İlm'e Nisbetle Kalbin Hâli
İlm'e Nisbetle Kalbin Hâli
İlm'in konağı kalptir. Kalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedir. İtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptir. Bu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidir. Nasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati var. O hakikatin de bir sûreti vardır. Kalbin aynasında o sûret belirip keşfolunur. Nasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olur. Böylece
burada üç husus vardır:
1.Kalp
2.Şeylerin hakikatleri
3.O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması
Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettir. Malûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettir. İlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettir. Nasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir.
Oysa hakîkat mevcuttur. Kalp de mevcuttur. Fakat ilim hâsıl olmamıştır. Çüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettir. Nitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcuttur. Fakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştır. Çünkü daha kılıç ele geçmemiştir. Evet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettir. Malûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmaz. Bu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmaz. Aksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidir. Bu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundur. Çünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmez. Ancak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir.
Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise...
1.Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce,demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır.
2.Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir.
3.Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidir. Sûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi.
4.Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır.
5.İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır.
İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadır. Ancak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar:
I.Çocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardır. Çocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez.
II.Şehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdır. Çünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok eder. Bu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmaz. Nitekim Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır:
Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır!
Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelir. Çünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektir. Bu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardı. Madem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir.Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilir. Fakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmez. İşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktir. Bu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildir. O halde Allah'ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırır. Bunun için de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, iyilik yapanlarla beraberdir' (Ankebût/69). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Bildiğiyle amel eden bir kimseye Allah Teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder.
III. İstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidir. Çünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmez. Çünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadır. Aksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedir. Rubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedir. Bu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf eder. Eğer bu hususta düşünüyorsa tabiî... Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf eder. Amellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz?
IV.Hicab dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmaz. Çünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştir. Zira bu yanlış inanç,onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girer. Taklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olur. İşte bu da büyük bir perdedir. Kelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri
kalmışlardır. Hatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardır. Çünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur.
V.Matlûba götüren vesileyi bilmemektir. Çünkü ilim isteyen
bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yoktur. Ancak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilir. İnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde
âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o
zaman istediği yere ulaşabilir. Böylece matlubun hakikati onun
kalbinde belirir. Çünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan
değildir. Onlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle
elde edilirler. Hatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir
şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir.
Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi... Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman,
onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip
değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde
edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardır. O asıllar
arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardır. Onların
birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olur. Bu
bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidir. Bunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir.
Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmaz. Bu bakımdan o aynada ensesi görülmez. Eğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olur. Ne aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardır. O yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardır. Bunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirler. Yeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdır. İşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdir. Aksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidir. Çünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydir. Bu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona Allah Teâlâ'nın şu ayetiyle işaret edilmiştir:
Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi.(Ahzab/72)
Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu yahudi veya hiristiyan veya putperest yapar.15
Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardır.O özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılır. O özellik sayesinde Allah'ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeter. Fakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı.16
Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer'den (r.a) rivayet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle soruldu:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah nerededir? Yerde mi, gökte mi?' Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Mü'min kullarının kalplerinde!'17
Bir hadîs-i kudsî'de Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve mü'min kulumun kalbi istiâb etti.18
Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?' diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır:
-Her mü'minin kalbi mahmûmdur!
-Kalbi mahmûm olan da ne demektir?
- Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz mü'min demektir!19
İşte bunun için Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Kalbim rabbimi gördü!' Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldı. Kimin kendisiyle Allah arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli eder. O. eni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görür. Cennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştir. Çünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettir. Her ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardır. Melekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yoktur. Evet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardır. Fakat esasında ve Allah'ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yoktur. Mülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denir. Çünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdır. Zira varlıkta Allah'tan ve O'nun fiillerinden başka birşey yoktur. O'nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidir. Cennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledir. Allah Teâlâ'nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardır. İbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdır. Kalbini temizleyen felâha kavuşmuştur. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdır. Nitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir:
Allah kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verir.(En'am/125)
Allah'ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o Allah'ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.(Zümer/22)
Bu tecelli ve bu imanın üç mertebesi vardır:
I.Avâmın imanıdır. Bu iman katıksız taklidî bir imandır.
II.Kelâmcıların imanıdır, Bu iman bir nevi istidlâlle karışıktır. Derecesi avâmın imanı derecesine yaklaşır.
III.Ariflerin imanıdır, Bu iman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır.
İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğiz. Şöyle ki: Mesela Zeyd'in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır:
I.Doğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindir. Böyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşur. İşte bu mücerred taklid ile var olan imandır. Bu âvam-ı nâsın imanı gibidir. Zira halk
tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden Allah'ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerler. Peygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirler. İşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederler. Kalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmez. Çünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardır. Bu iman, âhirette kurtuluş sebebidir. Bu imanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederler. Fakat
mukarreblerden değildirler. Çünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yoktur. Zira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündür. Hatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardır. Zira yahudi ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir.
Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır.
Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştir. Müslümanlar
ise hakka inanmışlardır. Bu hakka inanışları, hakka vâkıf
olmalarından değildir. Aksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş
olduğu içindir.
II.Senin, evinin içinde konuşan Zeyd'in konuşmasını ve sesini
işitmendir. Fakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd'in içeride olduğuna karar verirsin. Bu bakımdan senin imanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd'in içeride olduğuna dair sadece 'Zeyd içeridedir' demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidir. Çünkü sen 'Zeyd içeridedir' denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artar. Zira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederler. Böylece müşahede edenin kalbi 'bu ses o şahsın sesidir' diyerek daha da kuvvet kazanır. İşte bu tür iman, delil ile karışık bir imandır. Yanlışlığın bu imana da karışması mümkündür. Zira ses, bazen başka bir sese benzer. Bazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündür. Ancak bu durum dinleyenin kalbine gelmez. Çünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez.
III. Eve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendir. İşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budur. Bu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzer. Çünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de iman ediyorlardı. Bu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların imanı dahildir. Üstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlar. Evet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar.
İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd'i evde yakından görmek. Evin sahanlığında görmek.... Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek... Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle erer. Başka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görür. Zeyd'in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirir. Fakat onun nefsinde Zeyd'in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmez. İşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir.
İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendir. Diğer biri de ancak Zeyd'i görür. Bu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidir. En doğrusunu Allah bilir!
15) Buhârî, Müslim
16)Daha önce geçmişti.
17)Taberânî
18)Irâkî'ye göre aslına rastlanılmamıştır. Fakat Taberânî benzerini rivayet etmiştir
19)İbn Mâce
İlm'in konağı kalptir. Kalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedir. İtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptir. Bu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidir. Nasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati var. O hakikatin de bir sûreti vardır. Kalbin aynasında o sûret belirip keşfolunur. Nasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olur. Böylece
burada üç husus vardır:
1.Kalp
2.Şeylerin hakikatleri
3.O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması
Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettir. Malûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettir. İlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettir. Nasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir.
Oysa hakîkat mevcuttur. Kalp de mevcuttur. Fakat ilim hâsıl olmamıştır. Çüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettir. Nitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcuttur. Fakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştır. Çünkü daha kılıç ele geçmemiştir. Evet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettir. Malûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmaz. Bu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmaz. Aksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidir. Bu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundur. Çünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmez. Ancak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir.
Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise...
1.Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce,demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır.
2.Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir.
3.Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidir. Sûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi.
4.Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır.
5.İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır.
İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadır. Ancak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar:
I.Çocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardır. Çocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez.
II.Şehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdır. Çünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok eder. Bu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmaz. Nitekim Hz. Peygamber'in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır:
Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır!
Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelir. Çünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektir. Bu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardı. Madem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir.Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilir. Fakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmez. İşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktir. Bu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildir. O halde Allah'ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırır. Bunun için de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, iyilik yapanlarla beraberdir' (Ankebût/69). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Bildiğiyle amel eden bir kimseye Allah Teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder.
III. İstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidir. Çünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmez. Çünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadır. Aksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedir. Rubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedir. Bu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf eder. Eğer bu hususta düşünüyorsa tabiî... Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf eder. Amellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz?
IV.Hicab dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmaz. Çünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştir. Zira bu yanlış inanç,onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girer. Taklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olur. İşte bu da büyük bir perdedir. Kelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri
kalmışlardır. Hatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardır. Çünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur.
V.Matlûba götüren vesileyi bilmemektir. Çünkü ilim isteyen
bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yoktur. Ancak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilir. İnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde
âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o
zaman istediği yere ulaşabilir. Böylece matlubun hakikati onun
kalbinde belirir. Çünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan
değildir. Onlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle
elde edilirler. Hatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir
şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir.
Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi... Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman,
onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip
değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde
edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardır. O asıllar
arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardır. Onların
birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olur. Bu
bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidir. Bunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir.
Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmaz. Bu bakımdan o aynada ensesi görülmez. Eğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olur. Ne aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardır. O yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardır. Bunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirler. Yeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdır. İşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdir. Aksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidir. Çünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydir. Bu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona Allah Teâlâ'nın şu ayetiyle işaret edilmiştir:
Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi.(Ahzab/72)
Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu yahudi veya hiristiyan veya putperest yapar.15
Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardır.O özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılır. O özellik sayesinde Allah'ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeter. Fakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı.16
Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer'den (r.a) rivayet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle soruldu:
'Ey Allah'ın Rasûlü! Allah nerededir? Yerde mi, gökte mi?' Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: 'Mü'min kullarının kalplerinde!'17
Bir hadîs-i kudsî'de Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve mü'min kulumun kalbi istiâb etti.18
Hz. Peygamber'e 'Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?' diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır:
-Her mü'minin kalbi mahmûmdur!
-Kalbi mahmûm olan da ne demektir?
- Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz mü'min demektir!19
İşte bunun için Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: 'Kalbim rabbimi gördü!' Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldı. Kimin kendisiyle Allah arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli eder. O. eni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görür. Cennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştir. Çünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettir. Her ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardır. Melekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yoktur. Evet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardır. Fakat esasında ve Allah'ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yoktur. Mülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denir. Çünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdır. Zira varlıkta Allah'tan ve O'nun fiillerinden başka birşey yoktur. O'nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidir. Cennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledir. Allah Teâlâ'nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardır. İbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdır. Kalbini temizleyen felâha kavuşmuştur. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdır. Nitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir:
Allah kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm'a açar, gönlüne genişlik verir.(En'am/125)
Allah'ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o Allah'ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.(Zümer/22)
Bu tecelli ve bu imanın üç mertebesi vardır:
I.Avâmın imanıdır. Bu iman katıksız taklidî bir imandır.
II.Kelâmcıların imanıdır, Bu iman bir nevi istidlâlle karışıktır. Derecesi avâmın imanı derecesine yaklaşır.
III.Ariflerin imanıdır, Bu iman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır.
İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğiz. Şöyle ki: Mesela Zeyd'in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır:
I.Doğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindir. Böyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşur. İşte bu mücerred taklid ile var olan imandır. Bu âvam-ı nâsın imanı gibidir. Zira halk
tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden Allah'ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerler. Peygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirler. İşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederler. Kalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmez. Çünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardır. Bu iman, âhirette kurtuluş sebebidir. Bu imanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederler. Fakat
mukarreblerden değildirler. Çünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yoktur. Zira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündür. Hatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardır. Zira yahudi ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir.
Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır.
Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştir. Müslümanlar
ise hakka inanmışlardır. Bu hakka inanışları, hakka vâkıf
olmalarından değildir. Aksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş
olduğu içindir.
II.Senin, evinin içinde konuşan Zeyd'in konuşmasını ve sesini
işitmendir. Fakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd'in içeride olduğuna karar verirsin. Bu bakımdan senin imanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd'in içeride olduğuna dair sadece 'Zeyd içeridedir' demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidir. Çünkü sen 'Zeyd içeridedir' denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artar. Zira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederler. Böylece müşahede edenin kalbi 'bu ses o şahsın sesidir' diyerek daha da kuvvet kazanır. İşte bu tür iman, delil ile karışık bir imandır. Yanlışlığın bu imana da karışması mümkündür. Zira ses, bazen başka bir sese benzer. Bazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündür. Ancak bu durum dinleyenin kalbine gelmez. Çünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez.
III. Eve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendir. İşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budur. Bu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzer. Çünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de iman ediyorlardı. Bu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların imanı dahildir. Üstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlar. Evet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar.
İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd'i evde yakından görmek. Evin sahanlığında görmek.... Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek... Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle erer. Başka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görür. Zeyd'in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirir. Fakat onun nefsinde Zeyd'in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmez. İşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir.
İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendir. Diğer biri de ancak Zeyd'i görür. Bu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidir. En doğrusunu Allah bilir!
15) Buhârî, Müslim
16)Daha önce geçmişti.
17)Taberânî
18)Irâkî'ye göre aslına rastlanılmamıştır. Fakat Taberânî benzerini rivayet etmiştir
19)İbn Mâce
Kalbin Acaip Halleri
- Giriş
- Kalb'in Süratle Değişmesi, Sebat ve Bozulma Kısımlarında Kalb'in Taksimi
- Nefis, Ruh, Kalp ve Akıl Kelimelerinin Mânâları ve Bu Kelimelerle Murâd Olunan Hakikatler
- Kalbin Askerleri
- Kalbin Gizli Orduları ve Misâlleri
- İnsan Kalbinin Özellikleri
- Kalbin Vasıfları ve Misallerinin Toplamı
- İlm'e Nisbetle Kalbin Hâli
- Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına nisbeten hâli
- İlham İle Öğrenmek ve Hakkın Keşfedilmesinde Sûfîlerin Yolu İle Ehl-i İstidlâl'in Yolu Arasındaki Fark
- İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı
- Mûtad Yolu Takip Etmeksizin ve Bir Öğrenme Olmaksızın Ehl-i Tasavvufun Marifet'i Elde Etmesinin Sahih Oluşuna Delâlet Ede
- Şeytanın Kalbe Vesvese İle Tasallutu, Vesvese'nin Anlamı ve Galebe Çalmasının Sebebi
- Şeytan'ın Kalbe Giriş Yolları
- Kulun,KalbinVesveselerinden, Himmet ve Hatıratından ve Maksudunun Hangi Kısımlarından Muâhaze Edilip-Edilemeyeceğinin iza
- Zikir Anında Vesveselerin Tamamen Yok Olup-Olmayacağı Meselesi