farz-ı ayn olan ilimler

Övülen (Mahmûd) ve Yerilen (Mezmum) İlimler ile
Bu İlimlerin Kısımları ve Hükümleri, Farz-ı Ayn ve
Farz-ı Kifâye Olan İlimler, Şer'i İlimlerden Fıkıh ile
Kelâm'ın Hududları ve Beyanı, Âhiret İlimlerinin Diğer
Bütün İlimlerden Daha Üstün Olduğunun İsbatı

Farz-ı Ayn Olan İlimler
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlim taleb etmek her müslümana farzdır.64

İlim Çin'de bile olsa talep edip, öğrenin.65
Âlimler her müslümana farz olan ilim hakkında çeşitli fikir ler ileri sürmüşler ve bu hususta yirmiyi aşkın görüş ortaya atılmıştır. Bütün görüşleri tek tek zikretmeye gerek yoktur. Fakat özetle âlimlerin fikirlerini aşağıda zikrediyoruz.

Her ekol kendisinin meşgul olduğu, yayılmasını istediği ilmin farz ve vâcib olduğunu ileri sürmüştür. Örneğin kelâmcılara soru lacak olursa, onlar Kelâm İlminin farz olduğunu söyleyecekler ve siz bunun nedenini sorduğunuzda, ancak bu ilim sayesinde, Allah'ın zât ve sıfatlarının bilinebileceğini ileri süreceklerdir.

Fakihlere göre farz olan ilim Fıkıh İlmidir; zira onlar da Fıkıh İlminin ibadetlerin ve muamelâtın helâl ve harâm kısımları ile mutlak helâl ve harâm gibi hususlarda bilgi verdiğini ileri sür mektedirler. Ancak fukahanın farz olduğunu söylediği Fıkıh İlmi, müslümanların günlük yaşantıları sırasında muhtaç oldukları ilimdir. Vukû bulması pek nadir olan fıkhî meseleler ise bunun dışındadır.

Müfessirlere ve muhaddislere göre ise, müslümana farz olan ilim, Kitab ve Sünnettir; zira bu iki ilim bilindiği takdirde diğer bü tün ilimler bilinir. Bütün ilimlere ancak bu iki ilim vasıtasıyla ulaşılır.

Mutasavvıflar ise her müslümana farz olan ilmin Tasavvuf İlmi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunların dışında muhtelif fikir ler de ileri sürmüşlerdir. Kimileri kulun hâlini ve Allah'ın nez dindeki makamını bildiren ilmin her müslümana farz olduğunu söylerken, kimileri de ihlâs, nefsin hallerini ve âfetlerini bildiren, melekten gelenle şeytandan geleni ayırdetmeye yarayan ilmin her müslümana farz olduğunu söylemişlerdir. Bir grup da, her müs lümana farz olan ilmin Bâtın İlmi olduğunu ileri sürmüş ve bu ilmin ancak erbabı olana farz olduğunu da belirtmişlerdir. Böylelikle de hadis-i şerifte mutlak şekilde bildirilen ilim lâfzını umum ifade etmekten uzaklaştırmış olmaktadırlar.

Ebu Tâlib el- Mekkî şöyle demektedir: Her müslümana farz olan ilim, İslâm'ın rükûnlerini beyan eden şu hadîsteki hakikat leri ihtiva eden ilimlerdir:

İslâm dini beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah'dan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun kulu ve rasûlü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât ver mek, hacca gitmek ve oruç tutmak!.66

Bu beş esas her müslümana farzdır. Bu bakımdan bunların farz oluş keyfiyetini ve nasıl tatbik edilmeleri gerektiğini bilmek de her müslümana farz olmaktadır.

Bütün bu sözlerin özeti ve kesin neticesinin bizim zikre deceğimiz şu hakîkat olduğu kanaatindeyiz:
Kitabımızın başında da ifade ettiğimiz gibi ilim, Muamele ve Mükaşefe İlini olmak üzere ikiye ayrılır. Müslümanlara farz olan ilim sadece Muamele İlmidir, Âkil-bâliğ olan kimselerin yapmakla mükellef oldukları üç husus vardır:
1. îtikad (İnanç)
2. Fiil (Yapılması gereken ameller)
3. Terk (Terkedilmesi lâzım gelen davranışlar)

Âkil olan insan, ihtilâm yoluyla veya yaş itibariyle örneğin kuşluk zamanında bülûğa varmış olduğunda, kendisine herşeyden önce kelime-i şehadeti bilmesi ve anlaması farzdır. Ancak âkilbâliğ olan kimseye kelime-i şehadetin mânâsını düşünmesi, araştırması ve delillerini elde etmek için çalışması farz değildir. Ancak bu kelimelerin ifade ettiği mânâya kesinlikle inanması ve bunu şeksiz-şüphesiz doğrulaması gerekir. Bu mer tebe ise sadece duymak ve taklid etmek suretiyle elde edilir ve ayrıca araştırmaya ve deliller toplamaya ihtiyaç yoktur.

Hz. Muhammed (s.a), bedevilerin medeniyetten, âdâb-ı muaşeretten ve delil denilen şeyden haberleri olmadıkları halde dil ile ikrarlarını imanlarına delil saymış, onlardan bu imanlarını pekiştirecek başka bir delil istemeyerek tasdiklerini delilsiz kabul etmiştir.

Kul, bu kadarını yaptıktan sonra zamanın farzını yerine ge tirmiş olur ki o zamanda (âkil ve bâliğ olduğunda) kendisine farz-ı ayn olan ilim, kelimeii şehadet 'i öğrenmek ve mânâsını anla maktır. İlk zamanlarda bunun daha ötesini bilmek üzerine farz değildir.

Bu hükme dair elimizdeki delil şudur: O kimse Kelime-i şehadet'i anlayarak söyledikten sonra ölürse şayet, Allah'a itaat etmiş bir kul olarak ölmüş olacaktır. Kelime-i Şehadet'i ve an lamını öğrenmek dışındaki farzlar ise başka şartlara bağlıdır. Bu şartlar her kişide tahakkuk etmez. Belki bu şartların çoğundan uzak kalır insan.

Bu şartlar da Fiil, Terk ve Îtikad olmak üzere üç bölüme ayrılır.
Fiil ile ilgili şartlar şunlardır: Bahsi geçen kişi, kuşluk vaktin den öğle zamanına kadar yaşarsa, öğlenin vakti geldiği için abdes tin nasıl alınacağını ve namazın nasıl kılınması gerektiğini öğrenmesi kendisine farz olur. Kuşluk vaktinde bedenen sağlam ise, abdestin ve namazın öğrenilmesini öğle vaktine bıraktığı tak dirde bu vaktin bunları öğretecek kadar imkân vermeyeceği de bi liniyorsa kuşluk vaktinden itibaren abdest ve namazı öğrenmek kendisine farz olur. Demek ki vaktinden önce öğrenmesi kendisine farz olmaktadır.

İkinci bir ihtimal de amelin şartı olan ilmin ancak amelin vu cûbiyetinden sonra vâcib olacağıdır ki bu takdirde öğle vakti gel meden önce öğle vakti için abdest ve namazı öğrenmek farz olmaz. Bu noktada diğer namazlar da öğle namazına kıyas edilebilir.

Bu şahıs Ramazan ayı gelinceye kadar yaşarsa, Ramazan ayı münasebetiyle bu ayda yapılması gereken oruç ibadetini bilmek kendisine farz olmaktadır. Ramazan için öğrenilmesi lâzım gelen husus, sabahtan güneş batmcaya kadar Ramazan'ın vakti olduğunu bilmektir. Ramazan'da farz olan niyet; yemekten, içmek ten ve cinsî münasebetten kaçınmaya niyet etmektir. Bu durumda Ramazan, Şevval ayının hilâlini iki muteber şahidin görmesiyle sona erer.

Bu şahıs sonradan mal ve servet sahibi olur veya bir servete sahip olarak bülûğ çağına ererse, kendisine farz olan zekât mik tarını bilmesi de kendisine farzdır. Fakat o zekâtı derhal vermesi gerekmez; zira malının üzerinden bir sene geçmesi halinde ancak zekât vermesi kendisine farz olur. Şayet deveden başka serveti yoksa, sadece deveye ait zekât ölçüsünü bilmesi kendisine farzdır. Diğer mallarda da hüküm bu şekildedir.
Bu şahıs hac aylarına girerse, haccm şartlarını bilmek husu sunda acele etmesi gerekmez. Zira hac tehir imkânı olan bir farzdır. Onun için rükünlerini bilmekte aceleye lüzum yoktur.67

Fakat İslâm âlimlerine düşen vazife, bu şahsa sistemli ve ted ricî bir surette haccın her servet sahibine farz olduğunu bildirmek tir. Bu hususta kendisini ikaz etmek, her İslâm âliminin vazifesi dir. Zira bu kişi, belki de takvaya meylederek hac farizasını bir an önce edâ etmek isteyebilir.

Böyle bir niyet taşıdığı zaman haccm keyfiyetini öğrenmesi kendisine farz olur. Öğrenilmesi farz olan keyfiyet sadece haccm farz ve vâcibleridir. Nafilenin bilinmesi ise farz değil, sadece nafiledir; zira nafileleri bilmek hiçbir surette farrz-ı ayn olmaz. Bu şahsa asıl haccm farziyetinden bahsedil mediği takdirde alimlerin mesûl olup-olmadığı hususunda fıkıh kitaplarında gerekli bilgi verilmiştir. Diğer ibadetlerin bilinmesi de aynen hac ibadeti gibi tedricîdir.

Terk'e (yapılmaması gereken davranışlara) gelince, gelişen durumlara göre bazılarının bilinmesi farzdır ve bu keyfiyet kişiye göre değişmektedir. Örneğin dilsiz bir insan için konuşulması ha ram olan birşeyin nasıl konuşulacağını öğrenmek gerekli değildir. Kör olan bir insan da nelere bakılmasının yasak olduğunu öğrenmeye mecbur tutulamaz. Göçebe hayatı yaşayan bir kişi için de ikâmet edilmesi yasak olan yerleri bilmesi farz değildir. Bu ya saklar aynı zamanda, mevcut durumun gereklerine göre de değişir. Bu bakımdan uzak ve vukû bulması hiçbir zaman müm kün olmayan bir haramı bilmek kişiye farz değildir. Oysa içinde bulunulan harama dikkat edilmelidir. Sözgelimi müslüman olduğu sırada sırtında ipekli bir elbise varsa veya gasbettiği bir evde oturuyorsa veya mahremi olmayan bir kadına bakıyorsa, o kişiye bütün bunların haram olduğunu anlatmak farzdır. Bilfiil içinde bulunmadığı ve fakat yakın olduğu haramları (yemek-iç mek gibi) da kendisine öğretmek farzdır. Hattâ içki içmeyi ve do muz eti yemeyi âdet edinmiş bir beldede yaşıyorsa, bunların haram olduğunu o kişiye öğretmek farzdır, kendisinin uyarılması gerekir.

Öğretilmesi gereken diğer şeyler de hemen kendisine öğretil melidir.
îtikad'a ve kalbin amellerine gelince, bunları öğrenmenin far ziyeti kalbin durumuna göre değişir. Kişinin kelimesi şehadet'in delâlet ettiği mânâlarda bir şüphesi varsa, o şüpheyi giderici ilmi

Muhammed ile Hanbelîlere göre do böyledir. Fakat Ebu Hanife, İmam Malik ve Ebu yusuf aksi görüştedir ve onalara göre, şartlarını haiz olan kimselerce hac ibadetinin tehiri caiz değildir. öğrenmesi kendisine farzdır. Yok eğer kalbine böyle bir şüphe düşmezse; Allah'ın kelâmının kadîm olduğunu, ahirette müzminlerin Allah'ın cemâlini gözleriyle göreceklerini, Allah'ın hâdisâta mahal olmadığını ve bunlara benzer inanılması gereken meseleleri bilmeden önce ölürse, bütün âlimlerin ittifakıyla bu şahıs müslüman olarak ölmüştür.
İnançları bozan ve kalbe düşen bu şüpheler bazen, insanın ta biatında vardır. Fakat kişi bazen de oturduğu beldenin insanları tarafından bu türden şüphelere düşürülebilir.

Bu bakımdan bir kişi Kelâm İlmi ile iştigal eden ve daima bid'atlar hakkında konuşan bir beldede yaşıyorsa, âkil-bâliğ olduğu ilk anda kendisini bu bid'atlardan koruması gerekir. Şayet kalbine bâtıl bir fikir yerleşmişse, hemen onu kalbinden söküp atmalıdır. Ne var ki çoğu zaman bir bâtılı kalpten söküp atmak çok zordur.

Yine bu şahıs bir tüccar ise ve bulunduğu beldede faize dayalı muameleler yaygın ise, böyle bir beldede yaşayan tüccarın faizden korunma ilmini çok iyi öğrenmesi kendisine farzdır.
Farz-ı Ayn olan ilim hakkında yapmış olduğumuz bu inceleme hakîkati ifade eder; zirâ farz-ı ayn olan ilmin mânâsı, farz olan amelin keyfiyetini bilmek demektir. Bu bakımdan farz olan ilmi ve ilmin ne vakit farz olduğunu bilen bir kimse, farz-ı ayn olan ilmi de bilmiş olur.

Sûfîlerin farz-ı ayn olan ilmin, düşmanın (şeytanın) vesvese sini ve meleğin ilhamını bilip ayırdetmek olduğunu söylemeleri de doğrudur. Ancak onların böyle söylemeleri ümmetin bütün fertleri için geçerli değildir. Bu ölçü sadece bu yola gönül vermiş insanlar için bir şarttır.

İnsan çoğu zaman şerre neden olan riya ve hasedden kurtu lamadığı için, insanı helâke sürükleyen hususları, muhtaç olduğu miktarda bilmesi kişiye farzdır. Bu kadarının bilinmesi bir müs lüman için nasıl farz olmaz? Oysa Hz. Peygamber şöyle buyurmak tadır:
İnsanoğlunu şu üç şey helâk eder: Kendisine boyun eğilen cimrilik, arkasından gidilen heva (arzular), kişinin kendi sini beğenmesi.68

Bu helâk edici özelliklerden insanların kendilerini kurtarma ları pek o kadar kolay değildir.
İleride haklarında tafsilat vereceğimiz kalbin halleri, kibir, ucûb ve benzeri çirkin sıfatlar yukarıda sözü edilen üç helâk edici sebebe bağlıdırlar. Bunları kalpten söküp atmak ise farz-ı ayn'dır. Sökülüp atılmaları da ancak hallerini bilmek, sebeplerini yerine getirmekle olur. Sebeb ve müsebbibi bilinmediği takdirde bunu yapmak imkân dahilinde olmadığı içindir ki sebeb ve illeti mutlaka bilmek gerekir.

Halk, helâk edici vasıflar arasında zikrettiğimiz bu farz-ı ayn ların çoğunu, ne yazık ki faydasız şeylerle meşgul oldukları için terketmek durumuna düşmüşlerdir.

Müslüman olan bir kimseye imandan sonra cennete, cehen neme, haşre ve ölümden sonra dirilmeye imanın öğretilmesi gere kir. Çünkü bunlara inanmayan insan kelime-i şehadet'i tamamlamamış olur.

Ayrıca Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu tasdik ettikten sonra, tebliğ ettiklerini de bilmek gerekir ki o da Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eden kiinseye cennet, isyan edene ise cehennem olduğunu bilmektir.

Şu söylediklerimiz üzerinde düşünüldüğü takdirde doğru yo lun bu olduğunda şüphe kalmaz ve gayet iyi bilinir ki, gece ve gün düzün akıntılarına kapılıp giden her kul, ibadetlerinde ve muame lelerinde yeni yeni ortaya çıkan hâdiselerden uzak değildir. Kendisine yeni farzlar terettüb eder ve az da olsa ortaya çıkan her yeni hâdiseyi sorup öğrenmesi gerekir. Meydana gelmesi muhte mel hâdiseleri de sorup öğrenmesi ve bu hususta acele davran ması gerekir.

Hz. Peygarnber'in İlim öğrenmek kadın, erkek her müslü mana farzdır' hadisindeki ilim kelimesi ile müslümanlara farz olan amelin ilmini bilmek kasdedildiğine göre, bu ilmin öğreniminin tedricî bir vasıf taşıdığı ve vâcib olmasının vakte bağlı olduğu açıklık kazanmış demektir.

Farz-ı Kifaye Olan İlimler
İlimler bölümlere ayrılmadıkça hangisinin farz olduğu, han gisinin olmadığı kesin bir şekilde anlaşılamadığı için, ilimleri vasıflarına göre bölümlere ayırmak doğru bir sonuca ulaşmak için şarttır.

İlimler esas itibariyle şer'î (dinî) ilimler ve şer'î (dinî) olmayan ilimler şeklinde ikiye ayrılır:

Şer'î (dinî) ilimler ile peygamberlerin getirdiği ilim kastedil mektedir ki bu ilim, matematik ilmi gibi akılla, tıb ilmi gibi de neyle, lisan gibi işitmekle elde edilemez.
Şer'î (dinî) olmayan ilimler ise, mahmûd , mezmûm ve mübah ilimler olmak üzere üç bölüme ayrılır.

Mahmûd (Övülen) ilimler, tıb ve hesab ilmi gibi dünya işlerim ıslah edici ilimlerdir ki bu ilim de öğrenilmesi farz-ı kifâye olanlar ve öğrenilmesinde fazilet bulunanlar olmak üzere ikiye ayrılır:

Öğrenilmesi farz-ı kifâye olan kısım, dünya işlerinin ıslahında gerekli olan (bedenin sağlıklı tutulabilmesi için lüzumlu olan tıb ilmi; ticarî ilişkiler, vasiyetler ve miras gibi hususlarda bilinmesi zarurî olan hesap ilimleri gibi) ilimlerdir. Eğer bir memlekette bu ilimleri bilenler kalmazsa, o memleket halkının tamamı günah kâr sayılır. Fakat bir beldede bu ilimleri bilen bir kişi de olsa, diğerlerinin üzerinden bu zorunluluk düşer ve öğrenme sorum luluğu kalkar.
Tıb ve matematik ilimlerinin farz-ı kifâye olduğunu söyleme miz sizi şaşırtmasın; zira bu iki ilim gibi; çiftçilik, dokumacılık, si yaset, tababet ve terzilik sanatları ve diğer sanatların esaslı ilim leri de farz-ı kifâye'dir.

Eğer İslâm diyarında kendisine tedavi olunacak kimseler (doktorlar) bulunmazsa, müslümanlar helâk olurlar; kendilerini felâkete'sürüklemiş olmaları sebebiyle de topyekün sorumludur lar. Çünkü derdi'veren Allah, o derdin devasını da vermiştir. O de Yayı bulacak kabiliyeti de insanoğluna bahsetmiştir. Bu bakımdan İslâm diyarında, sözü edilen ilimleri yeterince bilenler bulunmalıdır. Bunu öğrenmemek, müslümanları felâketle başbaşa bırakmaktır ki, böyle bir hareket hiçbir şekilde doğru olmaz.

Farz olmayan ve fakat öğrenilmesinde fazilet bulunan ilimlere gelince, bunlar sözünü ettiğimiz ilimlerin derinlerine (ayrıntılarına) inmek, esasta pek zarurî olmayan ince ve hassas noktalarıyla meşgul olmaktır. (Nitekim bu ilimlerde derinliğine bilgi sahibi olmak, müslümanlara büyük faydalar sağlayacağı için, bu dallarda derinleşen âlimlere büyük değer verilmiştir).

Mezmum (Yerilen) ilimlere gelince, bunlar sihir, tılsım, hipno tizma, el çabukluğu ve göz boyacılığı ile yapılan marifetlerdir.

Mübah ilimlere gelince, bunlar şiirler ile milletlerin geçmişlerini anlatan, tarihî hâdiseleri bildiren ilimlerdir.

İzah etmeye çalıştığımız şer'î (dinî) ilimler e gelince, onların tamamı makbuldür. Fakat bazen şer'î ilimlerden olduğu zanne dildiği halde, aslında şer'î ilimlerle alâkası olmayanları vardır ki bunlar esasında mezmûm (zemmedilmiş) ilimlerdir.

Makbûl ilimler ise usûl, fürû, mukaddimât ve mütemmimdi olmak üzere dört bölüme ayrılırlar.

Birinci Bölüm (Usûl)
a) Kitab
b) Sünnet
c) İcmâ-i Ümmet
d) Asar (sahabe sözleri)
İcmâ-i Ümmet'in asıl olması, Sünnet'e dayanmasından kay naklanmaktadır. Bu bakımdan îcmâ-i Ümmet üçüncü derecede bir hüccettir.

Âsar (sahabe sözleri) de aynı İcmâ gibi Sünnet'e dayalıdır. Çünkü sahabîler Rasûlullah'ı bizzat görmüşler ve bunun için de ahvalin karinelerini başkalarına nisbetle çok daha iyi idrak etmişlerdir. Çoğu zaman ibareler, karinelerin ifade etmek istediği hakikatleri ifade etmekten aciz kalırlar. İşte âlimlerin, ashabın sözlerinde ve amellerinde bildirilen ölçülere uymayı ve bu ölçüler den ayrılmayı şeriatın temcilerinden saymaları bu sebebe dayanır. Tabii bunun da muayyen şartları vardır. Ancak burada bu şartları zikretmek uygun düşmez.

İkinci Bölüm (Füru)
Fürûat yukarıda zikredilen asıllardan elde edilir. Ancak bun lar lâfızlarla değil, keskin zekâlar vasıtasıyla elde edilen mesele lerdir. Bu ince mânâları kavrayanların anlayış ve idrâkleri, ağızdan çıkan lâfızların ifade ettiği mânâlardan daha başka mân âlar çıkarabilecek derecede geniştir. Örneğin Hz. Peygamberin 'Kadı (hâkim) öfkeli iken hüküm veremez'69 hadîsinden; kadı'nm def-i hâcet bakımından sıkışması, hasta veya acıkmış olması ânında da hüküm veremeyeceği neticesi çıkarılmıştır.

Fürûat iki kısma ayrılır:
1. Dünya meseleleriyle ilgili ilimler: Bunları fıkıh kitapları ele alır ve bu işlerle meşgul olanlar fakihlerdir. Fakihler ise dünya âlimleridir. (Dünya işlerini bilen ve çözen kimselerdir).
2. Âhiret meseleleriyle ilgili ilimler: Bunlar ahlâkın çirkinini, güzelini ve kalbin hallerini bildiren ilimlerdir. Bu ilimler Allah indinde makbul olan veya olmayan halleri bildirirler. Nitekim bu kitabımızın son bölümü bu konuyu açıklığa kavuşturmaktadır.

Kalbî ibadetler ve âdetlerin de âzalar üzerindeki tesiri bu bölümde
anlatılmaktadır.

Üçüncü Bölüm (mukaddimât)
Bunlar bir fikri, bir düşünceyi anlatmaya yarayan lûgat ve na hiv gibi ilimlerdir. Zira Lûgat ve Nahiv ilimleri, Allah'ın kitabını ve Rasûlü'nün sünnetini bilmemize yardım eden en gerekli âlet lerdir. Lûgat ve Nahiv ilimleri esasında şer'î ilimler grubuna da hil değildir. Fakat bu iki ilmi bilmek ve onlarda söz sahibi olmak; şer'î ilimleri bilmek ve iyice öğrenmek için büyük bir ihtiyaçtır. Zira Allah'ın Kitabı Arap diliyle nazil olmuştur. Bu bakımdan şeriat, ancak Arap dilini bütün detaylarıyla bilenler tarafından anlaşılır. Bu nedenle ilâhî şeriatın nâzil olduğu dilin lûgatinı bil mek, şeriatın bilinmesinde başlıca müessir olmaktadır.

Bu âletlerden biri de yazının bilinmesi ise de, yazının bilinmesi o kadar zarurî değildir; zira Hz. Peygamber ümmî idi, yazı bil mezdi.70

Bir kişi her dinlediğini ezberliyebiliyorsa, yazıyı bilmesi ge rekmez. Fakat böyle bir vasıftan yoksun kimseler için yazıyı bilmek çoğu zaman zarurî ve şarttır.

Dördüncü Bölüm (Mütemmimât)
Bu, Kur'an ilimlerinde meydana gelen bir durumdur. Zira Kur'an ilimleri, lâfızlarla ilgili olarak harflerin mahreçleri, tecvi din öğrenilmesi ve mânâ ile ilgili tefsir ilmine taksim edilmektedir ki bu ilim de tıpkı Lûgat ve Nahiv ilimleri gibi işitmekle elde edilir ve bir başkasına nakledilir. Çünkü Lûgat ilmi kendi başına Tefsir İlmi için yeterli olmamaktadır.

Bir de Kur'an ilimleri, Kur'an'ın ahkâmıyla ilgili olarak Nâsih ve Mensuh, Am ve Hâs, Nas ve Zâhir ve bir kısım ayetlerin diğerleriyle nasıl kullanılabileceği gibi hükümlere taksim olunur. Buna Usûl-uı Fıkıh ilmi denilmektedir. Bu ilim aynı zamanda Sünnet-i de içine almaktadır.

Ashab'dan gelen rivayetlerdeki tamamlayıcı unsurlara ge lince; bunlar, rivayetleri nakleden kişileri, onların isimlerini, ne seblerini ve sahabîlerin isimlerini ve özelliklerini bilmektir.
Râvilerin âdil, güvenilir ve zayıf olanlarını ayırabilmek için şahsî hallerinin bilinmesi; mürsel hadîsi, müsned hadîsten ayırabilmek için yaşlarının bilinmesi gibi malûmatlardır. İşte bü tün bunların hepsine birden şer'î ilimler denmektedir ve hepsi de makbul ve mübah olan ilimlerdir. Hattâ bütün bu ilimler farz-ı ki fâye olan ilimlere dahildir. Bana Fıkıh İlmi'ni niçin dünya ilmi olarak gösterdiğim sorulacak olursa şöyle derim:
Allah Teâlâ (c.c) Hz. Adem'i topraktan, zürriyetini de çamur dan ve atılan bir damla sudan yarattı. Onları erkeklerin belinden anaların rahmine aktardı. Anaların rahminden dünyaya, dünya dan mezara, oradan hesab yerine; oradan da cennete veya cehenneme gönderecektir. İşte insanın başı ve sonu bu devrelerden iba rettir. Allah Teâlâ dünyayı ahiret azığını temin etme yeri olarak yarattı ki insanoğlu kendisine yarayan azığını alsın! Demek ki in sanoğlu bu azığı adalet dairesinde alırsa, aralarında bir husumet kalmamış olur. Böyle olunca da fakihlerin bulunmasına gerek de kalmaz. Çünkü husumet ve kavganın olmadığı bir yerde fakih için yapılacak iş yoktur.

Fakat insanoğlu dünyaya şehvetleriyle bağlıdır. Bu böyle olduğu içia de kısanlar arasında birtakım husumetlerin doğması kaçınılmaz olur. Onun için bu husumetleri giderici bir otoriteye ih tiyaç vardır. Yönetimde söz sahibi olanlar da toplumu idare ede bilmek için kanunlara ihtiyaç duyarlar. Fakih ise, bu siyasete ilişkin yasaları bilen kişidir. Şehvet hissiyle aralarına husumet gi ren insanları, ancak onların aracılığı ve vasıtası ile uzlaştırmak mümkün olabilmektedir. Böyle olunca fakih, sultanın öğretmeni ve sultanın siyasetini halka ileten en önemli vasıtadır. Halk için ka nunlar yaparak onları zabt u rabt altına alabilen kimse fakihtir. Sultanın siyasetini düzenlemekten maksat; halkın dünya hayatını bir düzen içine sokmak, durumlarını ayarlamak, düzensiz ve başıboş bir hayat yaşamalarına imkân vermemektir.

Yemin ederim ki Fıkıh İlmi ne kadar dünyayla ilgili ise, o ka dar da dinle ilgilidir. Fakat dinle olan alâkası, dünya vesilesiyle olmaktadır; zira dünya ahiretin tarlasıdır. Din ancak dünya ile tamam olur. Sultanlık ile din ikiz kardeştir. Din esas unsur, sultan da onun nöbetçisidir. Aslı ve temeli olmayan bir şeyin yıkılacağı yıkılmaya mahkûm olduğu herkesin malûmudur. Nöbetçisi bulunmayan bir malın da yağma edileceği açıktır. Yönetim ve halkın idaresi ancak bir sultanın varlığı ile mümkün dür. Sultan da hüküm verebilmek için fakihlere muhtaçtır; çünkü onların düzenlediği kanunlarla hükmeder. Sultanla halkı idare etmek, nasıl din ilminin öncelikli vasfı değil, ancak bir tamam layıcısı ve yardımcısı ise, saltanatı yürüten siyaseti bilmek de aynı şeydir.

Herkesin malûmudur ki hac ibâdeti, ancak soygunculardan emin olunduğu zaman tamamlanır. Fakat hac ayrı bir şey, hac yo lunda olmak ayrı bir şeydir. Haccm tamamlayıcısı olan yol emni yetine onun kanunlarına ve bilgisine sahip olmak da ayrı bir şeydir.

Özetle Fıkıh İlmi, koruyuculuk ve siyaset yollarını bilmekten başka birşey değildir. Bunun delili de şu hadîstir:

Halka ancak üç kimse fetva verir: Emîr, emîre bağlı memur veya kendiliğinden ilmine güvenerek bu vazifeyi yapmakla kendini mükellef sayan kimse!71

Fetva veren emîr, devletin başkanı oran kimsedır. Çünkü selef-i Sâlihîn zamanında devlet başkanları aynı zamanda fetva ma kamında olan kimselerdi.

Hükûmet işlerine bakan memurlar ise, devlet başkanının ve killeridir.

Üçüncüsü ise, emîr ile memurun dışında kalan kimselerdir ki bu kimseler, ihtiyaç olmadığı halde bu vazifeyi gönüllü olarak ya parlar.

Ashab fetva vermekten sakınırdı. Hattâ biri sual sorarsa cevap vermemek için soranı başka bir sahabîye gönderirdi. Herkes böyle davranarak fetva vermekten kaçınırdı. Fakat Kur'an'dan ve ahiret hallerinden sorulduğu zaman, hiç çekinmeden ve bıkmadan usanmadan cevap verirlerdi.

Yukarıdaki hadîsin bazı rivayetlerinde mükellef (kendili ğinden ilmine güvenerek bu vazifeyi yapmaya kendini mecbur hisseden) yerine, mürâi (riyakârlıktan dolayı fetvaya yönelen ve fakat fetvasına ihtivaç bulunmayan) kelimesi geçmektedir.

Gerçekten de kendiliğinden fetvâ gösterisinde bulunan kimse, tak vâsını tehlikeye sokmuş kişi durumuna düşer ki; bu kişiler rütbe ve servet elde etmek için böyle davranırlar. Çünkü böyle bir niyet taşımasalardı, böyle bir tehlikeye atılmaktan kaçınırlardı.

Fıkıh İlminin husumetler, mesûliyetler, cezalar ve yaralama fiilleri ile ilgilenmesi bakımından dünya ilmi olduğu kabul edilebi lirse de, namaz ve oruç gibi ibadetlerle ilişkili olan bölümü ya da haram ve helâlin tarifini,bildiren muamelat bölümü itibarıyla aynı kategoriye sokulması mümkün değildir' şeklinde bir itiraz gelecek olursa, şu şekilde bir cevap veririz:

Fakihin sözünü ettiği amellerden ahiret amellerine en yakın olanları üç kısımdır: 1. İslâm, 2. Namaz ve zekât, 3. Helâl ve haram

Şayet bir fakihin bu üç bölümdeki görüşlerinin son olarak ulaştığı neticeyi düşünecek olursanız, fakihin bu konularda da dünya sınırlarını geçip, ahiret sınırlarına girmediğini görürsü nüz. Fakihin bu üç konu hakkındaki durumunun bu şekilde olduğu bilindikten sonra, diğer meseleler hakkındaki durumu daha kolay bilinir.

İslâm'a, gelince, Fakih bu konuda da sadece sahih, fâsid ve bunların şartları hakkında konuşabilir. Fakih bu konuda lâfızdan başka bir şeye bakamaz. Kalp, fakihin konusu dışındadır. Çünkü Hz. Peygamber, kılıç ve saltanat sahiplerini kalbi bilmekten 'Onun kalbini mi yarıp baktın?'72 buyurmak suretiyle uzaklaştırmıştır.

Hz. Peygamber (s.a) bu sözü, kelime-i şehadet getiren bir kim seyi öldüren bir sahabîye söylemiştir. Çünkü o sahabî, düşmanı öl dürmesinin sebebi olarak; öldürdüğü adamın, kılıcından korkarak kelime-i şehadet getirdiğini ileri sürmüştü.

Kılıç zoruyla imana gelen kişinin imanının sahih olduğuna hükmetmek fakihin vazifesidir. Halbuki fakih gayet iyi bilir ki, kılıç zoruyla imana girmiş bir kimsenin imanı sağlam değildir ve fikrini her zaman değiştirmesi mümkündür. Çünkü kalbindeki cehalet perdesini yırtmış değildir. Aksine boynuna inecek kılıcın zoruyla ve malına el konması korkusuyla müslüman olmuştur. Onun lisanen söylediği kelime-i şehadet; boynunu kılıçtan, malını ise yağmadan korumuştur. Yeter ki kelime-i şehadet getirmeden önce boynu uçmamış, malı yağma edilmemiş olsun! Dolayısıyla bu hüküm ancak dünyada geçerli bir hükümdür.

Nitekim bu sırrı açıklamak maksadıyla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bu kelimeyi söylemeleri halinde mallarını ve canlarını benden korumuş olurlar,73

Hz. Peygamber bu kelimenin tesirinin sadece can ve mal üze rinde olduğunu vurgulamıştır. Âhirette malın ve canın hiçbir kıymetinin olmadığı herkesin malûmudur. Ahirette sadece kalp lerin nûru, sırrı ve ihlası insana fayda verecektir. Bunlar ise fıkhın ilgilendiği hususların dışındadır. Şayet fakih, bu tür konu lara dalarsa kelâm ve tıb ilimlerine dalmış gibi kendi sahasının dışına çıkmış olur.

Namazda, gelince, fakih her kılman namazın sahih olduğuna hükmetmekle mükelleftir. Şayet zahirî şartlara uyularak namaz kılınmışsa, bu namazın sahih olduğunu tasdik etmek fakihin kaçınamayacağı bir haldir.

Dış şartları yerine getirerek namaz kılan kişi, namaz kılma esnasında ister çarşıdaki alışverişle meşgul olsun, isterse bir takım şahsî hesaplarını düşünsün; fakih onun namazının sahih olduğunu kabul etmek mecburiyetindedir. Tahrim tekbiri geti rildiği zaman fakihe göre de kalp huzuru şarttır. Gaflet içinde kılman bu namaz dil ile söylenen kelime-i şehadet İslâm'a bir fayda vermediği gibi kişiye ahirette hiçbir fayda vermez. Fakat sa dece dil ile söylenen kelime-i şehadet'i ve sadece zahirî şartlara ri ayet edilerek kılınmış namazı fakih sahih kabul etmek zorundadır. Çünkü dil ile kelime-i şehadet getirmiş kişi emre uymuş sayılır; öldürülmesi veya tekdir edilmesi hükmü ortadan kalkmıştır.

Ahiret amellerinden olan kalbin huzur ve huşûu'na gelince ki zâhirî amellerin ancak bunların olması halinde yararı olur fakih bundan bahsetmeye ve bunun inceliklerini araştırmaya yetkili değildir. Şayet böyle bir araştırma yapmaya kalkarsa, kendi sa hasının dışına çıkmış olur.

Zekât'a gelince, fakih, sultanın isteğini yerine getiren sınırlara kadar bakar. Kişi zekâtını vermekten kaçsa, sultan da ondan bu zekâtı zorla alsa; fakih böyle bir insanın zekât mükellefiyetinden kurtulmuş olduğuna hükmetmek zorundadır.

Rivayet edildiğine göre, Kadı Ebu Yusuf74 senenin sonunda zekâtını düşürmek için kendi malını hanımına hibe eder ve hanımının malını da kendisine hibe ettirirmiş. Onun bu durumu İmam Ebu Hanife'ye bildirildiğinde, Ebu Hanife şöyle demiştir: 'Bunu, fıkhı (yasaların inceliklerini) bilmesi sayesinde yapabili yor'.

Gerçekten de Ebu Hanife doğru söylemiştir. Çünkü Ebu Yusuf un böyle yapabilmesi dünyada geçerli olan fıkıh ilmini iyi bilmesi sayesindeydi. Fakat ahirette bunun vebâli diğer suçların vebâlinden daha büyüktür. Bu nedenle bu şekildeki olumsuzluk lara açık kapı bırakan her ilim zarar verici ilimlerden sayılır.

Helâl ve haram'a gelince, haramdan kaçınmak dindendir. Fakat takvanın da dört derecesi vardır.
1. Şahidlik yapabilmek için gereken adalet sıfatını haiz olacak derecede takvâ ki bu takvâyı terketmekle insan şahidlik, kadılık ve valilik yapma hakkını kaybeder. Bu takvâ, açık haramlardan sakınma hâlidir.
2. Sâlihlerin takvası ki şüphe ihtimali taşıyan hususlardan sakınmaktır...

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Seni şüpheye düşüreni terket; şüpheye düşürmeyene koş!75

Günah, kalpleri kaplayıp tesiri altına alan ve şüphelere yol açan elemden ibarettir!76
3. Muttakîlerin, takvası ki haram olur korkusuyla katıksız helâli terketmektir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi, zarar verenin korkusundan zararsız şeyleri terketme dikçe, muttakîlerdcn olamaz.77

Gıybete girmemek için daima halkın iyi hallerinden bahset mek ve mahzurlu işleri yapmaya sevkeden şehvetin kabarıp heye cana gelmemesi için nefsin yemek istediği şeyleri ona yedirmemek gibi haller, bunun en iyi örnekleridir.
4. Sıddıkların takvası ki Allah'a yaklaştırıcı fiillerden uzak ol mamak için ömrünün bir ânını bile mâsivaya ait işlerle zâyi et memek, dünyanın herşeyinden yüzçevirmektir.

Bu insan her ne kadar mâsivayla ilgilenmenin kendisini ha rama götürmeyeceğini bilse bile, yine de mâsivadan (dünyadan) elini eteğini çekmelidir.
Şahidlere ve kadılara ait takvâ'ya. gelince, zahirde adalete aykırı düşmeyen ve aynı zamanda da ahirette günahları bertaraf etmeyen birinci dereceden başka bütün dereceler fakihin görüşü dışında kalır.

Hz. Peygamber (s.a)Vabise78 hazretlerine şöyle buyurmuştur:
Sana fetva verseler de, sana fetva verseler de, sana fetva ver seler de, sen yine fetvayı kendi kalbinden iste!79

Fakih, kalplerin ahvalinden (kalplerin düştüğü şüphelerden ve şüphelerle nasıl amel ettiğinden) bahsedemez. Fakih ancak adaleti zedeleyici ve yokedici haller ve sıfatlar hakkında konuşabili.
Demek ki fakihin vazifesi ahiret azığını hazırlama yeri olan dünya işlerini halletmeye bağlıdır. Şayet fakih kalbin sıfatlarından ve ahiretin ahkâmından bahsederse, bu, onun için ikinci plânda bir mesele olduğundan sözleri de ikinci planda kalır, Fakih tıpkı mesleği dışında kalan Tıb, Matematik, Astronomi ve Kelâm ilimle rine el atmak gibi, bazen da kalp ilimleri hakkında konuşur.

Nitekim Hikmet ilmi bazen Nahiv ve Şiir ilmine karışır; ama bu ikinci derecede bir karışmadır.

Zâhir ilminde asrının en büyüğü olan Süfyan es-Sevrî 'Fıkıh ilminin gayesi, ahiret azığı değildir' derdi. Nasıl olsun ki? Selef-i Sâlihîn ittifakla buyurmadılar mı ki ilmin şerefi kendisiyle amel etmektir? O halde zihar, liân, selem, icar ve sarf hususundaki bil giler nasıl fayda verecek birer amel sayılabilir? Allah'a mânen yakın olmak için bu ilimleri tahsil eden kişi mecnunun ta kendisi dir! Amel ancak kalp ve âzalarla yapılır. Şeref bu amellerdedir. Şayet 'Bedenin sıhhatine yarayan ve bundan dolayı dinin salâhıyla alâkası bulunan bir dünya ilmi olan tıb ile fıkıh ilmini neden birbi rine karıştırıp, neden aynı seviyede mütalaa ediyorsunuz? Sizin bu iddianız bütün müslümanların icmama muhalif bir iddiadır' der seniz, şöyle cevap veririz: İkisinin eşit olması gerekmez, zaten değildir de... Aralarında büyük farklar vardır.

Fıkıh İlmi diğer ilme nisbetle üç bakımdan daha izzetli, daha şerefli ve daha üstündür.
1. Fıkıh, nübüvvetten (peygamberlikten) tevarüs edilmiş şer'î bir ilimdir. Tıb ilmi ise şerî ilimlerden değildir.
2. Ahiret yolcuları hasta olsalar da, olmasalar da Fıkıh ilmine muhtaçtırlar. Tıb ilmine ise ancak bedenen hasta olanlar muhtaçtır.
3. Fıkıh ilmi ahiret ilminin komşusudur. Zira Fıkıh ilmi âzaların yaptıklarına bakmak demektir. Âzada görülen amellerin
kaynağı ise kalptir. Yâni insanın zâhirinde görülen hareketler,
kalbinin dışta görülen birer tezahürüdür. İyi ameller ahirette insanı kurtaracak olan iyi ahlâktan, kötü ameller ise kötü ahlâktan doğarlar. Âzaların kalple ilgilerinin olduğu ise açık bir gerçektir.

Bedenin hasta veya sıhhatli oluşuna gelince, onların kaynağı mizacın sağlam veya karışık olması hâlidir. Bu hal de bedenin ta biî özelliklerindendir, kalple alâkalı değildir.

Dolayısıyla Tıb ilmi, ne zaman fıkıh ile mukayese edilirse edilsin, Fıkıh'ın Tıb'dan üs tün olduğu açıkça görülür. Âhiret ilmi de Fıkıh ile kıyas edildiği takdirde, bu sefer Ahiret İlmi'nın Fıkıh'tan üstün olduğu görülür.

Ahiret yolunun ilmini her ne kadar bu ilmin tafsilâtı say makla bitmez ise de bilmek istersen, Ahiret İlmi'nin yolu iki kısımdır:
1. Mükâşefe İlmi
2. Muâmele İlmi

Mükâşefe İlmi, bâtın ile ilgili bir ilimdir ve ilimlerin en son noktasıdır. Bu nedenle âriflerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Bu ilimden nasibi olmayan kimsenin âkibetinden korkulur. Bu ilim den az pay sahibi olmak, onu tasdik etmek ve ona vâkıf bulunan büyüklerin hakkını teslim etmektir'.

Başka biri de şöyle demiştir: 'Kimde iki sıfat bulunursa o kim seye ahiret ilminden bir kapı açılmaz. O iki haslet bid'at ve kibir dir'.

Yine denildi ki: 'Dünya ile dost olan veya nefsinin arzularının arkasından koşan kişi ahiret yolunun ilmini elde edemez. Halbuki bütün ilimleri elde etmenin yolu, önce ahiret ilminin yolunu öğrenmiş olmaktır. Ahiret ilmini inkâr etmenin en hafif cezası, inkâr edenin o ilimden hiç pay alamamasıdır'. Şu şiir bu sözü tak viye etmektedir:
Senden kaybolanın kaybına razı ol!

Çünkü bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir.
Bu ilim, yani mükâşefe ilmi sıddıkların ve Allah'a yakın olan ların ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan so yunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir. O nûrlu hal den birçok hususlar inkişâf eder. Kişi daha önce o şeylerin isimle rini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder, fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, Allah'ın zât-ı ul ûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda peygamberliğin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözü nün anlamını da bihakkın bilir.

Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bun ların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar. Yer ve gök âlem lerinin sırrına vâkıf olur. Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve me lekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür.

Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder. Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mizanın ve hesab gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir. 'Oku kitabını! Bugün sana hesab görücü olarak nefsin yeter! (İsra/14) ve 'Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, işte o gerçek ha yattır, eğer bir bilselerdi../ (Ankebût/64) ayetlerinin mânâsını hakkıyla anlar. Allah'la karşılaşmanın, O'nun cemâk-i ilâhîsine bakmanın ve ona manen yakınlaşmanın ne demek olduğunu aa anlar. En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saadetin, me lekler ve peygamberlerle beraber olmanın anlamını da idrâk etmiş olur.

Cennet ehlinin derecelerinin farkını ki bu fark bazı cennet ehli arasında o denli büyüktür ki; gökte parlayan yıldızlara biz nasıl bakıyorsak, bir kısım cennet ehli de yüksek derecedeki diğer cennet ehlinin durumlarına öylece hayran hayran bakacaktır hakkıyla bilip inanır.

Daha sayılması çok uzan sürecek neler neler... Zira insanlar bu hakikatlerin esasını tasdik ettikten sonra, mânâlarda çeşitli kanaatlere sahip olurlar. İnsanların bir kısmı bütün bu hakikatlerin birer misal oldukları, Allah Teâlâ'nın salih kulları için hazırladığı nimetlerin, gözle görülmemiş, kulakla işitilmemiş ve hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre halk sadece cennetin sıfatlarını ve isimlerini bilir; hakikatlerinden ise tamamen bihaberdir.

Bir kısım insanlar da bu hakikatlarm bazılarını misal kabul ederken, diğer bir kısmı da lâfızlarından anlaşılan hakikatler olduklarına inanmaktadırlar.

Bazıları da şu kanaattedirler; 'Allah'ı bilmenin en son zirvesi kulun kendi aczini kabul edip, O'na ilişkin hiçbir şeyi bilmediğini itiraf etmesidir'. Bazıları da Allah'ı bilmek hususunda büyük me selelerin varolduğunu iddia etmişlerdir.
Bazıları ise, halkın ulaştığı noktanın sadece mârifetullah'ın târifi olduğunu söylemişlerdir. Halkın inancı ise şöyledir: Allah vardır, herşeyi bilir, herşeye güç yetirir, işitir, konuşur...

Mükâşefe ilminden, gayemiz; perdenin, kaldırılması ve bütün bu işlerde açık bir şekilde hakkın şeksiz şüphesiz görülmesidir.

Bu ise, insanın yaratılışına göre mümkün bir haldir. Fakat kalp aynası, dünya pisliğinin pasından arınmış ve temizlenmiş ise.,.

Âhiret İlmi'nden kastımız; kalp aynasının pislikten temizlen mesini bize bildiren ilimdir. O aynayı kaplayan kirler, Allah'ın zâtına, sıfatlarına ve fiillerine perde olur. Bu aynanın temizlen mesi ise, ancak şehvetlerden korunmak ve her hâlinde peygamber lere tâbi olmakla mümkündür. Ayna ne kadar temizlenirse ve hakkın aynası olursa, hakikatları o nisbette aksettirir. Bu merte beye çıkmak için, daha sonraki bölümlerde gösterilecek riyazet yo lunu takip etmek, öğrenmek ve öğretmek gerekir. İşte kitaplarda yazılmayan, ancak ehline açılan ilimler bunlardır. Bu ilim, ancak ehli olan kimselere müzakere yoluyla açılabilir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
İlimden bir kısım vardır ki, gizlenmiş mücevherât gibidir. Onu ancak Allah'ı bilenler (arifler) bilirler. Allah'ı bilenler bu ilimden söz ettiklerinde, onların sözlerini sadece Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar. Allah Teâlâ'nın bu ilmi kendisine nasib ettiği bir kulu asla küçük görmeyin; zira Allah Teâlâ onu hor görmemiştir. Hor görmediğinin delili ise, bu ilmi ona vermiş olmasıdır.80

İkinci bölüm ise Muamele İlmine aittir. Bu ilim kalbin ahva linden, bu hallerin sabır, şükür, korku, ümid, rıza, zühd, takvâ, kanaat, cömertlik ve bütün bu hallerde Allah'a minnettar olduğunu bilmek; ihsan, hüsn-ü zan, iyi ahlâk, güzel muaşeret, doğruluk ve ihlâs gibi güzel hasletlerden ibarettir.
Bütün bu hallerin hakîkatlarını bilmek, hududlarmı anlamak ve vesilelerini idrâk etmek, meyvelerini devşirmek, cılız ve zayıf ta raflarını tedâvi ederek kuvvetlendirmek Ahiret İlmi'nden sayılır.

Bu hallerin kötülerine gelince; fakirlik korkusu, takdir olu nana razı olmamak, hile, düşmanlık, hased, doğru hareket etme mek, riyaset peşinde koşmak, halkın kendisini övmesini beklemek; dünyadan daha fazla lezzet almak kasdıyla uzun zaman yaşamayı dilemek; kibir, riya, gazab, haksız yere böbürlenmek, düşmanlık hisleri taşımak, insanlara buğzetmek, tamahkâr olmak, cimrilik, nüfuz sahibi olmaya çalışmak, iyi konuşan bir insan oluşu do layısıyla bundan kendisine iftihar payı çıkarmak, oburluk, şehvetlerinin emrinde hareket etmek, zenginlere hürmet göster mek, fakirlerle istihza etmek, böbürlenmek, nefsine güvenmek, ak ranlarına üstünlük taslamak, servetle mağrur olmak, hakkı bildiği halde kabul etmemek, mâlâyanî şeylere dalmak, boş ve çok konuşmayı sevmek, şaşkın olmak, halkın görmesi için görülebile cek yerlerini süslemek, dininden tâviz vermek, kibir ve gurura sapmak, nefsindeki ayıpları bırakıp, başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak, üzüntü duyma hissini kalbinden söküp atmak, hiç bir şeyden korkmamak, nefsine dokunana hücum etmek, hakkın yardımına koşmamak, düşman olduğu halde düşmanlığını gizle yerek insana dostluk göstermek, Allah'ın vermiş olduğunu geri almak hususunda Allah'ın azabından emin olmak, ibadetlerine güvenmek, hilekârlık ve hainlik yapmak, kandırmak, tûl-i emel, kalp katılığı, dünya varlığı ile sevinmek, dünya varlığını kaybettiği için üzülmek, mahlûkata gönül vermek, merhametsiz olmak, ha fiflik yapmak, aceleci olmak, az hayâ ve az merhamet hissine sâ hip olmak...

Saydığımız bu sıfatlar ve kalbin bunlara benzer diğer halleri, fuhşiyâtın ekileceği ve mahzurlu diğer hareketlerin serpileceği tarlalardır. Bunların zıddı olan güzel ahlâklar ise, ibadetlerin ve Allah'a yaklaştırıcı diğer fiilleri yapmanın vesilesi ve ana kaynağıdır.

Bu bakımdan bu hususların sınırlarını, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek, Ahiret ilmi'ni bilmek demektir. Ahiret ulemasının fetvasına göre, bunları bilmek farz-ı ayn'dır.

Bunların bilinmesinden yüz çevirenler, zahirî ameller den yüz çevirenler nasıl dünya padişahlarının kılıcıyla kahrolu yorsa padişahlar padişahının kahrıyla ahirette helâk olup gide ceklerdir.

Demek ki fakihler farz-ı ayn konusunda dünyada fayda verip vermediği noktasından hüküm verirler. Yukarıda geçen bazı fay dalı ve güzel sıfatlar ise, ahiretin salâhına bağlıdırlar.

Şayet bir fakihten bu hususlardan biri hakkında, örneğin ihlas veya tevekkül yahut da riya'dan sorulsa, ihmal edilmesinin ahiret için felaket doğuracağını bildiği halde, bütün bunlar hakkında farz-ı ayn hükmünü veremez. Kalp huzuru içinde bütün bu sıfatları elde etmenin farz-ı ayn olduğunu söyleyemez.

Bunun yanında fakihlere ilâ, zıhar, yarışma ve atıcılık konu larında soru sorulacak olsa, ciltler dolusu ve zamanları zâyi edici geniş malûmatları önüne seriverir. Oysa fakih aslında bu ince ayrıntıların hiçbirine muhtaç değildir. Şayet bu ince ve geniş tefer ruata ihtiyaç duyulursa, İslâm diyarında bu sahadaki güçlükleri halledecek âlimler mutlaka bulunur.

Fakihlerin kendilerini bu meselelerde bu kadar zorlamalarına da gerek kalmamış olur. Ama bütün bunlara rağmen fakihler gece gündüz kendilerini bu meseleler üzerinde zorlamakta, en ince noktalarına kadar okuya rak hıfzetmekte, din konusunda kendileri için çok daha önemli olan meseleleri ise unutmaktadırlar.

Bir fakihe bu meselelere neden bu kadar ihtimam gösterdiği sorulacak olsa, 'Bunlar din ilmidir ve bilinmesi farz-ı kifaye dir. Bu nedenle bunları öğrenmek için didindim, ihtimam gösterdim ve zamanımın çoğunu buna hasrettim' diye cevap verir.

Fakih bu sözüyle hem kendisim ve hem de başkalarını bunları ince mesele kabul etmek suretiyle aldatmaktadır. Zeki bir insan hemen anlar ki, şayet fakihin gayesi farz-ı kifaye hakkında İslâm'ın emrini hakkıyla edâ etmek olsaydı, farz-ı kifâye'den önce farz-ı ayn olan ilimlere ihtimam gösterir, bu tür bir farz-ı kifâye yerine, gereğini çok az insanın yaptığı daha nice farz-ı kifâyeler üzerinde, daha büyük bir titizlikle dururdu. Örneğin nice İslâm beldeleri var ki; o beldelerde sadece gayr-i müslim doktorlar görev yapmaktadırlar. Oysa gayr-i müslim doktorların tıb ile alâkalı dâ valarda, hukuken şahidlik yapma hakları bile yoktur. Böyle olduğu halde, nedense hiçbir fakihin farz-ı kifâye olan ve gayr-i müslimle rin elinde bulunan tıb ilmine ilgi duyduğunu görmüyoruz. Hepsi de fıkıh ilminde, özellikle bu ilmin hilâfiyat ve cedel kısımları üze rinde yoğunlaşmaktadırlar. Halbuki İslâm beldelerinde fetva ve ren, olaylara göre gerekli cevapları verebilecek kabiliyette nice fa kihler bulunmaktadır.

Keşke fakihlerin/din âlimlerinin toplum tarafından icra edilen farz-ı kifâyeler ile meşgul olup, hiç kimsenin alâka duymadığı farz-ı kifâyeleri niçin ihmal ettikleri bir anlaşılabilse!
Acaba bunun sebebi, tıb ilmiyle vakıflar tevellisine, vasiyetler memurluğuna, yetim malının bakıcılığına ulaşamaması, kadılık ve memuriyetin diğer kademelerini elde edememesi olabilir mi?

Tıb ilmiyle meşgul olan bir kimse ne zaman akranlarından daha üstün olabilmiş ve sevmediklerini ezme kuvvetini elde etmek imkânı bulabilmiştir?

Ne yazık ki kötü âlimlerin kötü davranışları yüzünden din ilmi ortadan kalktı. Bu konuda müslümanların yardımcısı ancak Allah Teâlâ kalmıştır. Sadece O'na sığmıyor, O'ndan bizi, kendi sini gazaba getiren ve şeytanın gülmesine vesile olan gururdan muhafaza etmesini diliyoruz!

Zâhir ulemasının müttaki olanları, kalp erbabının ve bâtın ulemasının faziletini daima tasdik ederlerdi. Örneğin İmam Şâfiî, Şeybân-ı Râî'nin huzurunda mektep sıralarında oturan çocuklar gibi oturur, ona sorular yöneltirdi.81 Şeybân da bu sorulara gerekli cevapları verirdi.

İmam Şâfiî'nin bu durumunu hazmedemeyen birtakım âlimler kendisine şu ihtarda bulundular: 'Senin gibi bir âlim nasıl olur da Şeybân-ı Râi isimli bir çobana sualler sorar ve aldığı cevapları muteber kabul ederek yararlanır?' İmam Şâfiî bu itirazcılara şöyle cevap vermişti: 'Bizim ihmal ederek gafil bulunduğumuz ilimlere bu zat bütünüyle muttali olmuştur'.

Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Main,82 Mâruf-u Kerhî'nin soh betine sık sık katılırlardı. Halbuki Mâruf, zâhir ilminde bu iki zâtın mertebesine asla çıkamamıştı. Bu iki zat buna rağmen Mâruf-u Kerhî'ye sorular sorarak ilminden istifade etmeye çalışırlardı. Nasıl böyle olmasın? Hz. Peygambere 'ey Allah'ın Rasûlü! Bir olayla karşılaşır ve onu Allah'ın Kitabı ile senin sün netinde bulamazsak nasıl hareket edelim?' diye sorduklarında, o şöyle buyurmuştu.
Sâlihler'e sorun, o hususu sâlihlere danışın!83

Nitekim bu hikmete binaen şöyle denilmiştir: 'Zâhir âlimleri yeryüzünün ve saltanatın süsleridir. Bâtın âlimleri ise göklerin ve melekût âleminin süsleridir'.

Cüneyd-i Bağdâdî84 şöyle anlatır: Şeyhim Sırrî es-Sakatî85 bırgün bana şöyle dedi: Benim meclisimden çıktığında kimin mec lisine gideceksin?' 'Ben de şöyle cevap verdim: 'Hâris el-Muhâsibî'nin86 meclisine gideceğim'. 'Çok güzel, onun meclisine git. Onun ilminden ve edebinden istifade et. Fakat onun kelâm hakkındaki fikirlerini ve kelâmcılara yaptığı hücumları sen ken dine mâl etme'. Bu sözü söyledikten sonra, ben çıkmak için dav randım. Arkamdan şunları söyledi: 'Allah Teâlâ seni önce hadîs ilmiyle nûrlandırsın sonra sûfi yapsın. Önce sûfi sonra muhaddis yapmasın!' Sözü edilen zat, bu sözüyle; hadîs ilmini tahsil ettikten sonra tasavvufa dalan kimselerin felâh bulduğuna, hadis ilmini öğrenmeden tasavvufa dalan kimselerin ise kendilerini tehlikeye attıklarına işâret etmiştir.

İlimler bölümünde Kelâm ve Felsefe İlmi ni zikredip, bu iki ilmin iyi veya kötü taraflarından niçin söz etmediğimi soracak olursanız, şöyle cevap veririm: Kelâm ilminin ortaya koyduğu de lillerden istifade edilir. Ancak bu delillerin bütünü Kur'an ve had îslerde bulunmaktadır. Kur'an ile hadîslerin dışına çıkmış deliller ise, ya bu iki kaynakta varolduğu farzedimiş cedel'dir ki bu bid'at sayılır (Bu hususa daha ilerideki bölümlerde temas edeceğiz) veya fırkaların birbirlerini tenkid ederken çıkardıkları gürültüdür ya hut fırkaların çoğunun hezeyandan ibaret olan ve insan mizacının nefret ettiği, kulakların duymak istemediği birtakım sözlerini uzun uzadıya bahis konusu etmesidir. Bu sözlerden bazıları din ile hiçbir ilgisi olmayan konulara dalmaktan ibarettir. Selef-i Sâlihîn zamanında bunların hiçbiri selefin yaptığı bir iş değildi. Bunlara dalmak tamamen bid'at sayılmaktaydı. Fakat zamanımızda bu kanaat değişmiştir. Zira Kur'an ve Sünnet'e yönelme isteğinden insanları çeviren bid'atlar ortalığı doldurdu. Bu türden eserler yazıp ortalığı dolduran fırkalar türedi. Bunlar İslâm ülkelerini doldurdu!...

Selef-i Sâlihîn zamanında konuşulması yasak olan bu lâflardan bahsetmek, günümüz âlimlerinin ruhsatıyla bir moda halini aldı. Kelâm İlmi'nin, bid'atçıların bid'at propogandalarmı durdurmak için ihtiyaç duyulan kısımları farz-ı kifâyelerden oldu. Tabiî bu da gelecek bölümde zikredeceğimiz gibi belirli bir sınıra kadardır.

Felsefe'ye gelince: Felsefe başlı başına bir ilim değildir. Çünkü Felsefe de dört bölümden meydana gelen bir ekoldür.

1. Hendese ve Hesâb İlmi
Bu iki ilim daha önce de bildirdiğimiz gibi mübahdır. Ancak bu ilimler vasıtasıyla haddi tecavüz ederek harama girmesi muhte mel olan kimselerin bu ilimlerle uğraşmaları yasaktır; zira bu iki ilmi tahsil edenlerin çoğu hududu aşmış ve bid'atlara sapmışlardır. Zayıf kimselerin bu ilimlerle uğraşmaktan mene dilmeleri, bu iki ilimin bizatihi haranı olmalarından değil, o kim selerin zayıf olmalarındandır. Bu tıpkı yüzme bilmeyen bir çocuğun dere kenarına bırakılmaması veya yeni müslüman olan bir kimsenin İslâm dininden dönmemesi için kâfirlerle teşrik-i mesâi etmesinin yasaklanması gibidir. Aslında imanı kuvvetli olan kimsenin, kendiliğinden eski arkadaş ve dindaşlarıyla alâ kasını kesip, onlarla birlikte olmayı kendisine yasak edeceği açıktır.

2. Mantık İlmi
Mantık İlmi delilin şartlarından ve mahiyetinden bahseder. Delilin şartlarını ve târifini bildirir. Bn iki konuda da Kelâm İlmine dahildir.

3. ilâhiyat İlmi
İlâhiyat İlmi Allah'ın zâtından ve sıfatlarından bahsetmekte dir. Bu ilim de Mantık İlmi gibi Kelâm'a dahildir.

Felsefeciler bu ilimlerden ayrı bir bölüm meydana getirememişlerdir. Ancak bir kısmı küfür, bir kısmı da bid'at olan birtakım mezheplerin doğmasına sebep olmuşlardır.
Felsefecilerin durumu tıpkı i'tizal ekolünün başlıbaşına bir ilim olmadığı halde, kelâmcı, müdekkik ve mütefekkirlerden bir grup mutezilî âlimin birtakım bâtıl inançlar ortaya atıp, bu fikir lerle insanların düşüncelerini bulandırmalarına benzer.

4. Tabiat (Fizik) İlmi
Bu ilim, bir kısmıyla şeriat ilmine ve hak dine ters düşmektedir. Bunun esası cehalete dayanmaktadır. Bu nedenle ilim değildir ki ilim sınıfına dahil olabilsin.
Tabiat îlmi'nin bir bölümü de varlıkların sıfatlarından, husu siyetlerinden, nasıl değişim geçirdiklerinden ve nasıl başka şeylere dönüşeceğinden bahseder.

Bunlardan bahseden bölüm, doktorların düşüncelerine benzemektedir. Ancak doktor, kendisini tamamen insan bedenini incelemeye vakfettiğinden, sadece insan vücuduna bakıp, onun hasta veya sıhhatli olup olmadığını teşhis eder. Tabiatçılar ise, bütün cisimlere bozulmaları veya başka türlü ha reket etmeleri açısından bakarlar. Tıb ilmi bu noktada tabiat ilmi nin üstündedir. Çünkü insan sağlığı için tıb ilmi bir ihtiyaçtır.

Felsefecilerin Tabiat İlmi diye îcad ettikleri ilme insanın hiçbir ihtiyacı yoktur. Zira günümüzde halkın zihnini bid'atçılamı saç malıklarından korumak için farz-ı kifaye olan ilimlerden birisi de Kelâm İlmidir. Kelâm İlmi 'nin farz-ı kifaye ilimlerden sayılması, tıpkı yol kesicilerin ortaya çıkması nedeniyle hac yolunda koruyu cuların bulunmasının şart olmasına benzer. Şayet hacca gidenle rin yolunu kesenler ortaya çıkmasaydı, bu koruyuculara da ihtiyaç kalmaz; hac yolunu para mukabilinde emniyete alan koruyucu ların istihdam edilmesi gereği böylelikle ortadan kalkmış olurdu. Tıpkı bunun gibi bid'atçiler de hezeyanlarını terketselerdi, sahabe-i kirâm zamanında kullanılan deliller yeterli olacaktı. Böyle olunca da kelamcıların kullandığı delillere ihtiyaç kalmayacaktı.

Bu bakımdan kelâmcılar, kendilerinin dindeki yerlerinin ne olduğunu iyi bilmelidirler. Bilmelidirler ki, kendilerinin dindeki yerleri, hac yolunun koruyucularının sahip oldukları mevki gibi dir.

Bir koruyucu kendisini her ibadetten âzad ederek, yalnız koru yucu sıfatıyla hacca gittiğinde, nasıl hacılardan sayılmaz ise; bir kelâmcı da ahiret amellerini bırakıp, kendisini sadece münazara ve müdafaacı olarak görürse, kalbini yoklayıp kendisini ıslah et mediği takdirde din âlimlerinden sayılmaz.

Kelâmcının ele aldığı meseleler herkesin ortak olduğu dinin inanç bölümüdür. Bu, kalp ile dilin zahirî amellerinden bir bö lümdür. Kelâmcınm halk tabakasından ayrılması, koruyuculuk yapmasından kaynaklanmaktadır. Allah'ın sıfatlarının ve fiilleri nin bilinmesi ve Mükâşefe İlminde işaret ettiğimiz ahiret yolunun ilmi, hiçbir surette Kelâm ilmiyle uğraşmak suretiyle bilinmez. Hatta denebilir ki Kelâm İlmi bunları öğrenmenin önüne bir perde çeker ve onları bilmekten insanı alıkoyar.

Bu makamlara varmak için hidayetin başlangıcı olan ve ne fisle yapılması lâzım gelen mücahede lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an'da bu hakikatı şöyle ifade buyurmaktadır:
Biz, bizim yolumuzda cehd edenlere elbette yollarımızı gös teririz. Muhakkak ki Allah iyilik yapanlarla beraberdir!
(Ankebût/69)
'Kelâmcının derecesini sadece halkın inancını bid'atçıların ta sallutundan kurtarma derekesine düşürüp; sadece hacıların eşyalarını ve canını eşkıyaların elinden kurtarmak vazifesiyle is tihdam edilen hac koruyucusu gibi mütalâa ederek, kelâmcıyı da halkın inancını korumakla mükellef bir koruyucu kabul ettiniz. Bununla beraber fakihin derecesini de sultanın, zâlimlerin şerrinden halkı korumada kullanacağı kanunları hıfzetmek ola rak beyan ettiniz. Bu iki mertebe ise din ilmine nisbetle düşük mer tebelerdir. Halbuki ümmet-i Muhammed'in fazilet ve şöhret sahibi kimseleri fakihler ile kelâmcılardır.

Fakihler ve kelâmcılar Allah nezdinde en faziletli kimseler olduklarına göre, nasıl oluyor da on ları din ilmine nisbetle çok düşük olan şu mertebeye düşürüyorsunuz?' diyecek olursanız, size şöyle cevap veririz: Hakkı şahıslarla bilenler sadece dalâlet bataklığının içine yuvarlanmış şaşkın kimselerdir. Eğer hak yolun yolcusu iseniz önce hakkı bilmeniz gerekir ki, o hakkı temsil edenleri de bilesiniz. Zaten böyle yapmak sizin vazifenizdir. Eğer taklidî bir yoldan in sanların arasında yalan yanlış şöhret bulmuş derecelere bağlı kalırsanız, unutmayınız ki ashab-ı kirâm ve onların yüksek mer tebesi hiç de sizin zannettiğiniz gibi fıkıh veya kelâma bağlı değildi.

Ümmetin en faziletli ve meşhur şahısları olarak takdim et meye çalıştığınız kişiler, sahabîlerin bütün ümmetten daha fazi letli ve üstün derecelere sahip olduklarını ikrar ediyorlar ve hiç kimsenin dinde ashab-ı kiramın vardığı zirveye varamayacağına inanıyorlardı.

Ümmet içerisinde hiç kimse, ashab-ı kirâmın bu yolda hava landırdıkları toz ve dumanı yarıp geçerek onların varmış oldukları yüce makamlara erişemez. Bütün bu hakîkatlarla birlikte ashabın ileride olmaları ne Kelâm ilmi'ne ve ne de Fıkıh ilmi'ne bağlı olmuştur. Onların yüceliği sadece Ahiret îlmi'ne ve ahiret ilminin yolculuğuna bağlıdır.

Ebubekir Sıddîk (r.a) bütün insanlardan üstün olmasını, çok oruç tutmak, çok namaz kılmak, çok hadîs rivayet etmek, fetva il mini çok bilmek ve Kelâm İlmi'ne dalmakla kazanmış değildir. O zâtın bu büyük mertebeyi elde etmesine sebep, kalbinde yerleşen sarsılmaz imanıdır. Bunu böyle kabul etmeye mecburuz. Nitekim rasûllerin serdârı ve iki cihanın serveri ve bütün kâinatın önderi Hz. Muhammed Mustafa da (s.a) Hz. Ebubekir'in üstünlüğüne bu noktada şehadet etmiştir.87
O halde Hz. Ebubekir'i bu yüce makama eriştiren sırrı iyice araştır; zira onu bu yüce mertebelere çıkaran sır, paha biçilmez bir mücevher ve değeri bulunmaz bir incidir.
İnsanların çoğunun ittifakıyla açıklanması uzun sürecek olan birtakım sebep ve vesilelere dayanarak büyük sayılanların bü yüklüğünü bir kenara bırakınız; zira Allah'ın Rasûlü (s.a) rabbine kavuştuğu zaman, binlerce sahabî vardı ve hepsi de Allah'ı bilen âlim kişilerdi. Allah Rasûlu nün diliyle övülmüşlerdi. Halbuki iç lerinde kelâmcıların mesleğini bilen hiç kimse yoktu. On küsûru müstesna fetva vermeye kimse heveslenip ileri atılmamıştı. Fetva verenlerden biri olan İbn Ömer'den88 bir fetva sorulduğu zaman, o fetvayı soran kimseye 'Halkın idaresini omuzlarına almış emîrin yanına git.

Bu fetvanın mes'uliyetini onun omuzlarına yükle' derdi. İbn Ömer bu sözüyle, meseleler ve ahkâmlar hakkında fetva vermenin velayet ve saltanat vazifesi olduğuna işaret etmiş olu yordu.
Hz. Ömer vefat ettiği zaman İbn Mes'ud şöyle buyurdu: İlmin onda dokuzu öldü'.89 Bunun üzerine İbn Mes'ud'a şöyle soruldu: 'Sahabe-i kirâmın büyükleri hayatta iken, sen bu sözü nasıl söyler sin?' O şöyle cevap verdi: 'Ben fetva ve ahkâm ilmini kastetmedim. Benim gayem Allah'ı bildiren ilimdir'.
İbn Mes'ud'un 'Onda dokuzu gitti' dediği ilme niçin talip ol muyorsunuz? Neden bu ilmin öğrenilmesine taraftar değilsiniz? Kelâm ve Cedel ilminin kapılarını kapatan bizzat Hz. Ömer'di. Sabiğ90 Hz. Ömer'e Kur'an-ı Kerîm'in iki ayetinin arasında tenâ kuz olduğuna dair bir sual sorunca, Hz. Ömer meşhur kamçısıyla Sabiğ'i döverek huzurundan uzaklaştırdı. Bütün ashab-ı kirâma da Sabiğ'den uzak durmalarını tembihliyerek, onunla konuşmamalarını istedi.
'Âlimlerin meşhurları fakihler ve kelâmcılardır' şeklindeki ifadenize gelince, biliniz ki, Allah nezdinde insana fazilet ka zandıran şey sizin bildiğinizden başka birşeydir.

Nitekim Ebubekir Sıddîk'm şöhreti, halife oluşu sebebiyle ise de, fazileti kalbinde yerleşmiş olan sırdan ileri geliyordu. Hz. Ömer'in şöhreti siyasetle; fakat fazileti, kendisiyle birlikte giden ilmin onda dokuzu sayesin deydi. Velayetinde, adaletinde ve halka karşı gayet müşfik dav ranmasında Allah'a yakınlık niyeti olduğu için bütün bu faziletleri elde etmiştir. Bu ise Hz. Ömer'in sırrında gizlenmiş bir husustur. Hz. Ömer'in diğer zahirî fiillerine gelince; o fiiller, dünya mertebe sine, nâm ve şöhrete tâlib olan herhangi bir kimsede de görülebilir. Şöhret insanı helâk eden âfetlerden birisidir. Fazilet ise, hiç kim senin kavrayamadığı sır mahiyetinde olan işlerdendir. Fakihler ve kelâmcılar, tıpkı halifeler ve kadılar gibidir. Bunlar da kısımlara ayrılmışlardır.
1. Onlardan bir kısmı ilmiyle ve fetvalarıyla Allah'ın rızasını elde etmeye, Hz. Peygamberin sünnetini muhafazaya çalışır. Hiçbir zaman ilmiyle gösterişe ve riyaya kaçmaz. Bu niyette olan âlimler, Allah'ın rızasını elde etmeye ehildirler. Onların Allah nezdindeki faziletleri, ilimleriyle amel etmelerinden, Allah'ın ce mâl-i ilâhîsini ilimleriyle ve düşünceleriyle istemelerinden ileri gelir. Çünkü her ilim elde edilen bir ameldir. Her amel ise ilim değildir.

Doktor, ilmiyle mânen Allah'a yaklaşmaya ehil ve muktedir dir. Ancak bu takdirde ilimden sevap alır. Çünkü onun vasıtasıyla Allah'ın emrini yapmış ve bu emri yapmakla da yücelmiştir.
Sultan, halk arasına Allah rızasını tahsil etmek için girer. Allah kendisinden razı olur ve büyük sevap kazanır. Onun bu se vabı kazanmasının sebebi, dinî bir vazifeyi yerine getirmiş olması değildir; sadece yapmış olduğu hareketle Allah rızasını kastetmesi kendisine bu sevabı kazandırmıştır.

Allah'a yaklaştırıcı şeyler üç kısma ayrılır:
A. Mücerred ilim. Bu Mükâşefe İlmi dir.
B. Mücerred amel. Sultanın âdil davranması ve insanları ilâhî nizamla idare etmesi gibi.
C. İlim ve amelden mürekkeb olan hareket. Buna Ahiret
Yolunun İlmi denmektedir. Bu halin sahibi hem âlim ve hem de
âmildir.

Kendinize şöyle bir bakın! Acaba kıyamet gününde ilâhî âlim ler hizbinden veya Allah'a amel edenler hizbinden veya her ikisi nin de dahil olduğu hizibden misiniz? Şayet her ikisinin de dahil olduğu hizibden iseniz, her iki grubun meziyetlerinden de pay almış olursunuz. Bu ise mücerred ilmin kör mukallidi olmaktan daha iyidir sizin için. Nitekim şöyle denilmiştir: 'Gördüğünü al, işittiklerini bırak! Güneşin yüzünde seni zuhal yıldızına muhtaç ettirmiyen bir berraklık vardır'.

Bütün bunlara ilâve olarak, ileride geçmiş fakihlerin güzel hal lerinden bahsettiğimiz zaman görülecektir ki, onlara uyduğunu söyleyenler onlara zulmetmişlerdir. Kıyamet günü en büyük hasımları onlar olacaktır. Zira Selefin fakihleri, ilimleriyle ancak Allah'ın cemâline kavuşmayı kastetmişlerdi.

Âhiret âlimlerinden olduklarını halleri ispatlamıştır. Bu gerçek, Âlimlerin Alâmetleri bahsinde açıklığa kavuşturulacaktır. Çünkü Selef yalnız Fıkıh ilmiyle meşgul olup ondan gayri herşeyi terketmiş değildi. Aynı zamanda Kalp İlmiyle meşgul olup kalplerini de murakabe eder lerdi. Fakat kalp ilmi hakkında kitap yazmak ve onu okutmaktan Selefi meneden sebep, ashab-ı kiramı Fıkıh konusunda kitap yaz mak ve okutmaktan meneden sebebin tâ kendisidir.

Sahabe-i kirâmın her biri, fetva ilminde müstakil birer fakih durumunda idiler. Onları bu konuda yazmaktan ve okutmaktan meneden âmiller kesinlikle bilinmektedir. O âmilleri bir kere daha burada zikretmeye lüzum yoktur. Fakat biz, İslâm fakihlerinin du rumundan bir nebzecik olsun bahsedelim; edelim ki, bizim sözü müzün onlara değil, kendini Fıkıh ilmi'ne bağlı olarak gösteren ve fakat ahlâk bakımından Fıkıh ilmi'nin ve o ilmin büyüklerinin yo lundan ayrılanlara ait olduğu anlaşılsın! Aksi takdirde bizim bü yük fakihlere dil uzattığımız vehmi uyanabilir zihinlerde...

Fıkıh İlmi'nin kutubları ve bu ilimle halka doğru yolu gösteren mezhep sahipleri şu beş büyük zâttır:
1. İmam Şafiî
2. İmanı Mâlik
3. Ahmed b. Hanbel
4. İmam A'zam Ebu Hanife (Nûman b. Sâbit)
5. İmam Süfyan es-Sevrî

Allah, bu âlimlerin cümlesinden razı olsun! Bunların her biri âbid, zâhid, ahiret ilimlerini bilen, dünyada halkın maslahatı ile ilgili mevzularda hâkim ve fıkıhta gösterdikleri çalışmalar ile Allah'ın cemâlini görmeyi kasteden kimselerdi.
Yukarıda zikrettiğim hasletler, onların sadece beş hasletini ifade etmektedir. Onların çok daha fazla müsbet hasletleri vardır. Günümüzün fakihlerine gelince; onlar bu beş hasletin ancak birinde onlara tâbi olmuşlardır. Bu haslet de kolları sıvayıp çok mü balâğalı bir şekilde fıkıh ilminin meşgul olduğu sahaya girip, te ferruata ait meselelere dikkatli bir şekilde eğilmeleridir. Halbuki ahirette işe yarayan hasletle, geride kalan dört haslettir. Günümüzün fakihleri tarafından titizlikle yapılan bu haslet ise, hem dünyaya ve hem de ahirete yarayabilir. Şayet bu hasletten sa dece ahiret kastedilmişse, dünya için olan yararı zayıflar. Bizim zamanımızdaki fakihler kollarını sıvayıp yalnızca bu haslete sarılmışlar ve o hasletle mübarek imamların yolunda olduklarını iddia etmişlerdir. Ne var ki meleklerle demirciler arasında bir kıyaslama yapmak mümkün değildir.

Biz şimdilik o mübarek imamların günümüzün fakihleri ta rafından terkedilen hasletlerine delâlet eden durum ve hallerini zikredeceğiz. Fıkıh ilmindeki bilgilerine ise, delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü bu bilgide zirveye çıktıkları zaten herkesin malûmudur.




64) İbn Mâce, (Enes b. Mâlik'ten)
65) İbn Adiy ve Beyhakî, (Enes'ten); Taberânî, (İbn Abbas ve İbn Mes'ud'dan)
66) Buharî, Müslim, Tirmizî, (İbn Ömer'den)
67) İmam Gazâlî Şafiî mezhebinden olması nedeniyle hac ibadetini tehiri mümkün bir farz olarak ifade etmiş ve rükûnlarının bilinmesinde aceleye lüzûm olmadığını söylemiştir. Nitekim Hanefî mezhebinden İmam
68) Beyhakî, Şuah'il-İman; Bezzar ve Taberânî, (Enes'ten)
69) Buharî, Müslim, (Hz. Ebu Bekir'den)
70) İbn Merduveyh (Abdullah b. Ömer'den); İbn Hibban, Dârekutnî, Hâkim ve Beyhakî, (İbn Mes'ud'dan); Buharî, (Berâ b. Âzib'den)
71) İbn Mâce (Amr b. Şuayb'dan)
72) Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)
73) Buharî, Müslim, (Ebu Hüreyre ve Amr b. Ömer'den)
74) Ebu Yusufun künyesi Yakub b. İbrahim'dir. Ebu Hanife'nin talebesidir. el-Hâdî ile Harun Reşid zamanında Bağdad kadılığı yapmıştır. Hicretin 114. yılında doğmuş, 183. yılında Bağdad'da vefat etmiştir.
75) Tirmizî, Nesâî ve İbn Hibban, (Hasan b. Ali'den)
76) Beyhakî, Şuab'il-İman, (İbn Mes'ud'dan )
77) Tirmizî, İbn Mâce ve Hâkim
78) Bu zat Mâbed el-Ezdî'nin oğludur. Sahabe'nin önde gelenlerindendir. hicterin yılında doĞmuş, Rikka'da vefat etmiştir,
79) Ahmed b. Hanbel, Müsned
80) Ebu Âbdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Erbain, (Ebu Hüreyre'den); bkz. Tergib ve Terhib, Bab'ul-ilim
81) Şeyban-ı Râî, salâh ve takvâ ile şöhret bulan âriflerden biridir.
82) Yahya h. Main hicretin 158. yılında doğmuş ve 233. yılında Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir.
83) Taberânî, (İbn Abbas'dan)
84) Cüneyd-i Bağdadî'nin künyesi Muhammed b. Cüneyd Nihavendî'dir. Mutasavvıfla-rın ileri gelenlerindendir. Hicretin 298. yılında vefat etmiştir.
85) Künyesi İbn Muğalles b. Hasan'dır. Cüneyd-i Bağdâdî'nin dayısı ve şeyhidir. Mâruf-u Kerhî'nin talebesidir. Hicretin 257. yılında vefat etmiştir.
86) Künyesi Ebu Abdullah el-Hâris b. Esed'dir. Nefsini çokça hesaba çektiğinden dolayı kendisine el-Muhasibi lâkabını takmışlardır. Hicretin
243. yılında vefat etmiştir.
87) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir
88) İbn Ömer sahabe-i kirâm'ın asrında fetva veren büyüklerden birisiydi.
Hz. Ömer'in oğludur. Hicretin 74. yılında vefat etmiştir.
89) Ebu Heyseme, Kitab'ul-ilim, (İbrahim b. Abdullah'tan).
90) Sabiğ'in babası ısıl'dır. Temim kabilesindendir. İbn Hasin'e göre Sabiğ b. Şerik diye adlandırılmıştır. Cemel hâdisesinde hazır bulunmuştur. Sık sık Kur'an'ın müteşabih ayetlerinden halka bahsetmekle, halka bunların mâ
nâsını sormakla ve bu suretle halkı şüpheye düşürmekle şöhret bulmuştu. Hz. Ömer, Basra valisine bir emirnâme yazıp, Sabiğ'in bu şehre sokulmamasını istemişti.