Allah'ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
Recâ, salihlerin makamlarının, talihlerin hallerinin kısımlarmdandır. Vasfa ancak sabit olup ikame edilirse makam ismi verilir. Gelip geçici olana ise hâl ismi verilir. Nitekim sarılığın, altında olduğu gibi kalıcı, korkuda olduğu gibi geçici ve hastalıktaki gibi bu iki kısmın arasında olan kısımlara ayrıldığı gibi, kalbin sıfatları da böyle kısımlara taksim olunur. Kalpte kalıcı olmayana hâl denir. Çünkü devamlı kalmaz. Bu, kalbin bütün sıfatlarında geçerlidir. Bizim şu anda gayemiz recânın hakîkatidir. Recâ da, hâl, ilim ve amelden oluşur. İlim hali meyve veren sebeptir. Hâl ameli gerektirir. Recâ bunların üçüne birden verilen isimdir. İzahı şöyledir: Başından geçen güzel ve çirkin şeyler hal-i hazırda ve geçmişte mevcut ve gelecekte beklenen kısma ayrılır. Bu bakımdan geçmişte mevcut olan kalbine geldiğinde buna zikir ve tezekkür adı verilir.
Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe ça-larsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.
Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.
Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.
Allah Teâlâ erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.
Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.
Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.
Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da Allah'ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip Allah'tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel so-nucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ'dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için imanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer iman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur'dur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. Allah'tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.
Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.(Meryem/59)
Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar.(A'raf/169)
Allah Teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyametin kopmayacağını ve eğer Allah'a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.
Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah'tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.
Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin ka-bulü için Allah'tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.
Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar.(Bakara/218)
Yani onlar Allah'ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da Allah'ın mağfiretini umarlar. Allah Teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz Allah'a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.
Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen Allah'tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: 'Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez'.
Recâ'nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ'nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.
Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.
Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima Allah'a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.
Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde Allah'ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâ-line dair delil getirilsin.
Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ'nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.
Recâ'nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl'in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle dedi: 'Senden Allah'ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim'. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Sen nasıl sabahladın?' Zeyd 'Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
İşte bu, Allah'ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer Allah sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.
Eğer hâl-i hazırda mevcut olan hâle ise vecd, zevk ve idrak adı verilir. Vecd adının verilmesi nefsinde mevcut olduğundan dolayı gelir. Eğer kalbine gelecekte bir şeyin varlığı düşerse ve galebe ça-larsa buna da intizar ve tevekku adı verilir. Beklenen mekruh ise ondan ötürü kalpte bir elem hâsıl olursa ona havf (korku) ve işfak adı verilir.
Eğer güzel birşey beklemesinden ötürü kalbin kendisi ile alâkadar olmasından ve kalpte hutur etmesinden kalpte bir zevk belirirse buna da recâ adı verilir. Öyle ise recâ kalp nezdinde mahbub olanı beklemekten gelen sevgi demektir. Fakat o beklemenin muhakkak bir sebebi vardır. Eğer intizar edilmesi sebeplerinin çoğunun var olması için ise ona recâ ismini vermek doğru olur. Eğer sebeplerin karışmasına rağmen bir bekleyişse ona recâ demekten daha fazla ahmaklık ve gurur ismi uygun düşer.
Eğer sebeplerin ne varlığı, ne de yokluğu belli değilse bu bekleyişe sebepsiz olduğu için temenni ismi daha uygun düşer. Recâ ve havf ismi ancak içinde tereddüt olan şeye verilir. Kesin olan şeye ise bu isim verilmez. Çünkü doğuş zamanında güneşin doğuşunu ümit ediyorum, batış zamanında batışından korkuyorum denilemez; zira o zamanlarda doğuş ve batışı kesindir. Evet, yağmurun yağmasını ümit ediyorum ve kesilmesinden korkuyorum denilebilir.
Allah Teâlâ erbabına dünyanın ahiret için tarla olduğunu, kalbin de toprak olduğunu ve imanın toprağa ekilen tohum gibi olduğunu öğretmiştir. İbadetle yerin sulanması ve temizlenmesi, ark ve arazilere su ulaştırmanın yerine geçer. Dünyaya tamamen kendisini kaptıran bir kimsenin kalbi de tohumu bitirmeyen çorak arazi gibidir. Kıyamet günü hasad günüdür. Hiç kimse ektiğinden başkasını biçemez. Ancak imanın tohumundan ekin biter. Tıpkı çorak yerde ekinin az bitmesi gibi. Öyle ise insanın ümidini ziraat sahibinin ümidine kıyas etmek uygundur. Bu bakımdan kim güzel bir toprak talep ederse ve çürük olmayan bir tohumu oraya ekerse sonra gerekli zamanda ona ihtiyacı olan suyu verirse, yerden fuzulî dikenleri ve otları ayıklarsa, tohumun bitmesine mâni olup ekini bozacak şeyleri temizlerse, sonra Allah'tan yıldırımlar ve ifsad edici âfetleri ziraat yetişinceye kadar def etmesini beklerse bu bekleyişe recâ denir.
Eğer tohumu çorak ve kuru bir yere tümsek ve suyun varamadığı bir araziye ekerse, ve ıslahı ile meşgul olmazsa, sonra ondan hasad beklerse bu bekleyişe recâ değil, ahmaklık ve gurur adı verilir.
Eğer tohumu güzel bir araziye ekerse, fakat o arazi susuz olursa, yağmurların yağmadığı bir zamanda yağmur beklerse, fakat aynı zamanda yağmurun yağması da muhtemel ise bu bekleyişe recâ değil temenni adı verilir.
Demek ki recâ, kulun ihtiyarında olan bütün sebeplere başvurulmuş sevimli bir işi beklemeye denir. Bu takdirde kulun ihtiyarı altına girmeyen sebepler başvurulmamış olarak kalmaktadır. O da Allah'ın engelleyici ve bozucu şeyleri fazileti ile bertaraf etmesidir. Bu bakımdan kul, imtihan tohumunu eker, ibâdet suları ile sular, kalbi kötü huylardan temizleyip Allah'tan bu durumu ölüme kadar devam ettirmesini ve mağfirete ulaştıracak güzel so-nucu vermesini beklerse bu hakîkî recâ'dır. Güzel olan da budur. Bu, ölüme kadar mağfiretin sebeplerini tamamlamak için imanı istemeye, onu devam ettirmeye ve böyle yapmaya teşvik eder. Eğer iman tohumundan ibâdet suyunu keser veya kalbi kötü ahlâklarla dolu olarak bırakırsa, dünya lezzetlerine dalarsa, sonra da mağfireti beklerse bu ahmaklık ve gurur'dur.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ahmak odur ki nefsini hevâsına tâbi kılmıştır. Allah'tan (böyle olduğu halde) cenneti temenni etmektedir.
Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terkettiler. Şehvetlerine uydular. Onlar kötülük bulacaklardır.(Meryem/59)
Onların arkalarından yerlerine geçip kitaba vâris olan bir takım insanlar geldi ki onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar, 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız' diyorlar.(A'raf/169)
Allah Teâlâ, bostanına girerken bu bostanın ebediyyen helâk olmayacağını, kıyametin kopmayacağını ve eğer Allah'a döndürülürse mutlaka gideceği yerin bundan daha hayırlı bir yer olacağını sanan bostan sahibini de yermiştir.
Madem durum budur, o halde ibâdetlere dalan, günahlardan sakınan kul, Allah'tan nimetin tamamını beklemeye lâyıktır. Nimetin tamamı da ancak cennete girmekle elde edilir. Asi bir kimse ise tevbe eder, eski kusurlarını telafi ederse ancak o zaman tevbesinin kabul edilmesini bekleyebilir.
Günahı istemediği zaman, günah değil, sevap hoşuna gittiği zaman nefsini kınadığı, tevbeye meylettiği zaman tevbesinin ka-bulü için Allah'tan ümit beklemeye lâyıktır. Çünkü günahı hor görmesi ve tevbeye şiddetle taraftar olması tevbeye götürücü sebeplerdendir. Zaten ümit de sebeplerin hazırlanmasından sonradır.
Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar.(Bakara/218)
Yani onlar Allah'ın mağfiretini ummaya müstehak olurlar, fakat ayetten sadece ümitvar olmak kastedilmemiştir. Çünkü onlardan başkası da Allah'ın mağfiretini umarlar. Allah Teâlâ ümidi, müstehak olanlara tahsis etmiştir, Allah'ın hoşuna gitmeyen şeylere dalıp nefsini kınamayan ve tevbeye azimli olmayan bir kimseye gelince, onun ümidi çorak yere tohum ekip, o tohumu sulamayan ve yabani otları temizlemeyen bir kimsenin ümidi gibi ahmaklıktır.
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: 'Benim katımda nedamet olmaksızın af ümidi ile günahlara dalmak gururun en büyüğüdür. İbadetsiz Allah'a yaklaşmayı ummak ateş tohumu serpip cennet ziraati beklemektir. Günahlarla iştigal edip itaat edenlerin mevkiini talep etmektir.
Amelsiz mükafat beklemektir. İfrata rağmen Allah'tan temennide bulunmaktır. Şair şöyle demiştir: 'Kurtuluşu umuyorsun, fakat kurtuluş yollarından yürümüyorsun. Muhakkak ki gemi karada yürümez'.
Recâ'nın hakikatini bildiğin zaman, onun birçok sebeplerin cereyanı ve ilmin meyvesi olduğunu anlarsın. Bu ise imkân nisbetinde diğer sebepleri yerine getirme gayretini doğurur. Çünkü tohumu güzel, arazisi temiz, suyu bol olan bir kimsenin ümidi doğru olur. Ümidin doğruluğu araziyi kontrol etmeye, yabani otları ayıklamaya zorlar. Hasat zamanına kadar asla bu vazifede kusur etmez. Çünkü recâ'nın zıddı ümitsizliktir. Ümitsizlik ise insanı çalışmaktan alıkoyar. Bu bakımdan arazinin çoraklığını, suya muhtaç olduğunu, tohumun bitmeyeceğini bilen bir kimse araziyi işlemeyi bırakır, bu yoldaki yorgunluğa da katlanmaz.
Ümit övülen bir şeydir. Çünkü teşvik edicidir. Ümitsizlik ise yerilmiştir. Ümidin tam zıddıdır. Çünkü çalışmaktan alıkoyar. Korku ise ümidin zıddı değildir. Aksine bahsi geleceği gibi onun arkadaşıdır. Zira korku da, haşyet yoluyla başka bir teşvikçidir. Ümidin rağbet yolu ile teşvikçi olduğu gibi.
Bu bakımdan ümit hali, her durumda gayret gösterip ibadetlere devam etmeyi gerektirir. Daima Allah'a yönelmekten duyulan zevk onun eserlerindendir.
Onun münâcatmdan edinilen nimet ona karşı yönelmekten gelen lütuf onun eserlerindendir; zira bu haller padişahlardan veya şahıslardan birşey uman herkeste de belirmelidir. O halde Allah'ın hakkında nasıl belirmez? Eğer burada belirmezse bununla recâ makamından mahrum olmaya gurur ve temenni hâ-line dair delil getirilsin.
Bu bakımdan recâ halinin beyanı ve recâ'nın meyve olarak verdiği ilmin ve ondan sezilen amelin beyanı budur.
Recâ'nın bu amelleri meyve olarak vereceğine delil Zeyd el-Hayl'in hadisidir; Zeyd el-Hayl Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle dedi: 'Senden Allah'ın irade ettiği ve irade etmediği kimselerin alâmetini sormaya geldim'. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Sen nasıl sabahladın?' Zeyd 'Hayri ve hayır ehlini sever olduğum halde sabahladım. Hayırdan birşeye kudretim yettiği zaman onu hemen yapar, sevabına inandığım hayırdan birşey elimden kaçtığında üzülürüm ve onu isteyerek sabahlarım' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
İşte bu, Allah'ın hayır irade ettiği bir kimsedeki alâmetidir. Eğer Allah sana şer dileseydi seni ona hazırlardı. Sonra senin o derecelerin hangisinde helâk olacağına da kıymet vermezdi.
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a), kendisi için hayır irade edilen kimselerin alâmetlerini zikretmektedir. Bu bakımdan kim bu alâmetler olmaksızın hayır irade edildiğine inanırsa, o kimse mağrurdur.
Korku ve Ümit
- Nimet'in Hakikati ve Kısımları
- Allah'ın Nimetlerinin Çokluğu, Kesintisiz ve Sonsuz Oluşu
- İkinci rükün şükredilecek nimetler hakkındadır.
- 1. İdrâkin Sebeplerinin Yaratılmasındaki İlâhî Nimetler
- 2. İdrâklerin Yaratılışındaki Nimetlerin Sınıfları
- 3. Allah Teâlâ'nın İnsanda Yarattığı Hareket Vasıtaları ve Kudret Nimeti
- Korku Ve Ümit
- 4. Yiyecek Maddelerinin Kendilerinden Meydana Geldiği Asıllar Hakkında
- 5. Yiyeceklerin İnsanlara Ulaşmasındaki İlahî Nime
- 6. Yemeklerin Islahı
- 7. Islah Edicilerin Islahı
- 8. Melekleri Yaratmadaki İlahî Nimet
- İnsanları Şükürden Alıkoyan Nedenler
- Sabır ile Şük'rün Bir Yerde Birleşmeleri
- Nimetin Bela Karşısındaki Fazileti
- Sabır mı Daha Faziletlidir Şükür mü?