunun müşahedesi veya sevgisiyle sarhoş olan bir aşık da böyledir. Elem verici veya üzücü birşey ona isabet ettiğinde, sevgi onun kalbini kapsadığından isabet eden üzüntü ve elemi duymaz. Bu ancak dosttan başkasından kendisine isabet ettiği zaman böyledir. Acaba dostundan kendisine isabet ederse durum nasıldır? Kalbin muhabbet ve aşk ile meşguliyeti, meşguliyetlerin en büyüklerindendir.

Bu durum hafif bir sevgiden ötürü azıcık bir elemde düşünüldüğüne göre büyük bir sevgi ile büyük bir elemde elbette düşünülür. Çünkü sevginin de elemin de kat kat olması düşünüldüğü gibi, kuvvetin de katmerli olması düşünülür. Nasıl ki gözle idrâk edilen güzel suretlerin sevgisi kuvvetlenirse basiret nûruyla idrâk ve gizli suretlerin sevgisi de kuvvetlenir. Allah Teâlâ'nın cemâl ve celâline gelince ona hiçbir cemâl ve celâl kıyas edilemez. Bu bakımdan bir kimseye ondan birşey keşf olunursa, o aklını kaybedercesine, düşüp bayılırcasına dehşete kapılır. Kendisine dokunandan haberi bile olmaz!

Rivayet ediliyor ki Feth el-Mevsilî nin hanımı düştü ve tırnağı ikiye yarıldı ve gülmeye başladı. Kendisine 'Sen acıyı hissetmiyor musun?' diye soruldu. Dedi ki: 'Bu musibetin sevabının lezzeti, eleminin acılığını kalbimden sildi!'

Sehl et-Tüsterî'nin bedeninde bir hastalık vardı. Aynı hastalığa müptelâ olanları tedavi eder, fakat kendini tedavi etmezdi. Bu hususta kendisine sorulunca cevap olarak şöyle dedi: 'Ey dost! Dostun vuruşu acıtmaz!'

İki
İkinci vecih, elemi hissetmesi ve acıyı idrâk etmesidir. Fakat buna rağmen eleme rıza göstermesidir. Her ne kadar tabiatı ondan hoşlanmıyorsa da aklı ile onu ister. Tıpkı kan alıcıdan kanının aldırılmasını isteyen bir kimse gibi... Bu kimse bunun elemini idrâk eder. Fakat buna razı olur. Üstelik de kan alana minnettar olur. İşte kendisine elem isabet edip razı olanın hali budur. Kâr etmek için sefere çıkan yolculuğun meşakkatini çeker. Fakat seferin meyvesini sevmesi onun nezdinde yolculuğun zorluğunu hoş etmiştir. Onu bu zorluğa razı kılmıştır. Ne zaman ki Allah tarafından ona bir bela isabet eder ve o da bu bela ile elden kaçırdığından daha fazla sevap alacağını bilirse, bu kimse belaya razı olur. Hatta belayı ister, sever ve beladan ötürü Allah'a şükreder. Bu durum eğer kişi bundan dolayı mazhar olacağı ihsan ve sevabı düşünürse böyledir. Yani sevgi ona galebe çalar.

Muhibbin nasibi, mahbubunun murad ve rızasındadır, Bunun ötesinde değildir. Bu bakımdan bu kimse için dostun kastı ve rızası mahbub ve matlubdur. Bu söylediklerimizin örnekleri gözle görülen halk sevgisinde mevcuttur. Nazım ve nesirlerde bu durum vasıflandırılmıştır. Bunun mânâsı; ancak zâhir suretlerin güzelliğini gözle mülahaza etmektir. Eğer yalnızca güzelliğe bakılırsa, muhakkak güzellik, deri, et ve kandan ibarettir. İçi pis-liklerle doludur. Başlangıcı necis bir damla menidendir. Sonu da müteaffin bir cîfedir. O güzel başlangıç ile sonuç arasında pisliği taşır. Eğer kişi güzelliği idrâk edene bakarsa... O da hasis bir gözdür. Öyle bir göz ki gördüklerinde çoğu kez yanılır. Küçüğü büyük, büyüğü küçük görür! Uzağı yakın, çirkini güzel görür. Bu bakımdan bu sevginin yayılması düşünüldüğünde ezelî ve ebedî güzelliğin sevgisi hakkında bu nasıl muhal olabilir? Öyle ezelî bir güzellik ki onun kemâline son yoktur. O basiret gözüyle idrâk olu-nur. Öyle basiret gözü ki yanılmaz ve ölüme mahkum olmaz. Ölümden sonra Allah'ın katında dipdiri olarak kalır. Allah'ın verdiği rızıkla sevinir. Ölümle, uyanma ve keşfetmeyi elde eder. Bu, ibret gözüyle bakış yönünden apaçık bir durumdur. Buna varlık şehadet eder. Muhiblerin hal ve sözleri de şahidlik yapar.

Şakîk-i Belhî şöyle demiştir: 'Kim şiddetin sevabını (hakkıyla görürse) şiddetten kaçmayı istemez!'

Cüneyd-i Bağdâdî de şöyle anlatıyor: Sırrî es-Sekatî'ye 'Muhib bir kimse belanın elemini hisseder mi?' diye sordum. 'Hayır!' dedi. 'Kılıçla vurulsa dahi böyle mi?' dedim. 'Evet! Kılıçla yetmiş darbe aynı noktaya üst üste vurulsa yine de hissetmez' dedi.

Biri şöyle demiştir: 'Onun sevgisinden ötürü her şeyi sevdim. Hatta o ateşi sevseydi ateşe girmeyi bile severdim!'

Bişr b. Hâris şöyle anlatıyor: Bağdadin doğusunda yüz sopa yediği halde konuşmayan ve hapse götürülen bir kişinin yanından geçtim. Arkasına takılıp kendisine şöyle sordum:
- Neden dövüldün?
- Aşığım da ondan...
- Neden sustun?
- Çünkü mâşuğum karşımda durmuş bana bakıyordu!
- Ya en büyük mâşuka baksaydın (halin ne olurdu)?
Bunun üzerine bir çığlık atıp ölü olarak yere yığıldı.

Yahya b. Muaz er-Râzî şöyle demiştir: 'Cennet ehli Allah'a baktıklarında gözleri Allah'a bakmanın zevkinden ötürü kalplerine dalar ve içlerine siner, ancak sekiz yüz sene sonra onlar yerine döner. O halde, cemâl ve celâlin arasına düşen, celâlini mülâhaza ettikleri zaman korkan, cemâlini düşündükleri zaman şaşıran kalpler hakkındaki düşüncen nedir?'

Bişr el-Hafî dedi ki: 'Abadan'a gittim. Âmâ, cüzzamlı, mecnun, sâr'aya tutulmuş, karıncaların üzerine üşüşüp ve etini yedikleri bir kişi gördüm. Onun başını yerden kaldırıp eteğime koydum. Durmadan kendisine fısıldıyordum. Ayıldığımda dedi ki: 'Şu benimle rabbimin arasına giren adam kimdir? Eğer rabbim beni parça parça kesse O'na daha çok yaklaşırım'.

Bişr der ki: 'Bu hâdiseden sonra kul ile rabbi arasında herhangi bir musibet gördümse o musibeti hor telâkki etmedim'.
Ebu Amr Muhammed b. Eş'as dedi ki: 'Mısır ehlinin dört ay müddetle gıdaları ancak Hz. Yusufun (a.s) yüzüne bakmaktı. Acıktıkları zaman onun yüzüne bakarlardı. Onun güzelliği, onları açlık elemini hissetmekten alıkoyardı. (Bu hadise kıtlık zamanında cereyan etmiştir)'.

Kur'an'da, Ebu Amr Muhammed'in söylediğinden daha beliği vardır. Bu da kadınlar Hz. Yusuf'un (a.s) güzelliğini seyretmeye o kadar dalmışlardı ki ellerini bıçaklarla paramparça ettiler ve bunu hissetmediler.

Said b. Yahya şöyle anlatıyor: Basra'da Ata b. Müslim'in yanında bir genç gördüm. Elinde bir hançer vardı. Halk etrafını sardığı halde yüksek sesle bağırıyor ve şöyle diyordu:
Ayrılık günü kıyametten daha uzundur. Ölüm, ayrılığın eleminden daha güzeldir. Dediler: Göç! Ben dedim ki: Göç etmem! Fakat göç eden benim yüreğimdir.

Bu şiiri okuduktan sonra hançer ile karnını deşti ve ölü olarak düştü.69 Onun durumunu ve kim olduğunu sordum. Bana denildi ki: 'O meliklerden birinin bir kölesini seviyormuş. O köleyi ondan ayırmışlar'.

Rivayet ediliyor ki Hz. Yunus (a.s) Cebrâil'e şöyle dedi: 'Bana yeryüzünün en âbid kimsesini göster?' Cebrâil (a.s) ona eli ve ayağı cüzzamdan kopmuş, gözü kör olmuş bir kimseyi gösterdi. Yunus ona, kulak verdiğinde şöyle dediğini işitti: 'Yârab! Onların ikisiyle benî istediğin kadar lezzetlendirdin. Yine senin istediğin kadar benden onları aldın. Senin hakkındaki benim emelimi bende bıraktın. Ey Birr! (İyilik yapan) Ey Vesûl'
Abdullah b. Ömer'in oğlu hastalandı. Oğlu için üzüntüsü oldukça şiddetlendi. Hatta bazı kimseler dediler ki: 'Eğer çocuğun başına birşey gelirse bu ihtiyarın başına da birşey gelmesinden korkuyoruz'. Bundan sonra çocuk öldü. İbn Ömer, cenazesine iştirak etti. Hiç kimse ondan daha mesrur değildi. Kendisine bu hâlinden sorulduğunda şöyle demiştir: 'Eski üzüntüm onun için bir rahmetti. Allah'ın emri vâki olduğunda ona razı oldum!'

Mesruk dedi ki: "Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardı. Horoz onları namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdi. Köpek ise onları korurdu. Birgün bir tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldüler. Salih bir kimse dedi ki: 'Üzülmeyiniz, umulur ki bu daha hayırlıdır'. Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdü. Çocuklar bunun için de üzüldüler. Salih kişi 'Bu daha hayırlıdır!' dedi. Sonra köpek felâkete uğradı kişi 'Bilakis daha hayırlıdır!' dedi. Sonra bir sabah uyanıp baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece kendileri kalmışlar. Bunun üzerine o salih insan 'Etrafınızdaki insanların esir edilmeleri onların yanında köpek, merkeb ve horoz sesleri olduğundan dolayıdır. Bu bakımdan Allah Teâlâ'nın takdir buyurduğu gibi, bizim için hayır bu üç hayvanın helâk olmasında idi' dedi.
Durum bu olunca Allah'ın gizli lütfûnu bilen bir kimse her durumda O'nun fiiline razı olur.

Rivayet ediliyor ki Hz. İsa (a.s) âmâ, alaca, kötürüm, iki tarafı meflûç, eti cüzzam sebebiyle paramparça olmuş birinin yanından geçerken şöyle dediğini duydu: 'Kullarından bir çoğuna verdiği beladan beni sâlim kılan Allah'a hamd olsun!' Bu söz üzerine İsa (a.s) ona 'Ey kişi! Acaba senden hangi bela uzaklaştırıldı, baksana bütün belalar sendedir!' dedi. Kişi 'Ey Ruhullah! Ben Allah Teâlâ'nın kalbime sokmuş olduğu marifetten dolayı kalbine marifet sokmadığı kimseden daha hayırlıyım' dedi. Bunun üzerine İsa (a.s) ona 'Sen doğru söyledin. Elini bana uzat!' dedi. Kişi elini uzattı. İsa'nın (a.s) elinin dokunmasıyla yüzce insanların en güzeli, hâlce insanların en üstünü oluverdi. Allah Teâlâ onda bulunan bütün illetleri, kulu ve peygamberi İsa'nın dokunmasıyla ortadan kaldırdı. Böylece o, İsa'ya arkadaş oldu ve onunla beraber Allah'a kulluk yapmaya devam etti.

Urve b. Zübeyr'in (r.a) ayağında çıkan bir hastalıktan ötürü ayağı dizinden kesildi. Sonra dedi ki: 'Benden bir ayağımı alan Allah'a hamd olsun. İzzetine yemin ederim, eğer sen almışsan ge-ride bıraktığın da yeter. Eğer sen bela vermişsen muhakkak afiyet verdiğin de vardır'. Sonra Urve virdlerini bırakmayıp normal gecelerde olduğu gibi okudu.

İbn Mes'ud şöyle demektedir: 'Fakirlik ve zenginlik iki binektir. Hangisine bindiğimi pek önemsemiyorum. Eğer bindiğim fakirlik ise, onun içinde sabır vardır. Eğer zenginlik ise, onun içinde (Allah yolunda) vermek vardır!'

Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle demiştir: 'Ben rıza makamı hariç, her makamdan bir hâle vâsıl oldum. Rıza makamının ancak kokusunu kokladım. Buna nedenle bütün insanları cennete, beni ateşe soksa razı olurum!'.

Başka bir ârife şöyle denildi: 'Sen ondan razı olmanın zirvesine nail oldun mu?' Cevap olarak dedi ki: 'Zirveye varamadım! Fakat rıza makamına vardım. Eğer beni cehennem üzerinde bir köprü yapsa mahluklar üzerime basa basa cennete gitseler, sonra cehennemi yeminini yerine getirmek için benimle doldursa ve bütün mahluklarının bedeli olarak beni cehenneme atsa O'nun hükmünden dolayı bunu severim. O'nun taksimi dolayısıyla buna razı olurum'.

İşte bu söz, sevginin bütün himmetini kapsadığını ve kendisini ateş elemini hissetmekten bile alıkoyduğunu bilen bir kimsenin sözüdür. Eğer bu kimsede bir his kalmışsa mahbubunun kendisini ateşe atmakla razı olacağını sezmiş olmasından hâsıl olan lezzetinin varlığı o hissi de ortadan kaldırır. Böyle bir halin insanoğlunu istila etmesi muhal değildir. Her ne kadar bizim gibi zayıfların hallerinden uzak ise de esasında uzak değildir. Fakat mahrum olan zayıfın kuvvetlilerin hallerini inkâr etmesi uygun değildir. Mahrum olan zayıf zanneder ki kendisinin aciz olduğu her halden Allah'ın velî kulları da acizdir.

Ruzbarî70 diyor ki: "Ebu Abdullah b. Celâ ed-Dimeşkî'ye71 şöyle sordum: Filanın 'Ben isterdim ki bedenim makaslarla paramparça edilsin. Tek bu insanlar Allah'a itaat etsin' sözünün mânâsı nedir?' Ebu Abdullah bana 'Ey kişi! Eğer bu söz tâzim ve iclâl yolundan geliyorsa mânâsını bilmiyorum. Eğer halka nasihat ve şefkat yolundan geliyorsa biliyorum' dedikten sonra bayılıp yere düştü'.

İmran b. Husayn, karın hastalığına mübtela olup otuz sene gibi uzun bir zaman sırt üstü yattı. Ne kalkabilir, ne de oturabilirdi. Kendisine hurma lifinden yapılmış bir sedirde delik açıldı. İhtiyacını oradan görürdü.

Bir ara Mutarrıf b. Abdillah ve kardeşi Ulâ onu ziyarete geldiler. Mutarrıf onun bu halini görünce ağladı. Mutarrıf'a şöyle sordu:
- Neden ağlıyorsun?
- Seni bu dehşetli halde gördüğümden dolayı!
- Ağlama! Çünkü Allah'ın katında en sevimli olan şey benim katımda da en sevimli olur! Sana birşey söyleyeceğim. Umulur ki Allah seni onunla faydalandırır. Fakat ben ölünceye kadar kimseye ifşa etme. Melekler beni ziyaret ediyorlar. Onlarla ünsiyet edi
yorum. Bana selâm veriyorlar. Selâmlarını duyuyorum.

Bununla İmran'a bildirilmiştir ki bu bela Allah'ın bir cezası değildir; çünkü bu bela bu büyük nimetin sebebi olmuştur. Bu bakımdan belasında bu durumu müşahede eden bir kimse nasıl belaya razı olmaz?

Yine bu zat diyor ki: Süveyd b. Mus'abe'nin ziyaretine gitmiştik. Yere atılmış bir elbise gördük. Onun altında birşeyin olduğunu sanmıyorduk. Süveyd'in hanımı onu kaldırdı ve durum anlaşıldı. Süveyd'in hanımı bezin altmdakine (Suveyd'e) şöyle dedi: 'Anam babam sana feda olsun! Sana ne yedirelim, ne içirelim?' Bunun üzerine Süveyd dedi ki: 'Uyku uzadı. Yan kemiklerim delindi. Ben eskimiş bir elbise gibi oldum. Ne yemek yiyorum, ne de şu zamandan beri su hoşuma gidiyor'. Geçirdiği birkaç günü anlattı ve 'Bundan' bir tırnak kesimi kadar zamanı azaltmam beni sevindirmez5 dedi.

Sa'd b. Ebi Vakkas, Mekke'ye vardığında gözleri kapanmıştı. Halk dört yandan etrafına üşüştü. Herkes kendisine dua etmesini istiyordu. Şuna buna dua ediyordu. Duası da makbuldü. Abdullah b. Sâib72 der ki: Ben gençtim, ona geldim, kendimi tanıttım. Beni tanıdı ve şöyle dedi: 'Sen Mekke ehlinin kurrası değil misin?' 'Evet!' dedim. Bunun üzerine Abdullah bir kıssa anlattı. O kıssanın sonunda şöyle dedi: Sa'd'a hitaben dedim ki: 'Ey amca! Sen halk için dua ediyorsun! Eğer kendin için dua etsen de Allah Teâlâ senin gözünü yemden sana verseydi (daha iyi olmaz mıydı)?' Bu sual üzerine tebessüm ederek şöyle dedi: 'Ey oğul! Benim nezdimde Allah Teâiâ'nm kaza ve kaderi gözümden daha güzeldir'.
Bir sûfînin küçük çocuğu üç gün kayboldu. Kendisinden bir haber alınamadı. Sûfîye denildi ki: 'Allah'tan evladını getirmesini dilesen (olmaz mı?)' Cevap olarak dedi ki: 'Allah Teâiâ'nm hükmettiğine itiraz etmek, bana çocuğumun kaybolmasından daha ağır gelir!'
Âbidlerin birinden şöyle rivayet ediliyor: Ben büyük bir günah işledim. Altmış seneden beri o günahımdan ötürü ağlıyorum. Bu âbid aynı zamanda o günahtan tevbe etmek için var kuvvetiyle ibadete dalmış bulunuyordu. Kendisine denildi ki: 'O işlemiş olduğun günah nedir?' Dedi ki: "Olan birşey için bir defacık 'keşke olmasaydı!' dedim"

Abdülvahid b Zeyd'e şöyle denildi: Şuracıkta bir kişi vardır. Elli sene Allah'a ibadet etmiştir. Bunun üzerine Abdülvahid o kişiye gitti ve dedi ki:
- Ey dostum! Kendinden bana haber ver. Sen bu elli senelik ibadetle doydun mu?
- Hayır!
- Bu ibadete ünsiyet verdin mi?
- Hayır!
- Ondan razı oldun mu?
- Hayır!
- Öyleyse ondan sana kalan namaz ile oruçtur!
- Evet!
- Eğer senden utanmasaydım elli senelik ibadetini kalbin kapalı olduğu halde yaptığını haber verecektim.

Abdülvahid'in bu konuşmasının mânâsı 'Senin için kalp kapısı açılmamıştır ki sen kalbin amelleriyle yakınlık merdivenlerine terâkki etmiş olasın. Sen ancak ashab-ı yemin'den sayılırsın. Çünkü ondan senin artışın halk tabakasının artışı olan azaların amellerindedir' demektir.

Halktan bir cemaat Şiblî'nin huzuruna vardı. Şiblî bir hapishanede bulunuyordu. Önünde bir yığın taş vardı. Gelenlere şöyle sordu:
- Siz kimlersiniz?
- Seni sevenleriz!
Bunun üzerine, Şiblî onları taşlamaya başladı. Onlar kaçtılar. Şiblî arkalarından şöyle haykırdı: 'Hani beni sevdiğinizi iddia ediyordunuz? Eğer doğru olsaydınız benim belama sabrederdiniz!'

Şiblî şu şiiri okumuştur:
Rahman'a olan sevgi beni sarhoş etti! Acaba sarhoş olmayan bir dost gördün mü?

Şam âbidlerinden biri şöyle demiştir: 'Hepiniz Allah'ın huzuruna Allah'ı tasdik ettiğiniz halde varacaksınız'. Fakat bu kimse Allah'ı yalanlamıştır, sebebi de şudur: Eğer birinizin altından yapılmış bir parmağı olsaydı, daima o parmağı (göstermek için) işaret ederdi. Eğer parmağında bir sakatlık olsaydı, daima onu (göstermemek için) kapatırdı.

Şunu kastediyor: Altın Allah'ın nezdinde yerilmiştir. Oysa insanlar onunla böbürlenirler. Bela ise ahiret ehlinin süsüdür. Halbuki insanlar ondan kaçınırlar.

Şöyle anlatılıyor: Çarşıda yangın çıktı. Bunun üzerine Sırrî'ye şöyle denildi: 'Çarşı yandı da senin dükkanın yanmadı!' Sırrî 'Elhamdülillâh!' dedi. Sonra haberi veren 'Sen nasıl müslümanlar için değil de kendi selâmetin için Allah'a hamdolsun dersin?' dedi. Bunun üzerine Sırrî ticaret yapmaktan tevbe edip hayatı boyunca dükkanı terketti. Bunu da sadece Elhamdülillah deyişinden ötürü yaptı.

Bu söylediğimiz hikâyeleri dikkatle izlersen, kesinlikle bilmiş olursun ki heva-i nefse muhalif düşmeye razı olmak muhal değildir. Aksine din ehlinin makamlarından büyük bir makamdır. Madem ki bu, halkın sevgisi ve nasipleri hususunda mümkündür, o halde Allah sevgisi ve ahiret lezzetleri için de mümkündür. İmkânı iki yöndendir: O yönlerden biri, mevcut sevaptan verilmesi umulan şeyden dolayı eleme rıza göstermektir. Şifayı beklemek hususunda ilâçları içmek, kan aldırmaya razı olmak gibi... İkincisi, sadece mahbubun maksad ve rızası olmasından dolayı ona razı olmak, onun ötesinde bir mânâyı aramamaktır. Bu bakımdan sevgi, bazen sevenin maksadını vesilenin maksadına dercedecek derecede galebe çalar. Öyleyse sevenin nezdinde mah-bubun kalbini sevindirmek ve onu razı etmek, onun arzusunu yerine getirmek velev ki sevenin ruhu pahasına olsa bile yapılan şeylerin en lezzetlisidir.
Sizi razı ettiğim takdirde hiçbir yaranın önemi olmaz!
Bu durum, elemi hissetmekle beraber mümkündür. Oysa bazen sevgi insanı, elemi hissetmekten sarhoş edecek derecede istila eder. Kıyas, tecrübe ve müşahede sevginin varlığına delâlet eder. O halde, kendi nefsinde yoktur diye inkâra kalkışmak uygun değildir. Çünkü kendisi, ifrat derecedeki sevgiyi kaybettiğinden dolayı bundan mahrum olmuştur. Sevginin tadını tatmayan acaipliklerini bilmez. Sevenlerin söylediklerimizden daha büyük acaiplikleri vardır.

Amr b. Haris er-Râfiî'den rivayet ediliyor ki: "Rakka şehrinde bulunan bir dostumun yanında, bir mecliste bulundum. Beraberimizde güzel ve şarkıcı bir cariyeye aşık olan bir genç vardı. Cariye de bizimle beraber o mecliste bulunuyordu. Cariye ney çalıp şunları teganni etti.
Aşkın aşıklar üzerindeki zilletinin alâmeti ağlamaktır. Hele derdini açacak bir kimseyi bulamayan bir aşık ise!
Bunun üzerine delikanlı kıza hitaben 'Hatunum! Allah'a yemin ederim, güzel söyledin. Acaba bana ölmem için izin verir misin?' dedi. Kadın ona 'Olgun olduğun halde öl!' dedi. Bunun üzerine delikanlı başını yastığa koydu. Ağzını ve gözlerini kapattı. Kendisine dokunduğumuz zaman ölmüş olduğunu gördük".

Cüneyd şöyle demiştir: Bir çocuğun yenine yapışmış, ona yalvaran ve muhabbetini izhar eden bir kişi gördüm. Çocuk dönüp onun yüzüne baktı ve şöyle dedi:
- Bana gösterdiğin münafıklık ne zamana kadar devam edecek?
- Sözlerimde doğru olduğumu Allah bilir! Hatta sen bana öl desen ölürüm.
- Eğer doğruysan öl!
Cüneyd diyor ki: 'Kişi biraz uzaklaştı. Gözlerini kapattı ve ölü olarak yere serildi'.

Semmun el-Muhib dedi ki: 'Komşularımızdan birinin çok sevdiği bir cariyesi vardı. Cariye hastalandı, kişi ona hurma çorbası yapmak için oturdu. Adam çanağı karıştırırken cariyenin Ah! dediğini işitti. Bunun üzerine kişi dehşete kapıldı. Kaşık elinden düştü. Başladı çanaktaki fıkır fıkır kaynayan çorbayı eliyle karıştırmaya... Öyle ki parmakları yanıp düştü. Bunun üzerine cariye 'Ne oldu sana? Parmakların neden düştü?' dedi. Adam dedi ki: 'Senin ah demenden bunlar oldu!'

Muhammed b. Abdullah el-Bağdadî'den şöyle hikâye olundu: 'Basrada yüksek bir damda bir genç gördüm. Halka şöyle haykırıyordu:
Kim aşk için ölmüşse böyle ölsün! Ölümsüz bir aşkın hayrı yoktur! Sonra kendini yere attı. Ölü olarak kaldırıp götürdüler'.

İşte bu ve buna benzer sevgiler bazen mahlukun sevgisinde doğrulanır. O halde, yaratanın sevgisinde bunu doğrulamak daha iyidir; Çünkü batınî göz, zahirî gözden daha doğrudur. Allah Teâlâ'nın cemâli her cemâlden daha tam ve kâmildir. Alemdeki her cemâl, o cemâlin güzelliklerinden bir güzelliktir. Evet! Gözünü kaybeden bir kimse suretlerin güzelliğini inkâr eder. Kulağını kaybeden bir kimse ise güzel seslerin, vezinli nağmelerin lezzetini inkâr eder. Kalbini kaybeden bir kimsenin ise, yalnız kalbin tadabildiği bu lezzetleri inkâr etmesi normaldir.



69) Aklı başında olduğu halde kişinin böyle yapması intihardır. Bu durum cezbe ve manevî sekr halinde cereyan etmiş olabilir.
70) Adı Ebu Ali Ahmed b. Muhammed'dir. Bağdadlı olan bu zat Mısırdaikamet etmiş, H. 322'de orada vefat etmiştir.
71) Adı Ahmed b. Yahya'dır.
72) Adı Seyfı b. Âbid b. Abdullah b. Ömer b. Mahzun el-Kureşî, künyesi Ebû Saib veya Ebû Abdurrahman el-Mekkî'dir. Hem kendisi, hem de babası as-hab'daııdır. Oğlu Muhammed Mekke'nin ünlü kurrasıdır..