5.Tevekkül Hali
Daha önce tevekkül makamının ilim, hâl ve amelden mürekkeb olduğunu söylemiş, ilim'in ne olduğunu da beyan etmiştik.
Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettir. İlim ise, onun temelini teşkil eder. Meyvesi ise ameldir. Tevekkül'ün tarifinin beyanına dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdir. Herkes kendi nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül'den bahsetmiştir. Nitekim sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardır. Bu sözleri nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur.
Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralım. Tevekkül, vekâlet mastarından türemedir. Denir ki: 'Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir'. Yani ona havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştir. Kendisine durum havale edilen kişi ise vekildir. Durumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenir. Bu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettir. Husumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için, bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna inandığından dolayı verir:
1. Hidayetin zirvesinde olması,
2. Kuvvetin zirvesinde olması,
3. Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması,
4. Şefkat ve merhametin zirvesinde olması.
Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir.
Hidayet'e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için lâzımdır. Kudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez!
Fesâhat'a gelince, o da kudrettendir. Ancak fesâhat lisanında bulunan bir kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her hakîkati belirtir. Bu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir.
Şefkat'in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik eder. Çünkü vekilde kudretin bulunup da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez.
Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildir. Eğer müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşır. Bu bakımdan müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedir. Kuvvet ve zaaf hakkındaki zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzeder. O halde müvekkillerinin halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde
zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar... Tıpkı vekilin müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi... Bu takdirde müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl olur. Bu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin olarak tahakkuk eder. Böylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde bulunduğuna inanması düşünülebilir.
Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündür. Yani mütevatiren vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi.. Bu misaldeki tevekkülü bildiğinde Allah'a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi Allah'tan başka bir fâilin bulunmadığı takarrur edip bununla beraber Allah'ın tam ilme ve kullarına yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete, inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O'nun kudretinin ötesinde bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece Allah'a tevekkül eder, hiçbir yönden Allah'tan başkasına iltifat etmez.
Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmez. Çünkü Allah'tan başka kimseye dönüş ve Allah'tan başka ibadet edilecek yoktur. Nitekim hareket ve kuvveti zikrederken, tevhid bahsinde bu durum geçti. Çünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve kudretten ibarettir. Eğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı zayıf ve hasta olmuştur. Zira kalp bazen vehme tâbi olarak ürker. Yakînde bu eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat eder. Çünkü bal yiyen bir kimsenin huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek kendisine güç gelir. Eğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan ürker. Her ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla taş arasında fark olmadığını idrâk edip, Allah'ın sünnetinin şu anda o ölüyü diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez...
Nasıl ki Allah Teâlâ'nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya, kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, Allah'ın sünnetinin böyle olmadığını bildiği gibi... Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürker. Fakat diğer cansızlardan ürkmez. Bu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettir. Az da olsa insan bundan uzak değildir. Bazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşür. Hatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olur. Bu bakımdan sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydir. Nice yakin vardır ki onunla beraber itminan yoktur. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e şöyle buyurmuştur:
Allah 'inanmadın mı?' demişti. İbrahim 'Evet inandım. Fakat kalbim tam itminana kavuşsun diye sordum' dedi
Hz. İbrahim (a.s) ölünün diriltilmesin! kendi gözüyle müşahede etmeyi istedi ki hayalinde sabitleşsin; zira nefis, nefs-i mutmainne derecesine ulaşıncaya kadar görmekle mutmain olur. Bu ise, başlangıçta düşünülemez. Nice itminan sahibi vardır ki yakîni yoktur. Tıpkı diğer din ve mezhep sahipleri gibi... Yahudi bir kimse yahudiliğine, hristiyan da hristiyanlığına mutmaindir. Fakat asla bunların yakîni yoktur. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına tâbidirler. Oysa rablerinden onlara hidayet gelmiştir. Bu hidayet de yakînin sebebidir. Ancak onlar bundan yüz çevirmektedirler.
Bu bakımdan korku ve cesaret, insanoğlunda bulunan birer tabiattır. Yakîn bunlarla beraber fayda vermez. Bu, te-vekkül haline ters düşen sebeplerden biridir. Yukarıda bahsi geçen dört haslet hakkındaki yakînin zayıflığının sebeplerden biri olduğu gibi... Bu sebepler, herhangi bir şahısta bir araya geldiğinde Allah'a olan güven hâsıl olur.
Tevrat'ta şöyle yazılı olduğu söylenmiştir: 'Güvendiği, kendisi gibi bir insan olan kimse mel'undur'.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kullarla aziz olmayı talep edeni Allah zelîl eder.16
Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır:
Birinci Derece
Bu derece, bizim söylediğimizdir. O da kişinin, Allah hakkındaki halinin ve Allah'ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki hali gibi olmasıdır.
İkinci Derece
Bu daha kuvvetlisidir. Allah ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali gibi olmasıdır. Çocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve ondan başkasına güvenmez. Annesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır, onu bırakmaz. Annesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce anneciğim diye bağırır. Kalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır; zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştir. Öyle bir güven ki çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı değildir. Zannedilir ki bu, çocukta bir tabiattır. Öyle ki çocuk bu hasletlerin tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektir. Fakat bütün bunlar idrâkin ötesindedir. Kimin kalbi, nazarı Allah'a olursa, çocuğun annesine bağlı oluşu gibi o da Allah'a bağlanır ve hakkıyla Allah'a tevekkül eder. Çünkü çocuk annesine tam anlamıyla güvenir. Bu derece ile birinci derece arasındaki fark, bu şahsın tevekkül sahibi oluşudur. Tevekkül hususunda, tevekkülünden fani olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmez. Sadece kendisine tevekkül edilen Allah'a iltifat eder. Bu bakımdan kalbinde kendisine tevek-kül edilenden başkasına yer kalmamıştır.
Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuştur. Tevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezer. Bu ise, bir olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mü-lâhazasından çeviren bir meşguliyettir.
Sehl et-Tüsterî'den, 'Tevekkülün en alt derecesi nedir?' diye sorulunca bu dereceye işaret ederek dedi ki: 'istekleri terketmektir!' 'Orta derecesi nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: 'İhtiyar'ı terketmektir!'
Bu ise ikinci dereceye işarettir. En yüksek derecesinden soru-lunca onu söylemeyerek şöyle demiştir: 'En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve bilir!'
Üçüncü Derece
Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, Allah'ın huzurunda öyle olmasıdır. Ölüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görür. Bu, öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştir. Bu bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan ayrılır. Çünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır, arkasından koşar... Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını, annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen çocuk gibidir. Tevekkülün bu makamı duayı terketmek, Allah'ın kerem ve inayetine güvenerek dilekleri terketmek, Allah'ın kendisine isteyenden daha iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur.
Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve kendiliğinden bahşedilir. İkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmez. Ancak sadece Allah'tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir.
Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi?
Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildir. Fakat varlığı pek az ve zordur. İkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda, onun devam et-mesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir.
Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira kuv-vet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdır. Bundan inkıbazının ise arızî olduğu gibi... Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettir. Öyle ki cildin dışından cilt perdesinin in-celiğinin ötesinde bulunan kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedir. Onun ötesinde kan kırmızılığı görünür. Kanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam etmez. Kalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından çekilmesi pek fazla devam etmez. İkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin sararmasına benzer. Bu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam eder. Birincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştır. Bunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir.
Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde olur mu?
Cevap: Üçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden siler. Hatta bu makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidir. İkinci makam, dua ve yalvarmakla Allah'a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırır. Tıpkı sadece annesine asılmakla çocuğun tedbir alması gibi... Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın esasını kaldırmaz. Ancak bazı tedbirleri kaldırır.
Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi... Bu kimse, vekilden gelmeyen her tedbiri terkeder. Fakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile terketmez. Onun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: 'Ben ancak senin huzurunda konuşurum!' Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için tedbire başvurur. Bu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil, vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş değildir. Başkasının kuvvetine de iltica etmiş değildir. Vekilin söylediğini yapması, vekile güvenmesindendir. Zira eğer vekile güvenip sözüne itimat etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdı. Vekilin âdetinden malum olana gelince, Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilir. Bu bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandır. O da beraberinde hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir.
Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden müstağni değildir. Eğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olur. Öyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini yerine getirmek için hazır olur. Adetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonra, ikinci ve huzurdaki üçüncü makama varmıştır. Hatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti kalmıştır. Vekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve si-cilleri de hazır etmiş ve sonuna da varmıştır.
Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi kalmıştır. Bu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz değildir. Bu çeşidi taksimleri gerektirir. Bunun tafsilatı ameller bahsinde gelecektir. Bu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmez. Çünkü eğer vekil olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması fayda vermez. Vekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona da bu durumu bildirmiştir. Durum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır' demek olur. Şu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz.
Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildir. Vekil onları esasında faydalı kılar. Eğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardı. Bu ancak hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudur. O da Allah Teâlâ'dır; zira tevhid bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı Allah'tır! Onları faydalı kılan da Allah'tır. Çünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve maksatlara onları şart kılan da Allah'tır... Durum böyle olunca hakîkat ve doğruluk yönünden Allah'tan başka hiç kimsede kuvvet yoktur. Bu bakımdan bütün bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında varid olan büyük sevap vardır.
Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: 'Dile bu kadar kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir'. Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildir. Çünkü bu verilen mükafat, Tevhid bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdır. Bu kelime'nin (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah'ın sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi gibidir; zira 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' kelimesinde sadece iki şey Allah'a mal edilmiştir. 'Lâ ilâhe illâllah' kelimesine gelince o, herşeyi Allah'a nisbet etmektir. Bu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa dikkat et ki 'Lâ ilâhe illâllah'ın 'Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını anlayabilesin. Daha önce 'Tevhîd'in iki kabuğu ve iki özü vardır' dediğimiz gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardır. Oysa halkın çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerîfiyle kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir:
Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, 'Lâ ilâhe illâllah' derse ona cennet vâcib olur
Öyleyse bu kelime, doğruluk ve ihlas kaydı olmaksızın, hangi hadîste mutlak ve kayıtsız zikredilmişse, ondan bu kayıtlı mânâ kastedilmiştir. Nitekim mağfiret bazı yerlerde iman ile amel-i salihe izafe edilmiş, bazı yerlerde de sadece imana izafe edilmiştir. Sadece imana izafe edildiğinde de sâlih amel ile kayıtlı bulunan iman kastedilmiştir. Bu bakımdan mülk, sadece konuşma ile elde edilmez. Dilin kıpırdatılması konuşmaktır. Kalbin akdi de konuşmaktır. Fakat nefsin konuşmasıdır. Doğruluk ve ihlas ise, bu iki konuşmanın da ötesindedir. Sultanlık tahtı ancak mukarrebler için kurulur. Onlar da muhlislerdir. Evet! Mertebesinde mukarreblere yakın bulunan ashab-ı yemin için de Allah nezdinde dereceler vardır. Her ne kadar o dereceler, sultanlık derecesine varmazsa da... Görmez misin, Allah Teâlâ, Vakıa suresinde sebkat eden mukarrebleri zikrederken sultanlık tahtına değinerek şöyle buyurmuştur:
Altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerinde karşı karşıya kurulmuşlardır.(Vâkıa/15-16)
Ashab-ı yemîn'in bahsinde su,gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden fazlasını zikretmedi. Oysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen şeylerin lezzetlerindendir. Bu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilir. Hayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî komşuluğunda a'lâyı illiyyîn 'e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların üstünde olmazdı.
Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce, daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a'lâyı illiyyîn'de rabb'ülâlemîn'in manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile Cebrail (a.s) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik derecesini Cebrail'in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı pek korkunçtur!
Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18
Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis, cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzer. Meleklerin lezzetinden daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de böyledir. Bu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara benzer.
Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da şaşkın ve işte gafiller onlardır.(A'raf/179)
Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların, meleklerin derecesini talep etme imkânı yoktur. Bu bakımdan bu dereceyi talep etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı vardır. Kemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudur. Bu sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelim. Daha önce 'Lâ ilhahe illâllah' ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünün mânâsını beyan etmiş ve demiştik ki: 'Müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez'.
Soru: Senin 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünden Allah'a iki şeyi nisbet etmekten başka birşey yok. Bu bakımdan eğer biri 'Gökle yer Allah'ın yaratığıdır' dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir?
Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedir. Oysa bu iki derecenin arasında eşitlik yoktur. Gök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet'in de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmaz. Çünkü eşya, şahısların büyüklüğüne bağlı değildir. Halk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar tarafından değildirler. Bilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök insanların değil, Allah'ın yaratıklarıdır. Kuvvet ise, mutezilîler felsefeciler ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasma makul ve fikir hakkında ince mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile çözülememiştir. Bu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir kayıştır.
Burada gafiller helâk olmuşlardır! Zira gafiller, nefisleri için birşey isbat etmişlerdir. Oysa bu isbatlama tevhîd'de şirk ve Allah'tan başka bir yaratıcı is-bat etmektir. Kim Allah'ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği geçerse, onun mertebesi yücelir ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünde doğru olur. Nitekim daha önce 'Tevhîd'de iki gedikten başkası yoktur' demiştik. Onlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta bakmaktır. İkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi, gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudur. Bu iki aşılmaz engeli geçmekle Tevhid sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu kelimenin sevabı büyümüştür. Bundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede edilen mânânın sevabını kastediyoruz. O hald( tevekkül hali, kuvvetten teberri etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer Allah dilerse biz tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati anlaşılacaktır.
16) Ukaylî ve Ebu Nuaym
17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam'dan); Ebu Yâ'lâ, (Ebu Hüreyre'den)
18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı 'Ruhlar hazırlanan askerlerdir...' hadîsinden alınmıştır.
Hale gelince, tevekkül, tahkik noktasında halden ibarettir. İlim ise, onun temelini teşkil eder. Meyvesi ise ameldir. Tevekkül'ün tarifinin beyanına dalanlar, oldukça değişik ve birçok ibareler ileri sürmüşlerdir. Herkes kendi nefsinin makamından ve kendi hali olan tevekkül'den bahsetmiştir. Nitekim sûfîlerin de bu şekilde, öteden beri gelen bir âdeti vardır. Bu sözleri nakletmek ve çoğaltmakta bir fayda yoktur.
Biz buradan doğrudan doğruya perdeyi kaldıralım. Tevekkül, vekâlet mastarından türemedir. Denir ki: 'Filan adam durumunu falana tevkil etmiştir'. Yani ona havale etmiş ve o hususta ona güvenmiştir. Kendisine durum havale edilen kişi ise vekildir. Durumunu kendisine havale eden onu acizlik ve kusur yapmakla itham etmedikçe ve kendisine güvendikçe, nefsi ona emniyet eder ve ona güvenir. Bu bakımdan tevekkül, kalbin sadece şekil üzerine itimat etmesinden ibarettir. Husumette vekil olana bir misal verelim: Kimin aleyhinde bâtıl ve zayıf delillerle bir dava ikame edilirse, o da bu çürük davayı meydana çıkarmak için, bir kimseye vekâletini verirse, o kimseye ancak onda şu dört vasfın bulunduğuna inandığından dolayı verir:
1. Hidayetin zirvesinde olması,
2. Kuvvetin zirvesinde olması,
3. Fesâhat ve belâgatın zirvesinde olması,
4. Şefkat ve merhametin zirvesinde olması.
Müvekkil, vekilinde bu dört vasfın bulunduğuna inanırsa ona güvenir.
Hidayet'e gelince, vekil onun vasıtasıyla davanın çürük noktalarını keşfetmesi ve davadaki gizli hilelerin hiç birinin kendisine kapalı kalmaması için lâzımdır. Kudret ve kuvvet ise, yağcılık yapmaması, korkmaması, utanıp çekinmemesi ve hakkı açıkça söylemesi için lâzımdır; zira kuvvet ve kudretten mahrum olan bir vekil, çoğu kez, hasmın hilelerine vâkıf olduğu halde, hasımdan korktuğu veya çekindiği veya utandığı için veyahut da hakkı haykırmaktan alıkoyan bir engelden dolayı o çürük noktayı belirtmez!
Fesâhat'a gelince, o da kudrettendir. Ancak fesâhat lisanında bulunan bir kudrettir ki vekil onun vasıtasıyla kalbin cesaretle ve işaret ettiği her hakîkati belirtir. Bu bakımdan hilenin merkezlerini teşhis eden her âlim, dilin keskinliğiyle o hilenin düğümünü çözmeye muktedir değildir.
Şefkat'in zirvesine varmasına gelince, bu vasıf olduğunda vekili müvekkili hakkında var kuvvetini sarfetmeye teşvik eder. Çünkü vekilde kudretin bulunup da müvekkilin işine gereği gibi sarfedilmezse kâfi gelmez.
Vekil hasmının mı yoksa müvekkilin mi davayı kazanacağına, hakkının bununla olup olmayacağına perva etmedikçe onun muktedir olması kâfi değildir. Eğer müvekkil, belirtilen bu dört vasıfta veya bunların birinde şüpheli ise, veya hasmının bu vasıflarda vekilinden daha kuvvetli olduğunu mümkün görürse, bu takdirde nefsi vekili hakkında mutmain olmaz, kalbi daima ürperir, vekilin kusurunu telafi etmek için hile ve tedbirleri aramakla uğraşır. Bu bakımdan müvekkilin fazla güvenmekteki durumlarının derecesi, bu dört hasletin vekilde bulunmasına inanmasının kuvveti derecesindedir. Kuvvet ve zaaf hakkındaki zanlar ve inançlar çok değişik manzaralar arzeder. O halde müvekkillerinin halleri de itminan ve güven hususunda sayılmayacak kadar değişiktir ki içinde
zayıflıktan eser bile olmayan yakîn derecesine varıncaya kadar... Tıpkı vekilin müvekkili için helâl ve haram demeden mal toplamaya koşması gibi... Bu takdirde müvekkil için, vekilinde şefkatin ve gerekli dikkatin bulunduğuna yakîn hâsıl olur. Bu bakımdan vekilde bulunması güven veren dört hasletten biri, kesin olarak tahakkuk eder. Böylece diğer hasletlerin de kesin olarak vekilde bulunduğuna inanması düşünülebilir.
Bu da uzun deneme ve haberlerin tevatürü ile mümkündür. Yani mütevatiren vekilin, zamanındaki insanların hepsinden daha fasîh ve beliğ olduğunu belirtmek bakımından hepsinden daha kuvvetli bulunduğu, hakka yardım etmekte herkesten daha atılgan olduğu, bâtıl ile hakkı tasvir etmek hususunda insanların en kuvvetlisi olduğunun zikredilmesi gibi.. Bu misaldeki tevekkülü bildiğinde Allah'a olan tevekkülü de buna kıyas et! Eğer keşif vasıtasıyla veya kesin bir inançla kalbinde daha önce geçtiği gibi Allah'tan başka bir fâilin bulunmadığı takarrur edip bununla beraber Allah'ın tam ilme ve kullarına yetecek nisbette kudrete, sonra gerek ferde, gerek bütün cemiyete rahmete, inayete ve şefkatin tamamına sahip olduğuna inanırsa, O'nun kudretinin ötesinde bir kudretin, ilminin ötesinde bir ilmin, inayet ve rahmetinin ötesinde bir inayet ve rahmetin olmadığına inanırsan, bu takdirde şüphesiz ki kalbin sadece Allah'a tevekkül eder, hiçbir yönden Allah'tan başkasına iltifat etmez.
Kendine ve kuvvetine bile iltifat etmez. Çünkü Allah'tan başka kimseye dönüş ve Allah'tan başka ibadet edilecek yoktur. Nitekim hareket ve kuvveti zikrederken, tevhid bahsinde bu durum geçti. Çünkü günahtan dönmek, hareketten, kuvvet ve kudretten ibarettir. Eğer nefsinde bu hali hissetmezsen bunun sebebi iki şeyden biridir: Ya bu dört hasletten birinden ötürü yakîn zafiyete uğramıştır veya galebe çalan vehimlerden ötürü kalp ürkmüş, kalbi istila eden korkudan dolayı zayıf ve hasta olmuştur. Zira kalp bazen vehme tâbi olarak ürker. Yakînde bu eksiklik olmadığından dolayı vehme itaat eder. Çünkü bal yiyen bir kimsenin huzurunda balı, insan pisliğine benzetirsen ve bunun üzerine basa basa söylersen, çoğu kez kalbi bal yemekten nefret eder ve bir daha bal yemek kendisine güç gelir. Eğer akıllı bir kimse ölü ile beraber kabirde yatmaya zorlanırsa veya bir yatakta veya bir evde bulunmaya zorlanırsa, tabiatı bundan ürker. Her ne kadar onun öldüğüne kesinlikle inanıyorsa da hâl-i hazırda onunla taş arasında fark olmadığını idrâk edip, Allah'ın sünnetinin şu anda o ölüyü diriltmeyeceğini biliyorsa da durum yine de değişmez...
Nasıl ki Allah Teâlâ'nın kuvvet ve kudreti onun elindeki kalemi yılan yapmaya, kediyi aslana çevirmeye yetiyorsa da, Allah'ın sünnetinin böyle olmadığını bildiği gibi... Bu yakîn derecesinden şüphe etmediği halde, aynı yatakta ölü ile beraber yatmaktan veya aynı evde ölü ile bulunmaktan tabiatı ürker. Fakat diğer cansızlardan ürkmez. Bu ise kalpte bir korku ve bir tür zafiyettir. Az da olsa insan bundan uzak değildir. Bazen bu korku kuvvet bulur, hastalığa dönüşür. Hatta kapıları sağlamca kilitlediği halde, tek başına evde yatmaktan bile korkar! Bu bakımdan tevekkül ancak kalbin ve yakîninin kuvvetiyle birlikte tamamlanır; zira bu iki kuvvetle kalbin sakinleşmesi hâsıl olur. Bu bakımdan sükûn kalpte birşey, yakîn ise başka bir şeydir. Nice yakin vardır ki onunla beraber itminan yoktur. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İbrahim'e şöyle buyurmuştur:
Allah 'inanmadın mı?' demişti. İbrahim 'Evet inandım. Fakat kalbim tam itminana kavuşsun diye sordum' dedi
Hz. İbrahim (a.s) ölünün diriltilmesin! kendi gözüyle müşahede etmeyi istedi ki hayalinde sabitleşsin; zira nefis, nefs-i mutmainne derecesine ulaşıncaya kadar görmekle mutmain olur. Bu ise, başlangıçta düşünülemez. Nice itminan sahibi vardır ki yakîni yoktur. Tıpkı diğer din ve mezhep sahipleri gibi... Yahudi bir kimse yahudiliğine, hristiyan da hristiyanlığına mutmaindir. Fakat asla bunların yakîni yoktur. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına tâbidirler. Oysa rablerinden onlara hidayet gelmiştir. Bu hidayet de yakînin sebebidir. Ancak onlar bundan yüz çevirmektedirler.
Bu bakımdan korku ve cesaret, insanoğlunda bulunan birer tabiattır. Yakîn bunlarla beraber fayda vermez. Bu, te-vekkül haline ters düşen sebeplerden biridir. Yukarıda bahsi geçen dört haslet hakkındaki yakînin zayıflığının sebeplerden biri olduğu gibi... Bu sebepler, herhangi bir şahısta bir araya geldiğinde Allah'a olan güven hâsıl olur.
Tevrat'ta şöyle yazılı olduğu söylenmiştir: 'Güvendiği, kendisi gibi bir insan olan kimse mel'undur'.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kullarla aziz olmayı talep edeni Allah zelîl eder.16
Tevekkülün mânâsı sana keşf olunduğunda ve tevekkül diye adlandırılan hali bildiğinde, bil ki bu halin kuvvet ve zâfiyet bakımından üç derecesi vardır:
Birinci Derece
Bu derece, bizim söylediğimizdir. O da kişinin, Allah hakkındaki halinin ve Allah'ın kefillik ve inayetine olan güveninin tıpkı vekile olan güvenindeki hali gibi olmasıdır.
İkinci Derece
Bu daha kuvvetlisidir. Allah ile olan hali çocuğun annesine karşı olan hali gibi olmasıdır. Çocuk annesinden başkasını tanımaz, ondan başkasına sığınmaz ve ondan başkasına güvenmez. Annesini gördüğünde her durumda onun eteğine yapışır, onu bırakmaz. Annesinin bulunmadığı yerde başından bir kaza geçerse, ilk önce anneciğim diye bağırır. Kalbine ilk gelen annesidir; zira annesi sığınağıdır; zira annesinin kefaletine, kifayet ve şefkatine güvenmiştir. Öyle bir güven ki çocukta bulunan ayırdetme kabiliyeti ile meydana gelen bir tür idrâkten farklı değildir. Zannedilir ki bu, çocukta bir tabiattır. Öyle ki çocuk bu hasletlerin tafsilatını anlatmakla mükellef kılınsa, lâfzını söylemeyi, mufassal bir şekilde zihninde bulundurmaya bile gücü yetmeyecektir. Fakat bütün bunlar idrâkin ötesindedir. Kimin kalbi, nazarı Allah'a olursa, çocuğun annesine bağlı oluşu gibi o da Allah'a bağlanır ve hakkıyla Allah'a tevekkül eder. Çünkü çocuk annesine tam anlamıyla güvenir. Bu derece ile birinci derece arasındaki fark, bu şahsın tevekkül sahibi oluşudur. Tevekkül hususunda, tevekkülünden fani olmuştur; zira kalbi ne tevekküle, ne de tevekkülün hakikatine iltifat etmez. Sadece kendisine tevekkül edilen Allah'a iltifat eder. Bu bakımdan kalbinde kendisine tevek-kül edilenden başkasına yer kalmamıştır.
Birincisine gelince o, tekellüf ve çalışma ile tevekkül eder olmuştur. Tevekkülünden fani olmamıştır; zira tevekkülüne bakar, onu sezer. Bu ise, bir olduğu halde kendisine tevekkül edilenin mü-lâhazasından çeviren bir meşguliyettir.
Sehl et-Tüsterî'den, 'Tevekkülün en alt derecesi nedir?' diye sorulunca bu dereceye işaret ederek dedi ki: 'istekleri terketmektir!' 'Orta derecesi nedir?' diye sorulduğunda şöyle dedi: 'İhtiyar'ı terketmektir!'
Bu ise ikinci dereceye işarettir. En yüksek derecesinden soru-lunca onu söylemeyerek şöyle demiştir: 'En yükseğini ancak orta dereceye varan tanır ve bilir!'
Üçüncü Derece
Derecelerin en yücesi olan üçüncü derecesi ise, hareketlerinde ve hareketsizliğinde ölü, yıkayıcısının elinde nasılsa, Allah'ın huzurunda öyle olmasıdır. Ölüden sadece şu bakımdan ayrılır: Nefsini ölmüş ve ezelî kudretin elinde, ölü yıkayıcısının ölüyü çevirdiği gibi evrilip çevriliyor görür. Bu, öyle bir kimsedir ki yakînî, kendisinin hareket, kudret, irade, ilim ve diğer sıfatların mecra ve merkezi olduğunu görecek şekilde kuvvet bulmuştur ve bütün bunların kendisinde cebren meydana geldiğini görecek raddeye gelmiştir. Bu bakımdan gelecekte üzerinde cereyan edecek şeyi bekleyenden ve çocuktan ayrılır. Çünkü çocuk annesine sığınır, bağırır, onun eteğine yapışır, arkasından koşar... Hatta çocuk ağlamasa dahi annesinin kendisini arayacağını, annesinin eteğine yapışmasa dahi annesinin kendisini kucaklayacağını, süt istemese dahi annesinin kendiliğinden halini sorup ona süt içireceğini bilen çocuk gibidir. Tevekkülün bu makamı duayı terketmek, Allah'ın kerem ve inayetine güvenerek dilekleri terketmek, Allah'ın kendisine isteyenden daha iyisini vereceği inancını imanından ötürü istemeyi terketmeyi doğurur.
Nice nimet vardır ki istenmeden, dua etmeden ve müstahak olunmadan önce ve kendiliğinden bahşedilir. İkinci makam duanın ve dileğin terkini gerektirmez. Ancak sadece Allah'tan başkasından istemeyi terketmeyi gerektirir.
Soru: Bu hâlin varlığı düşünülebilir mi?
Cevap: Bu ahvalin varlığı, muhal değildir. Fakat varlığı pek az ve zordur. İkinci ve üçüncü makam, makamların en azı ve en zorudur, birinci makama ulaşmak ise daha kolaydır. Sonra üçüncü makam, ikinci makamla beraber var olduğunda, onun devam et-mesi, var olmasından daha uzak bir ihtimaldir.
Üçüncü makamın devamlı olması korkudan gelen sararma gibi gelip geçer; zira kuv-vet ve sebeplerin mülâhazasına yayılması kalbin tabiatıdır. Bundan inkıbazının ise arızî olduğu gibi... Korku, kanın içe çekilmesinden ibarettir. Öyle ki cildin dışından cilt perdesinin in-celiğinin ötesinde bulunan kırmızılık silinir; zira cild ince bir perdedir. Onun ötesinde kan kırmızılığı görünür. Kanın çekilmesi sararmayı gerektirir, Bu sararma ise fazla devam etmez. Kalbin de tamamen kuvvet ve diğer zâhirî sebeplerin mülâhazasından çekilmesi pek fazla devam etmez. İkinci makam ise sıtmalı bir kimsenin sararmasına benzer. Bu sararma bazen bir, bazen da iki gün devam eder. Birincisi, öyle bir hastanın sararmasına benzer ki hastalık kök salmıştır. Bunun devam etmesi veya zâil olması uzak bir ihtimal değildir.
Soru: Bu hallerde sebeplere yapışmak ve tedbire başvurmak kulun iradesi dahilinde olur mu?
Cevap: Üçüncü makam, o halin devamı boyunca, tedbiri temelinden siler. Hatta bu makamın sahibi şaşkın bir kimse gibidir. İkinci makam, dua ve yalvarmakla Allah'a sığınmak hariç her tedbiri ortadan kaldırır. Tıpkı sadece annesine asılmakla çocuğun tedbir alması gibi... Birinci makam ise, tedbir ve ihtiyarın esasını kaldırmaz. Ancak bazı tedbirleri kaldırır.
Tıpkı husumette vekiline güvenen bir kimse gibi... Bu kimse, vekilden gelmeyen her tedbiri terkeder. Fakat vekilinin işaret ettiği tedbiri terketmez, hatta açık işareti olmaksızın vekilin âdetinden olduğunu bildiği tedbiri bile terketmez. Onun işaretiyle bilinene gelince, mesela vekil der ki: 'Ben ancak senin huzurunda konuşurum!' Bu takdirde müvekkil, şüphesiz hazır olmak için tedbire başvurur. Bu ise, vekile olan güvenine zıt düşmez; zira müvekkil, vekilden kaçıp nefsinin kuvvet ve kudretinde delili izhar etmekte güvenmiş değildir. Başkasının kuvvetine de iltica etmiş değildir. Vekilin söylediğini yapması, vekile güvenmesindendir. Zira eğer vekile güvenip sözüne itimat etmeseydi, onun sözüyle hazır olmazdı. Vekilin âdetinden malum olana gelince, Vekilin âdetinin, sicillere bakarak hasmını susturmak olduğunu bilir. Bu bakımdan eğer bu durumda vekile güveniyorsa, onun âdetine güvenmeli, adetinin gereğini yerine getirmesi de güveninin tam olmasındandır. O da beraberinde hasımla karşılaştıklarında sicilleri göstermesidir.
Durum bu ise, ne huzurdaki tebdirden, ne de sicilleri ihzar etmekteki tedbirden müstağni değildir. Eğer bundan birşey bırakırsa tevekkülünde bir eksiklik olur. Öyle ise, burada fiilî bir eksiklik nasıl olabilir? Evet! Vekilin işaretini yerine getirmek için hazır olur. Adetim ifâ etmek için sicilleri ihzar ettikten ve cedelleşmesine bakmak suretiyle oturduktan sonra, ikinci ve huzurdaki üçüncü makama varmıştır. Hatta kuvvet ve kudretine başvurmayan ve durumun neticesini bekleyen bir hayrete düşmüş kimse gibi olur; zira ne kuvveti, ne de kudreti kalmıştır. Vekilin işareti ve âdeti üzerine bulunmuş ve si-cilleri de hazır etmiş ve sonuna da varmıştır.
Bu bakımdan nefsin güveni, vekile güvenci ve cereyan eden hâdiseyi beklemesi kalmıştır. Bu durumu düşündüğün zaman tevekkül hakkındaki bütün müşkilât senden uzaklaşmış olur ve anlamış olursun ki her tedbir ve ameli terketmek tevekkülün şartından değildir ve yine tevekkülle beraber, her tedbir ve amel de caiz değildir. Bu çeşidi taksimleri gerektirir. Bunun tafsilatı ameller bahsinde gelecektir. Bu bakımdan müvekkil, vekilin kuvvetine hazır olmak ve hazır etmek hususunda iltica ederse, onun bu durumu, tevekkülle çelişmez. Çünkü eğer vekil olmazsa orada hazır bulunmasının da sicilleri oraya götürmesinin de faydasız bir yorgunluk ve boş bir hareket olduğunu bilir; zira kuvvet ve kudreti olması fayda vermez. Vekilin onun orada hazır bulunmasını veya sicilleri ihzar etmesini, konuşmasına dayanak tuttuğundan dolayı fayda verir ve işaretiyle ona da bu durumu bildirmiştir. Durum bu ise Vekilin kuvvet ve zaten kudreti vardır' demek olur. Şu kadar var ki bu kelimenin vekil hakkında mânâsı kemâle varmaz.
Çünkü vekil, kuvvet ve kudretinin yaratıcısı değildir. Vekil onları esasında faydalı kılar. Eğer vekilin fiili olmasaydı onlar faydalı olamazlardı. Bu ancak hak olan vekilin hakkında tam mânâsıyla doğrudur. O da Allah Teâlâ'dır; zira tevhid bahsinde de geçtiği gibi, havl ve kuvvetin yaratıcısı Allah'tır! Onları faydalı kılan da Allah'tır. Çünkü onların arkasında yaratacağı fayda ve maksatlara onları şart kılan da Allah'tır... Durum böyle olunca hakîkat ve doğruluk yönünden Allah'tan başka hiç kimsede kuvvet yoktur. Bu bakımdan bütün bunları gören bir kimse için haberlerde lâ havle ve lâ kuvvete diyen hakkında varid olan büyük sevap vardır.
Bu durum bazen uzak bir ihtimal olarak görünür ve denir ki: 'Dile bu kadar kolay geldiğine, kalbin bu kadar kolayca lâfzının mefhumuna inanmasına rağmen bu kelimeyi söylemekle bütün bu sevap nasıl bir insana verilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir'. Oysa durum, bu itirazcının sandığı gibi değildir. Çünkü bu verilen mükafat, Tevhid bölümünde zikrettiğimiz müşahedenin mükafatıdır. Bu kelime'nin (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) ve sevabının "Lâ ilâhe illâllah'ın sevabına nisbeti, tıpkı bu iki kelimenin mânâsının birbirine nisbet edilmesi gibidir; zira 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' kelimesinde sadece iki şey Allah'a mal edilmiştir. 'Lâ ilâhe illâllah' kelimesine gelince o, herşeyi Allah'a nisbet etmektir. Bu bakımdan herşey ile iki şeyin arasındaki farklılığa dikkat et ki 'Lâ ilâhe illâllah'ın 'Lâ havle ve lâ kuvvetle nisbeten sevabını anlayabilesin. Daha önce 'Tevhîd'in iki kabuğu ve iki özü vardır' dediğimiz gibi, bu kelimenin de ve diğer kelimelerin de bu durumları vardır. Oysa halkın çoğu iki kabuğa bağlanmışlardır ve Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerîfiyle kendisine işaret edilen iki öze inememişlerdir:
Kim kalbinden, doğru ve ihlaslı olarak, 'Lâ ilâhe illâllah' derse ona cennet vâcib olur
Öyleyse bu kelime, doğruluk ve ihlas kaydı olmaksızın, hangi hadîste mutlak ve kayıtsız zikredilmişse, ondan bu kayıtlı mânâ kastedilmiştir. Nitekim mağfiret bazı yerlerde iman ile amel-i salihe izafe edilmiş, bazı yerlerde de sadece imana izafe edilmiştir. Sadece imana izafe edildiğinde de sâlih amel ile kayıtlı bulunan iman kastedilmiştir. Bu bakımdan mülk, sadece konuşma ile elde edilmez. Dilin kıpırdatılması konuşmaktır. Kalbin akdi de konuşmaktır. Fakat nefsin konuşmasıdır. Doğruluk ve ihlas ise, bu iki konuşmanın da ötesindedir. Sultanlık tahtı ancak mukarrebler için kurulur. Onlar da muhlislerdir. Evet! Mertebesinde mukarreblere yakın bulunan ashab-ı yemin için de Allah nezdinde dereceler vardır. Her ne kadar o dereceler, sultanlık derecesine varmazsa da... Görmez misin, Allah Teâlâ, Vakıa suresinde sebkat eden mukarrebleri zikrederken sultanlık tahtına değinerek şöyle buyurmuştur:
Altın ve cevahirle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Onların üzerinde karşı karşıya kurulmuşlardır.(Vâkıa/15-16)
Ashab-ı yemîn'in bahsinde su,gölge, meyveler, ağaçlar ve elâ gözlü hurilerden fazlasını zikretmedi. Oysa bütün bunlar bakılan, içilen, yenen ve nikâh edilen şeylerin lezzetlerindendir. Bu, daimî olarak hayvanlar için de düşünülebilir. Hayvanların lezzetleri nerede, sultanlık ve âlemlerin rabbinin manevî komşuluğunda a'lâyı illiyyîn 'e inişin lezzeti nerede? Eğer bu lezzetlerin bir kıymeti olsaydı, hayvanlara bolca verilmez ve meleklerin derecesi bunların üstünde olmazdı.
Hayvanlar, bahçelere salıverildikleri, su, ağaç ve diğer gıdalardan nimetlendikleri, birbirlerinden lezzetlendikleri halde, hallerinin daha yüce, daha lezzetli ve daha şerefli olduğunu ve a'lâyı illiyyîn'de rabb'ülâlemîn'in manevî komşuluğunda lezzetlenen meleklerin halinden, kemâl erbabının nezdinde daha fazla gıpta edileceğini mi sanıyorsun? Heyhat! Heyhat! Eşek olmak ile Cebrail (a.s) derecesinde olmak arasında muhayyer bırakılıp da eşşeklik derecesini Cebrail'in derecesine tercih eden bir zavallının tahsilden uzaklığı pek korkunçtur!
Her şeyin kendi benzerinin kendine câzip göründüğü gizli değildir!18
Eskicilerin sanatına, kâtiplerin sanatından daha fazla meyyal olan nefis, cevherinde, kâtiplerden daha fazla eskicilere benzer. Meleklerin lezzetinden daha fazla hayvanların lezzetlerini elde etmeye meyilli olan bir kimse de böyledir. Bu bakımdan bu kimse, şüphesiz ki meleklerden daha fazla hayvanlara benzer.
Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da şaşkın ve işte gafiller onlardır.(A'raf/179)
Onların daha sapık ve şaşkın olmaları ancak şundan ileri gelir: Hayvanların, meleklerin derecesini talep etme imkânı yoktur. Bu bakımdan bu dereceyi talep etmeyi terk etmesi acizliğinden ileri gelir, insana gelince onun bu imkânı vardır. Kemâlin elde edilmesine kâdir olan bir kimse kemâlin talebinden geri kaldı mı, dalâlete nisbet edilerek kötülenmesi daha uygun ve daha doğrudur. Bu sözler, bahis arasında geçen sözler olduğundan biz maksada dönelim. Daha önce 'Lâ ilhahe illâllah' ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünün mânâsını beyan etmiş ve demiştik ki: 'Müşahede ve mükâşefe olmaksızın bunları söyleyen bir insanda tevekkül halinin meydana gelmesi düşünülemez'.
Soru: Senin 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünden Allah'a iki şeyi nisbet etmekten başka birşey yok. Bu bakımdan eğer biri 'Gökle yer Allah'ın yaratığıdır' dese, böyle diyenin sevabı, öbür sözü diyenin sevabı gibi midir?
Cevap: Hayır! Çünkü sevap, sevaba sebep olan şeyin derecesi nisbetindedir. Oysa bu iki derecenin arasında eşitlik yoktur. Gök ve yerin büyüklüğüne, kuvvet'in de küçüklüğüne eğer küçüklükle tavsîfi caizse bakılmaz. Çünkü eşya, şahısların büyüklüğüne bağlı değildir. Halk tabakası da anlar ki yer ile gök insanlar tarafından değildirler. Bilakis halk tabakasından herkes anlar ki yer ile gök insanların değil, Allah'ın yaratıklarıdır. Kuvvet ise, mutezilîler felsefeciler ve bakışının keskinliği ile kılı kırk yararcasma makul ve fikir hakkında ince mütalaalarda bulunduğunu iddia eden bir çok gruplar tarafından bile çözülememiştir. Bu bakımdan bu kelime tehlikeli bir kelime ve büyük bir kayıştır.
Burada gafiller helâk olmuşlardır! Zira gafiller, nefisleri için birşey isbat etmişlerdir. Oysa bu isbatlama tevhîd'de şirk ve Allah'tan başka bir yaratıcı is-bat etmektir. Kim Allah'ın kendisine bahşettiği tevfîki ile bu dar gediği geçerse, onun mertebesi yücelir ve 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' sözünde doğru olur. Nitekim daha önce 'Tevhîd'de iki gedikten başkası yoktur' demiştik. Onlardan biri yer, gök, güneş, ay, yıldız, bulut, yağmur ve diğer cemadâta bakmaktır. İkincisi ise, hayvanların ihtiyarına bakmaktır ki bu ikincisi, gediklerin tehlike bakımından en büyüğü ve en korkuncudur. Bu iki aşılmaz engeli geçmekle Tevhid sırrının kemâli tahakkuk eder ve bunun için de bu kelimenin sevabı büyümüştür. Bundan bu kelimenin tercümes: olan ve müşahede edilen mânânın sevabını kastediyoruz. O hald( tevekkül hali, kuvvetten teberri etmek ile, hak ve bir olana tevekkü etmeye dönüşür. Eğer Allah dilerse biz tevekkül amellerinin tafsi latını zikrettiğimizde bunun hakikati anlaşılacaktır.
16) Ukaylî ve Ebu Nuaym
17) Taberânî, (Zeyd b. Erkam'dan); Ebu Yâ'lâ, (Ebu Hüreyre'den)
18) Bu söz meşhur bir darb-ı meseldir. Mânâsı 'Ruhlar hazırlanan askerlerdir...' hadîsinden alınmıştır.
Tevhid ve Tevekkül
- 1.Giriş
- 10.Eşyaları Çalındığında Tevekkül Sahiplerinin Göstermesi Gereken Âdâb
- 11.Bazı Hallerde Tedaviyi Terketmenin Makbul Olup Tevekkülün Kuvvetli Oluşuna Delâlet Etmesi
- 12.Her Durumda Tedaviyi Terketmenin Daha Üstün Olduğunu Söyleyenlere Reddiye
- 13.Hastalığı Açıklamak ve Gizlemek Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Halleri
- 2.Tevekkül'ün Fazileti
- 3.Tevekkül'ün Esası Olan Tevhîd'in Hakikati
- 4.Tevekkü'ün Halleri ve Amelleri
- 5.Tevekkül Hali
- 6.Tevekkül Halleri Hakkında Şeyhlerin Sözleri
- 7.Tevekkül Sahiplerinin Amelleri
- 8.Aile Sahibi Kimselerin Tevekkülü
- 9.Sebeplere Sarılmak Hususunda Tevekkül Sahiplerinin Hallerini İzah Eden Bir Misâl