Aklın Şerefi, Hakikati ve Kısımları

Aklın Şerefi
Aklın şerefini açığa çıkarmak, isbatı zor olmayan konular dandır. Daha önceden ilmin şerefinin bilindiği bir durumda, aklın şerefini bilmek için herhangi bir zorlamaya hiç de ihtiyaç yoktur. Çünkü ilmin kaynağı akıldır. Çünkü ilim, akıldan doğar. Akıl, il min esası ve temelidir. İlim ile akıl arasındaki ilgi meyve ile ağaç arasındaki ilgiye benzer. Güneş ile ışık, göz ile görmek arasındaki nisbet gibidir.
Dünya ve ahiret saadetinin vesilesi olan akıl, nasıl olur da şerefli olmaz veya böyle bir akıldan nasıl şüphe edilebilir? Hayvanların temyiz kabiliyeti kısa ve kusurlu olduğu halde, onlar da akla ihtimam gösterirler, akla kıymet verirler. Cüsseli, azgın ve kuvvetli bir hayvan bile, bir insanı gördüğü zaman ona hürmet eder ve insanın kendisine galip geleceğini hissettiği için insandan korkar. Küçük bir insanın koskoca hayvanlara galip gelmesi, hileli yolları idrâk etmesinden ileri gelmiyor da neden ileri geliyor?

Bu sırrı anlatmak için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kavmi içinde gün görmüş, tecrübe sahibi bir kimse, ümmeti içindeki bir peygamber gibidir.263

Bu kıymet, insana servetinin çokluğundan veya cüssesinin bü yüklüğünden yahut kuvvetinin fazlalığından ötürü verilmiş değildir. Aklının meyvesi olan tecrübesinin fazlalığından ve rilmiştir. İşte bu sebepten ötürü Türk, Kürt, Arap ve diğer kavimlerin cahillerini görürsün ki, derecesi, hayvamnkine yakın olduğu kaide, tabiî olarak ilim ve tecrübe bakımından büyük olanlara hürmet ederler. Bir de görürsün ki, bir çok muannid, Allah'ın Rasûlü'nü öldürmek ister. Fakat gözleri Rasûlullah'ı görür gör mez derhal Rasûlullah'ı tâzim eder vaziyete geçer ve Rasûlullah'ın mübarek alnındaki nübüvvet nûru onlara parıl parıl parlayarak görünür. Her ne kadar akılın gizli olması gibi, bu nübüvvet nûrû da gizli ise de...

Sâbit oldu ki; aklın şerefi, bilinmesi zaruri olan şeylerdendir. Gayemiz; aklın şerefi hakkında varid olan hadîs ve ayetleri zikretmek olduğu için bu kadarla yetinip esasa geçelim:
Allah Teâlâ (c.c) Kur'an-ı Hakîm'de Akla nur adını vererek şöyle buyurmuştur:
Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Mü'minin kalbinde nûru nun sıfatı; sanki bir hücre ki içinde bir lâmba var. Lâmba da cam bir mahfaza içindedir. O cam mahfaza sanki (parlayan) inci gibi bir yıldız...(Nûr/35)

Allah Teâlâ tarafından yine kendisinden istifade edilen Akl'a ruh, vahy ve hayat isimleri verilmiştir:
(Ey Rasûlüm!) İşte sana böyle emrimizden bir ruh (akıl) vahyettik.(Şûrâ/52)

Hiç, (evvelce) küfürle ölü olup (sonra) kendisini hidayetle di rilttiğimiz ve ona, insanlar arasında yürüdüğü bir nûr (iman) verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde (küfürde) kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu?(En'am/122)

Kur'an'ın neresinde nûr ve zulmet kelimeleri zikrediliyorsa, orada nurdan ilim ve zulmetten cehalet kastedilir.
Allah iman edenlerin yardırncısıdır. Onları karanlıklardan aydınlığa (nûra) çıkarır.(Bakara/257)

Yani onları cehaletten kurtarıp ilme, akla kavuşturur.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ey insanlar! Rabbinizi biliniz ve anlayınız. Birbirinize aklın kemâlini tavsiye ediniz. Çünkü size emredilenler gibi size yasak edilenleri de akılla bilirsiniz. Biliniz ki rabbinizin nez dinde sizi kurtaracak aklmızdır. Biliniz ki akıllı insan; Allah'a itâat eden insandır. Bu kişinin görünüşü çirkin, zâ hirî kıymeti düşük, dünya mertebesi düşük ve üstü başı perişan olsa bile... Ve yine biliniz ki cahil; Allah'a isyan eden kişidir. Velev ki görünüşü güzel, kıymeti halkça büyük, dünya mertebesi yüksek, giyinişi güzel, konuşkan ve beliğ olsa bile... Allah nezdinde maymunlar ve domuzlar, Allah'a isyan edenden daha akıllıdırlar. Dünya ehlinin sizi büyüt mesine itibar etmeyin ve böyle şeylerden kaçının. Çünkü esas zararda olan ehl-i dünya'dır.264

Hz. Peygamber başka bir hadîsinde şöyle buyuruyor:
Allah'ın yarattığı şeylerin ilki akıldır. Aklı yarattıktan sonra 'Yüzünü çevir (gel)' dedi, akıl da yüzünü çevirdi. 'Arkanı dön (git)' dedi, o da arkasını çevirdi. (Akıl, Allah'ın dediğini olduğu gibi kabul etti). Bu teklifleri kabul ettikten sonra Allah Teâlâ ona şöyle hitab etti: İzzet ve celâlim hakkı için senden daha kıymetli bir mahlûk yaratmadım. Seninle halkı muahaze eder, seninle verir, seninle sevab kazandırır ve seninle cezalandırırım'.265

'Akıl (renkler gibi) âraz ise, o ârazi belirten cisimler ya ratılmazdan evvel nasıl yaratılmıştır? Eğer cevher ise, zâti ile kaim olan cevher nasıl olur da bir mekânı işgal etmez?' diye soracak olursan, şöyle cevap veririz: Bu husus mükâşefe ilmi'ne dahil me selelerdendir. Onu muamele ilmi bahsinde zikretmek uygun düşmez. Bizim şu anda gayemiz muamele ilimlerini zikretmektir.

Hz. Enes'ten şöyle rivayet edilir; Bir topluluk, Rasûlullah'ın yanında mübalâğa edecek derecede bir kişiyi övdü. Bunun üzerine Allah'ın Rasülü 'Övdüğünüz kişinin aklı nasıldır?' diye sordu. Onlar 'EyAllah'ın Rasûlü! Biz kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği çeşitli hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklını soruyorsun, bu nasıl oluyor?' deyince,

Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Ahmak kişinin cehaletiyle işlediği günah, fâcirin fıskıyla elde ettiği günâhı kat kat geçer. Yarın kıyamet gününde Allah'a en yakın derecelere her âbid, aklının miktarı nisbe tinde yükselecektir.266

Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber şöyle bu yurmuştur:
Hiç kimse akıl gibi büyük bir fazileti elde etmiş değildir. Akıl, sahibini hidayete erdirir, felâketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam, dini müstakim olmaz.267

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kişi güzel ahlâkının sayesinde; gününü oruç, gecesini iba detle geçiren kimsenin derecesine varır. Fakat kişinin aklı tamam olmadıkça güzel ahlâkı tamam olamaz. Aklı tamam olunca da imanı tamam olur. O imanın sayesinde de rabbine itâat ve düşmanı olan İblis'e de isyan eder.268

Ebu Said el-Hudrî, Rasûlullah'tan şu hadîsi rivayet etmiştir:
Herşeyin bir dayanağı ve direği vardır. Mü'minin dayanağı ve direği ise akıldır. Kişinin ibadeti aklının nisbetinde olur. Siz ateşte bulunan fâcirlerin şu sözünü hiç işitmediniz mi? 'Biz işitir veya akıl eder olsaydık, şu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık'. (Mülk 10)269

Hz. Ömer, Temim ed-Dârî'ye şöyle sorar:
- Sizde riyaset nedir?
- Akıldır.
- Doğru söyledin. Çünkü ben Allah'ın Rasûlü'ne de sana
sorduğum gibi sordum. O da senin verdiğin cevabın aynısını
verdikten sonra şöyle buyurdu: "Ben Cebrâil'e 'Riyaset ne
dir?' diye sordum, "Akıldır' diye cevap verdi"270

Berra b. Azib şöyle anlatır: Birgün Hz. Peygambere çok sual so rulduğunda şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Herşeyin bineği vardır. Kişinin bineği de akıldır. Sizden hüccet ve delili en iyi bilen, aklen en üstününüzdür.271

Ebu Hüreyre şöyle anlatır: Hz. Peygamber, Uhud savaşından döndüğünde, 'Falan adam, filandan daha kahraman ve filan adam öyle bir imtihan verdi ki, hiç kimse böyle bir imtihan vermedi' gibi sözleri işitince öfkelenerek şöyle haykırdı: 'Bu konuda hakem olmak size düşmez. Çünkü siz bunu bilmezsiniz'. Sahabîler 'Nasıl olur da bilemeyiz yâ Rasûlâllah?' deyince Hz. Peygamber şöyle dedi:
Uhud harbine katılanlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akılları miktarınca savaştılar. Yardım görmeleri ve niyetleri akılları miktarmcadır. Onlardan isabet alanlar çeşitli dereceler üzerine isabet almışlardır. Kıyamet günü geldiği zaman, dereceleri, niyetleri ve akılları nisbetinde verilir.

Berra b. Azib, Rasûlullah'ın şu buyruğunu rivayet etmiştir:
Melekler akıl ile çalışıp Allah'ın tâatinde başarı gösterdiler. Ademoğullarından imanlı olan kişiler de akılları miktarınca çalışıp gayret gösterdiler. Bu bakımdan onlardan, Allah'a en fazla itaat edenler akılları en fazla olanlardır.272
Hz. Aişe'den (r.a) şöyle rivayet edilmiştir:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Dünyada insanlar ne ile birbir
lerinden üstün olabilirler?
- Akıl ile...
- Ahirette ne ile üstünlük sağlanabilir?
-Akıl ile...
- Peki, âhirette herkes yaptıklarıyla mükâfat veya ceza görmez mi?
- Ey Aişe! Acaba insanlar Allah'ın kendilerine vermiş
olduğu akıldan fazla mı amel ederler? Bu bakımdan herkese
ne kadar akıl verilmişse, onun nisbetinde hayırlı hareketleri
olur ve hayırlı hareketleri nisbetinde de mükâfat alır.273

İbn Abbas'dan (r.a) rivayet edildiğine göre, Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
Her şeyin bir aleti ve hazırlığı vardır. Mü'minin âleti ise akıldır. Herşeyin bineği vardır. Kişinin bineği ise akıldır. Herşeyin direği vardır. Dinin direği ise akıldır. Her kavmin bir hedefi vardır, âbidlerin hedefi ise akıldır. Her kavmin bir dâvetçisi vardır, ibadet edenlerin davetçisi ise akıldır. Her tüccarın bir sermayesi var, Allah yolunda çalışanların ser mayesi ise akıldır. Her hane halkının bir idarecisi var. Sıddîklarm hanelerinin reisi ise akıldır. Her harâbe olan ye rin bir tamircisi vardır, âhireti imar eden ise akıldır. Her kişinin bir zürriyeti ve nesli vardır, ona nisbet edilir ve o da o nesille yâd edilir. Fakat sıddîklarm, nisbet edilen ve yâd
edilmelerine vesile olan nesilleri akıldır. Her kavmin bir çadırı vardır, müslümanlarm çadırı ise akıldır.274

Hz. Peygamber yine şöyle buyurmaktadır:
Allah nezdinde mü'minlerin en sevimlisi, Allah'a itaatında devamlı olan, kullarına nasihat edici, akılca kâmil, nefsine nasihatçi, tehlikeyi görür, hayatı müddetince tehlikeden kurtulacak tarzda iyilikler yapan bir kimsedir. Böyle bir kimse hem felâha kavuşmuş, hem de zaferi elde etmiştir.275

Sizin en akıllı olanınız, Allah'tan en fazla korkanmızdır. Allah'ın size emrettiği ve sakındırdığı konularda en iyiniz ameli en az olsa bile- düşüncesi ve aklı tam olanmızdır.276

Akl'ın Hakikati ve Kısımları
Akl'ın hakikatı ve tarifi hakkında ihtilâf edilmiştir. Akıl keli mesinin çeşitli mânâları olduğundan, gafil olan birçok kimse bu gafletin eseri olarak ihtilafa düşmüştür. Bu hususta perdeyi ara layan ve ihtilafların önünü tıkayan hüküm şudur: Akl ortaklaşa dört mânâda kullanılan bir kelimedir. Ayn kelimesinin birkaç mâ nâya gelişi gibi... Bu durumda olan kelimelerin bütün mânâlarını kapsayan bir tek tarifini yapmak uygun değildir. Belki her mâ nânın ayrı ayrı tariflerini yapıp perdeyi kaldırmak gerekir.

Akl'ın Birinci Anlamı
Akıl, insanı hayvanlardan ayırdeden bir vasıftır. insan bu vasıf sayesinde düşünce mahsulü olan ilimleri, tefekkür mahsûlü olan gizli sanatların tedvirini elde etmeye hazır bir vaziyete gelir.

Hâris b. Esed el~Muhâsibî, akılın bu târifine işaret ederek: 'Akıl, insanda yaratılmış bir fıtrattır. O fıtrat ile insan, düşünüş ilimleri elde eder. Sanki akıl, kalbe atılan bir nûrdur. Kalp sahibi o nûr vasıtasıyle eşyayı idrâk etmeye yetkili olur' buyurmuştur.

Hâris el-Muhâsibî'nin bu târifini inkâr ederek: 'Akıl sadece za rurî ilimleri elde etmekten ibarettir' diyen bir kimse insaflı hareket etmemiştir. Çünkü ilimlerden gafil ve uykuda olan kimselere de, kendilerinde fıtrî akıl mevcut olduğu için, akıllı denir. Halbuki böyle kimselerde ilim denilen bir şey yoktur.
Hayat, cismin ihtiyarî hareket ve sezişlerini temin eden bir cev her olduğu gibi, akıl da, canlıları, düşünce mahsulü olarak elde edilmesi mümkün olan ilimleri elde etmeye hazırlamaktır. Akıl, fıtrat ve sezişlerde insan ile merkebi eşit tutup aralarındaki farkın ancak âdetlerin icrası hükmünden dolayı Allah'ın, merkeb ve sair hayvanlarda yaratmadığı birtakım ilimleri insanda yaratmasıdır desek, hayat vasfında merkeb ile cansızların eşitliğini de kabul et mek zorunda kalır, âdetin icrası hükmünce Allah merkebde özel hareketler yarattı' demeye mecbur oluruz. Çünkü merkeb, ruhsuz bir cisim farzedildiği takdirde onda görünen hareketlerin hepsini aynı tertibde yaratmaya Allah'ın kâdir olduğunu söylemeye de mecbur oluruz. Yine şu hükmü vermeye de mecburuz: Merkebin özel hareketleriyle ruhsuz cisimden ayrılması, ancak hayat diye bi linen ve canlılara mahsus bir fıtrat ile meydana gelmiştir. Bu şekilde hüküm vermek vacib olduğu gibi, insanın diğer canlılardan akıl denilen bir fıtrat sayesinde idrâk olunan fikrî ilimlerle ayrıldığına hükmetmek de lâzımdır. Akıl, başka şeylerin şekil ve renklerini hikâye etmekle diğer cisimlerden ayrılan ayna ile aynanın sırrı gibidir. İşte böylece kendisini görmeye yetkili kılan birtakım sıfatlar ve şekillerle insanın gözü alnından ayrılır. Bu bakımdan akıl fıtratının ilimlere olan nisbeti, tıpkı gözün gör meye olan nisbeti gibidir. Kur'an'ın ve şeriatın ilimlerini keşfeden
bu akıl fıtratının Kur'an'a nisbeti, tıpkı güneş ışığının göze nisbeti gibidir. İşte bu garize ve fıtratı anlamak gereklidir.

Akl'ın İkinci Anlamı
Küçük bir çocuğun muhali, muhal olarak, mümkünü de mümkün olarak bilmesi zaruri ilimlerdendir Meselâ «2» sayısının «1» sayısından fazla olduğunu, bir şahsın aynı zamanda iki ayrı yerde bulunmasının mümkün olmadığını bilmek gibi...

Kelâmcılardan bir kısmı bu mânâyı kastederek aklı şöyle târif etmiştir: 'Akıl, zarurî, ilimlerden bir kısımdır. Muhallerin muhal ve mümkünlerin de mümkün olduğunu bilmek gibi...
Bu târif de, haddi zatında ve esasında doğru bir târiftir. Çünkü bu ilimler mevcuttur ve bu ilimlere akıl dernek de bâriz ve açıktır. Fâsid olan mânâ, ancak akıl fıtratını inkâr edip 'Bu ilimlerden başka bir varlık yoktur' demektir.

Akl'ın Üçüncü Anlamı
Hâl ve durumların cereyanı ile elde edilen denemelerden alman ilimlerdir. Çünkü denemelerden geçmiş ve çeşitli tecrübe lerden ötürü olgunlaşmış bir kimseye örf ve âdette, akıllı denilir. Bu sıfattan mahrum bir kimse için de ahmak, gafil ve cahil denir. İşte bu da ilimlerin başka bir çeşididir ve bu nev'e akıl ismi verilir.

Akl'ınDördüncü Anlamı
Akıl kuvveti öyle bir dereceye gelir ki, akıllı, emirlerin sonu cunu bilip, geçici lezzetlere sürükleyici şehveti yok edip ortadan kaldırır. Bu bakımdan bu kuvvet hâsıl olup meydana geldiğinde sa hibine, geçici şehvetle hükmetmediği, ancak işin neticesine bakıp ilerlediği veya gerilediği için akıllı denir. Bu kuvvet de, insanı diğer canlılardan ayırdeden özelliklerdendir. Bu bakımdan, aklın birinci mânâsı, esas, asıl ve kaynaktır. İkinci mânâ, sadece birinci mâ nânın en yakın dalı, üçüncü mânâ ise, birinci ve ikinci mânâların dalıdır. Çünkü deneylerden hâsıl olan ilimler, ancak fıtrî akıl ve zarurî ilimler vasıtasıyla elde edilir. Dördüncü mânâ ise en yüksek gaye ve en son meyvedir. O halde birinci ve ikinci mânâ tabiî olarak, üçüncü ve dördüncü mânâ da çalışma ile elde edilir. Hz. Ali (r.a) bu hakikate işaret ederek şöyle buyurdu: 'Aklı, iki olarak gördüm. Biri tabiî, öbürü ise kesbî akıldır. Tabiî akıl olmayınca, kesbî (çalışarak elde edilmiş) akıl yarar sağlamaz. Gözü kör olana güneşin yarar sağlamadığı gibi...

Birincisi Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'in şu mübarek sözünde kastolunan anlamdır:
Allah, akıldan daha üstün ve şerefli bir mahlûk yarat mamıştır.277

Akim ikinci mânâsı şu hadisle gösterilmiştir:
İnsanlar salih amel ve doğruluk kapılarına başvurmakla (Allah'a) yaklaşmak istedikleri zaman sen de aklınla yaklaş.278
Aynı zamanda aklın son mânâsı, Hz. Peygamber'in Ebu Derdâ'ya hitaben söylediği şu sözleriyle de açıklanmaktadır:
- Ey Ebu Derdâ! Aklını geliştir ki, rabbine yaklaşmakta
çabuk olasın.
- Annem ve babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü!
Benim için bu söylediğiniz nasıl mümkün olabilir?
Allah'ın yasaklarından sakın, farzlarını edâ et. Bunları yaptığın takdirde geçici dünyada şânın yücelir, şerefin artar. Gelecek âhirette de bu yaptıklarından ötürü rabbinin mânevî yakınlığını ve salih kullarına ihsan buyuracağı izzet ve ikrâmı elde edersin.279

Said b. Müseyyeb'den şöyle rivayet ediliyor:
- Hz. Ömer, Ubeyy b. Ka'b ve Ebu Hüreyre (Allah hepsinden râzı olsun) Hz. Peygamberin huzuruna gelip sordular:
- Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en âlimi kimdir?
- Akıllı kimsedir.
- İnsanların en âbidi kimdir?
- Akıllı kimsedir.
Onlar 'Ey Allah'ın Rasûlü! Akıllı, mürüvvet sahibi, eli cö mertliğe alışmış ve derecesi Allah nezdinde büyümüş bir kimse midir?' dedikleri zaman Allah'ın Rasûlü 'Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçici menfaatidir. Ahiret ise, rabbinin katında takvâ sahipleri içindir' (Zuhruf/35) ayetini okudu ve devamla şöyle buyurdu: 'Akıllı bir kimse dünyada (dünyaperestlere) hasis ve zelil görünse de, aklı sayesinde takvâ sahibidir'.280

Rasûlullah başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
Akıllı kimse, Allah'a iman eden, peygamberlerini tasdik eden ve ibâdetini yapandır.281

Anlaşıldı ki, akıl terimi, Lûgatta olduğu gibi, ıstılahta da o cev herin ismidir. İlimlere akıl ismini vermek, aklın semeresi ve mey vesi olduklarındandır. Herhangi bir şeyin semeresi ile adlandırdığı gibi...

Bu bakımdan: İlim korkudur, âlim de Allah'dan korkan kişi' denilmiştir. Halbuki korku, ilmin kendisi değil, ancak semeresidir. O halde akıl cevherine mecaz yoluyla ilim denebilir. Fakat bizim bu kitapta gayemiz, lugat ilmini araştırmak değildir, sadece zikrettiğimiz bu dört kısmın mevcudiyetini bilmek ve bütün bu kısımlara akıl denebileceğini belirtmektir. Birinci kısım hariç, diğerlerinin varlığında ve akıl ke limesinin bunlara da verilmesinde herhangi bir ihtilâf yoktur. Doğrusu, akıl cevherinin varlığı ve bu üç kısma asıl ve temel olduğudur.

Kendilerine akıl adı verilen bu ilimler, sanki fıtrî olarak akıl cevherinde mevcuttur. Fakat onların varlık âlemine çıkarılmasına sebep olan vasıta, mevcut olduğu zaman ancak varlık dünyasında görünürler. Sanki bu ilimler, aklın dışından aklın üzerine varid olan herhangi birşey değildir. Ve yine sanki bu ilimler, aklın içinde gizli imişler de sonradan meydana çıkmışlardır. Bunun benzeri, toprakta gizli olan su'dur. Su, ancak kuyuların kazılmasıyla belirir, toplanır ve hissedilir. Çamur kaptaki yağ ve güldeki gülsuyu da böyledir. Bu hikmete binaen Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
Hani rabbin Ademoğullarının sulbünden (belinden) zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahid tutarak 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' diye buyurduğu vakit onlar da 'Evet, rabbimizsin. Şahid olduk' demişlerdi. Bu şahid tutuşumuzun sebebi kıyamet günü 'Bizim bundan haberimiz yoktu' demeyesiniz diyedir.(A'raf/172)

Bu ayetteki ikrardan gaye; dil ile yapılan değil, nefisleriyle yapılandır. Çünkü insanoğlu, dil ve şahısları var olduktan sonra, dil ile ikrarda çeşitli yollar takip etmiştir. Kimisi ikrara, kimisi de inkâra sapmıştır. İşte bu durumu kastederek rabbimiz şöyle bu yurmuştur:
Yemin olsun ki, onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, derler ki: 'Onları aziz (herşeye galip olan), âlim (herşeyi bilen) yarattı'.(Zuhruf/9)

Bu ayet-i celîlenin mânâsı; 'Ey habîbim! Eğer sen inkâr edenle rin durumlarını tedkik edersen göreceksin ki, nefisleri ve iç âlemleri Allah'ın yaratıcılığına şehadet etmektedir'. Nitekim bu mân âya şu ayet-i celîle işaret buyurmaktadır:
O halde (ey rasûlüm) gerçek müslüman olarak kendini dine doğrult; (başka şeye iltifat etme). Allah'ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır.(Rum/30)

Yani her insan Allah'a iman edebilecek yaratılıştadır. Belki herşeyi olduğu gibi bilmeye de muktedirdir. Şunu demek istiyorum: Mârifet ve bilgi, insanın yaradılışında gizlenmiştir. Çünkü yaradılış, idrâk etmeye müsait ve kabiliyetlidir. Bunu bildikten sonra deriz ki, madem ki iman, fıtrî olarak nefislerde yerleşmiştir, o halde insanlar iki kısma ayrılır:
A) İmandan yüz çeviren, onu unutan kâfirler
B) Fıtratına müracaat ederek düşünen, hatırlayan mü'minler
Böyle bir mü'min, âdeta herhangi bir meselede şahidlik sıfatını taşıdığı halde, gaflet eseri olarak, o şahidliği unutmuş fakat sonra düşünmek suretiyle hatırlamış bir kimse gibidir. İşte bunun için Allah Teâlâ; 'Umulur ki, hatırlarlar' (Nahl/90),

'Akıl sâhipleri hatırlasın diye'(Bakara/169),

'Allah'ın üzerindeki nimetini ve sizi 'Dinledik, itâat ettik' dediğiniz zamanki misâkını unutmayın, hatırlayın' (Mâide/7),

'Andolsun ki biz Kur'an'ı, düşünüp öğüt al mak için kolaylaştırdık. Fakat düşünen var mı?' (Kamer/7) buyurmuştur.

Bu tarza, hatırlamak demek uzak bir ihtimal değildir. Bu bakımdan sanki hatırlamak iki kısma ayrılır:
a) Var olmazdan evvel kalbinde hazır bulunan fakat, var olduktan sonra kaybolan bir sureti ve şekli hatırlamak
b) Fıtrî olarak kalbinde gizli bulunan bir şekli hatırlamak Basîret nûruyla bakan bir kimse için, bu hakikatler apaçık gö rünür. Fakat keşif ve âyandan nasibi olmayıp, sadece işitmek ve taklitle yetinen bir kimseye, bu hakikatler abes gelir. Bunun için, böyle bir kimse, bu gibi ayetlerde sağa sola yalpa vurur; hatırlamayı, ikrar etmeyi anlayıp, bunların te'vilinde çeşitli yollara saptıkları görülür. Âyet ve hadislerde hayaline çeşitli tenakuzlar gelir ve çok zaman, hayâlinin tesirinde kalarak, ayet ve hadîslere hakaret gözüyle bakar, onlarda hâşâ düşüklük görmek pespayeliğine düşer.

Böyle bir kimsenin misâli, tıpkı bir eve giren, ayağı, intizamlı ve tertipli eşyalara dolanıp düşen âmânın misâli gibidir. Bu âmâ şöyle haykırır: 'Ne olmuş bu eşyalara? Niçin yoldan kaldırılmıyorlar? Neden yerlerine konulmuyorlar?' O zaman âmaya denir ki: 'Eşyalar yerindedir. Kusur ise sadece senin gözündedir'.

İşte böylece basiretin kusurlu oluşu, zahirî gözlerin kusuru ye rine geçerse daha büyük felâkete yol açar. Çünkü nefis, binici, be den ise binek gibidir. Binicinin körlüğü, bineğin körlüğünden daha korkunç ve daha felâketlidir.
İç âlemdeki basiretin, dış basirete benzeyişinden dolayı Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Gördüğünü kalbi tekzib etmedi. (Necm/11).

Biz İbrahim'e atasının ve kavminin sapıklığını gös terdiğimiz gibi, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun.(En'am/75)

Bunun zıddına körlük denilmiştir.
Gerçek şudur ki, gözler (görmemek suretiyle) kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler (ibret ve basiret gözleri) kör olurlar.(Hacc/46)

Kim bu dünyada kör olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol bakımından da daha sapıktır.(İsra/72)

Peygamberlere görünen bu işlerin bir kısmı, gözle görülmüş, bir kısmı da basiretle... Fakat hepsine de rü'yet ve görgü de nilmiştir.


Kısaca iç basireti nûrlu olmayan bir kimsenin kalbine ancak dinin kabukları yapışır ve ancak dinin zâhirî merasimleriyle meşgul olur. Özüne ve hakikatine bir türlü yol bulamaz ve nüfuz edemez. İşte bu kısımların tamanma akıl denilir.

Akıl Hakkındaki Görüş Ayrılıkları
Akıl hususunda insanlar çeşitli görüşlere sahiptir. Tahsili az olup da ileri geri konuşanların akıl hakkındaki fikirlerini naklet mekte hiçbir fayda görmüyorum. Belki, en güzel hareket, acele et mek kaydıyla, hakkı beyan etmektir. Buradaki açık hakîkat şudur:
Aklın dört kısmından ikincisi hâriç, diğerleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. İttifakla kabul edilen ve hakkında hiç bir ihtilâf olmayan ikinci kısım, muhalin muhal ve mümkünün de mümkün olduğunu belirten zarurî ilimdir. Çünkü iki sayısının bir den fazla olduğunu bilen her insan, bir cismin, aynı zamanda iki yerde olmayacağını ve bir şeyin hem hâdis, hem de kadîm ol masının muhal olduğunu bilir. Bunların benzerlerinde, şeksiz ve şüphesiz idrâk edilen her şeyde de hüküm böyledir.

Aklın diğer üç kısmına gelince, ileride de bahsedeceğimiz gibi, onlar hakkında çeşitli ve farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Kuvvetin istilâsıyla şehvetlerin yok olmasından ibaret olan dör düncü kısma gelince, bu konuda, insanların farklı oldukları giz lenmez bir hakikattir. Belki aynı şahsın çeşitli durumları da, bu konuda farklı olabilir. Bu farklılık bazen, şehvetin farklılığından ileri gelir. Meselâ, akıllı bir insan bazı şehvetlerini terketmeye muktedir olduğu halde, bir kısmından vazgeçememektedir. Fakat terketmediği şehvetlerde de sebatı yoktur. Çünkü genç bir insan, bazen, gençlik sâikiyle zinayı terketmekten acizdir. Ancak bü yüdüğü ve aklî melekeleri tamam olduğu zaman buna muktedir olabilir. Riya ve riyaset şehvetini terketmek yaş ilerledikçe zorlaşır. Tam zina şehvetinin aksine...

Bu ayrılığın sebebi, bazen, şehvetin çoğundan doğacak tehlikeyi bildiren ilme bağlıdır. Bunun için, zarar verici birtakım yemekler den, doktor, kendi nefsini koruduğu halde, onunla eşit akla sahip, fakat doktor olmayan bir insan, kendisini bazen muhafaza edemez.

Halbuki o doktor gibi, bahis mevzuu yemeğin zararlı olduğuna, kısmen de olsa inanmaktadır. Fakat doktorun bilgisi, bu konuda daha fazladır ve korkusu da o nisbette şiddetlidir. Bu bakımdan korku, aklın askeri ve şehvetleri kırmak hususunda aklın elindeki silâhtır.

Böylece âlim, ilminin kuvveti ve günahlardan gelen zararlara daha fazla vakıf olması hasebiyle cahilden, günahları terketmek hususunda daha muktedirdir. Âlimden gayem; hakikî âlimdir. Taylasan, cübbe ve hezeyan sahipleri değildir.
Eğer farklılık şehvetten gelirse, akıldan gelen gibi olamaz. Eğer ilim cihetindense ki bu ilme, akıl da denmiş o vakit bu farklılık, akıl tabiatını takviye eder ve dolayısıyla böyle bir ilme akıl ismini verdiren sebebe bağlanır. Tefavüt, bazen de, akıl cevherinin duru mundan kaynaklanır. Meselâ, akıl cevheri kuvvetlendikçe şehvetleri yok etmesi de o nisbette güçlü olur.

Tecrübî ilimlerden ibaret olan üçüncü kısmına gelince, insan ların buradaki farklı görüşleri, inkâr edilemez bir hakîkattir. Zira çok isabet ve süratle idrâk etmek hususunda farklıdırlar. Bunun sebebi; ya akıl cevherindeki veya tecrübelerindeki farklılıktır. Akıl cevherindeki ayrılık ve farklılığın inkâr edilmesi mümkün değildir. Çünkü bu farklılık, nefsin üzerine doğan bir nûr gibidir. Sabahları doğar ve ışığının parlaması erginlik çağma yakın bir za manda iyice görünür ve böylece, devamlı bir şekilde, tedricî bir gelişme kaydeder. Bu gelişme kırk yaşma kadar, günden güne tekâmül eder.

Bunun benzeri, sabahın ışığıdır. Çünkü bu ışığın başlangıcı zor idrâk edilecek derecede gizlidir. Yavaş yavaş artmaya başlar. Bilâhare, güneşin doğmasıyla kemâle erişir. Basiret nûrunun ayrılığı ve farklılığı, göz nûrunun ayrılık ve farklılığı gibidir. Gözü az görenle, her çeşit göz hastalığından salim olanın arasındaki fark bilinmektedir. Belki, Allah Teâlâ'nın ilâhî âdeti, bütün mahlûkatın varlığında tedric yolunu takip etmektir. Hatta şehvet bile büluğâ eren bir çocukta sık sık ve ansızın görünmemektedir. Belki tedricî bir şekilde, yavaş yavaş gelişmektedir. Her kuvvet ve sıfat da böyledir. Bu bakımdan insanların, şu akıl cevherindeki çeşitliliği inkar eden bir kimse, akıldan nasibi olmayana benzer.

Rasûlüllah'ın aklını, herhangi bir köylünün veya medeniyetten zerre kadar nasibi olmayan bir bedevinin aklı gibi zanneden bir kimse, haddi zâtında, ilim ve irfandan mahrum göçebe ve köylüler den akılca daha aşağıdır. Aklın çeşitliliği nasıl inkâr edilebilir? Eğer bu çeşitlilik olmasaydı, insanlar ilim anlayışında ihtilâfa düşer miydi? Anlayışsız, ahmak ve hocasının derslerini ancak uzun uğraşması neticesinde idrâk eden kimse ile meseleleri ufak bir işaretle kavrayan, zeki, mektepsiz ve medresesiz emirlerin hak îkatini kendi zekâsıyla kavrayan kimselere ayrılmayacaklardı.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacı(nm yağı)ndan yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, ner deyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl parıldır.
(Nûr/35)

Bu ayetteki misal, peygamberlerin misalidir. Çünkü peygam berlerin bâtınlarında öğretmek ve dinlemeksizin çözülmesi zor olan birçok emirler vuzuha kavuşur. Bu durum, ilham diye tabir olunur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmak suretiyle bu durumu açıklamıştır:
Ruh'ul-Kudüs (Cebrail) nefsime şu hakikati üfledi: 'İstediğin kimseyi sev, (sonunda) muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğin kadar yaşa, (sonunda) muhakkak öleceksin. İstediğin ameli yap, (sonunda) muhakkak onun karşılığını göreceksin'.282

Meleklerin, peygamberlere bu çeşit bilgi vermeleri, kulakla din lemek ve gözle meleği görmekten ibaret olan açık vahiyden daha başkadır. İşte bunun için, Hz. Peygamber bu şekil bir bilgiyi nefse üflemek diye tâbir etmiştir.

Vahy'in Dereceleri ve Çeşitleri
Vahy1 in derece ve çeşitleri çoktur. Onları birer birer beyan et mek, mükâşefe ilmine dahil oldukları için, muamele ilmi bah sinde uygun düşmez. Sakın 'vahyin derecelerini bilmek, vahiy mertebesine varmayı gerektirir' zannına kapılma! Çünkü doktorun, hastaya, sıhhat derecelerini tanıtması, âlimin fâsıka adalet derecelerini öğretmesi uzak birşey değildir. Halbuki sıhhat derecelerini bilen hasta ve adalet derecelerini bilen fasık, sıhhat ve adaletten uzaktır. Bilmek ayrı şey, bilinenin varlığı ayrı bir şeydir. Bu bakımdan, peygamberlik ve veliliği bilen her insan, peygamber ve veli olamaz. Takvâyı ve inceliklerini her bilen insanın müttaki olmadığı gibi...

İnsanlar üç kısma ayrılır:
1) Kendiliğinden bilenler,
2) Ancak öğretmekle bilenler,
3) Kendisine öğretimin ve ikâzın faydası olma yanlar.

İnsanların bu şekilde taksim edilmesi arazinin şu kısımlara ayrılması gibidir:
1. Suyun birikmesiyle kuvvetlenen, kendiliğinden pınarlar
meydana getiren arazi
2. Suyu yüze çıkarmak için kazılmaya muhtaç arazi
3. Kuru bir toprak ki, kazmakla dahi su vermez. Bu toprak cev herinin değişik sıfatlarından ileri gelir.
Akıl cevheri hakkındaki ihtilâf da aynen böyledir. Aklın farklılığına delâlet eden naklî delillerden bâzıları şunlardır.

Abdullah b. Selâm283 (r.a), son kısmında Arş'ın büyüklüğüne dair malûmat bulunan şu hadîsi Rasûlullah'tan nakleder:
Melekler şöyle derler:
- Ey rabbimiz! Arşından daha büyük birşey yarattın mı?
- Evet, aklı yarattım.
- Aklın kıymetine ulaşan nedir?
- Heyhat! Hiç kimse bunun bilgisine sahip değildir. Ey
meleklerim! Acaba sizde, kum tanelerinin adedini bildiren
bir ilim var mı?
- Hayır!
- İşte ben, kumların adedi gibi akılları da çeşitli derecelerhalinde yarattım. İnsanların kimisine bir kum tanesi kadar verdim. Kimisine iki, kimisine üç, kimisine dört ve kimisine bir ölçek, kimisine bir çuval, kimisine de bunlardan dahafazla...284

Eğer 'Bir takım sûfîler bu kadar şerefli olan aklın aleyhinde neden bulunmuşlardır? Neden aklı ve akılla bilinen ilimleri kötü lemişlerdir?' dersen, şöyle cevap veririz: Sûfîlerin akla ve akılla bi linen ilimlere hücumlarının sebebi şudur: Halk, akıl ve mâkul ke limelerini, hasmı susturmak ve tenkid etmek için kullanılan mücadele ve münazara ilimlerine bağlamışlar. Buna da Kelâm Sanatı denilmiştir.

Bu bakımdan akla ve akılla bilinen ilimlere hücum eden sûfiler halka 'Siz yanılıyorsunuz. Mücadele ilmine akıl de nilmez' demeye muktedir olmadıkları için akla veryansın etmişlerdir.

Bu ilme, uzun zamandan beri akılcılık denildiği ve kalplerde böylece yerleştiği için artık oradan sökülmesi, neredeyse insan gücünün dışındadır. İşte bu bakımdan, sûfîlerin zannettiği ve kötülediği akıl ve akılla bilinen mâkul ilimler, avamın nezdinde ve halk arasında akıl ismini taşıyan mücadele ve münazara ilmidir.

Allah Teâlâ'nm bilinmesine ve peygamberlerin doğruluğuna mi'yar (ölçü) ve mizan (tartı) olan, bâtının basiret nûru olan akla gelince, onun kötülenmesi tasavvur dahi edilemez. Çünkü Allah Teâlâ bu aklı çeşitli vesilelerle övmektedir. Eğer o akıl kötülenir, zemmedilirse, artık ondan sonra övülecek ne olabilir? Eğer şeriat, övülen ve sena edilen bir nizamsa o vakit soruyoruz:
- Bu övülen şeriat ne ile bilinmiştir?
Şüphesiz akılla bilinmiştir. Bu bakımdan, şeriatın bilinmesine vesile olan akıl, hakîkate uygun olmayarak kötülenirse, şeriatın da kötülenmesi gerekir. (Mâdem ki şeriat zemmedilemez, o halde, bi linmesine ve doğruluğuna vesile olan basîret nûru olan akıl da zemmedilemez).
'Şeriat, yakînin gözüyle ve imanın nûruyla bilinir, akılla değil!' diyen bir kimsenin sözüne iltifat edilmez. Çünkü o, yakîn gözünden ve iman nûrundan neyi murad ediyorsa, biz de akıldan aynı şeyi murad ediyoruz.

Bizce akıl, insanı hayvandan ayıran bâtınî sıfatın tâ kendisidir. Akıl herşeyin hakikatini bildiren tefrik edici bir sıfattır. Onunla eşyanın hakîkati bilinir. Bu kör dövüşlerinin çoğu, hakikatleri te rim ve tâbirlerden elde etmeye çalışan kimselerin cehaletinden doğmaktadır. Bu cehalete giriftâr olan topluluklar, halkın terimler hakkındaki değişik görüşlerinden dolayı bu felâketlere sürüklenmişlerdir. Âkıl hakkında bu kadar açıklama yeterlidir. Allah herkesten daha iyi bilendir!
Allah'ın hamd ve minnetiyle Kitab'ul-İiim burada sona ermiştir.

Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a) ile yer ve gök ehlinden seçtiği her seçkin kuluna rahmet eylesin! Allah'ın izniyle Kitab'ul-ilim'in ardından inançların esaslarını anlatan Kitabu Kavaid'il-Akaid gelecektir. Evvelinde olduğu gibi, sonunda da 'hamd ancak Allah'a mahsustur' deriz.

263) İbn Hibban, (İbn Ömer'den zayıf bir senedle)
264) Dâvud b. Mihber, Kitab'ul Akıl, (EbV Hüreyre'den)
265) Taberânî, el-Evsat, (Ebu Umâme'den zayıf bir senedle); Ebu Nuaym, (Hz.Âişe'den zayıf bir senedle)
266) İbn Mihber, Kitab'ul-Akıl) Hakîm-i Tirmizî, Nevadir
267) İbn Mihber, Kitab'ul -Akıl.
268) İbn Milıber, (Amr b. Şuayb'dan); Tirmizî, (Hz. Âişe'den sahih olarak)
269) İbn Minber
270) İbn Minber
271) İbn Mihber
272) İbn Mihber, Beğavî, Mu'cem'us-Sahabe, (İbn Azib'den,-Berrâ b. Azib değil
273) İbn Mihber, Hakîm-i Tirmizî
274) İbn Mihber
275) İbn Mihber, (İbn Ömer'den); Deylemî, Müsned-ul-Firdevs, (zayıf birisnadla)
276) İbn Mihber, (Ebu Katade'den)
277) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (zayıf bir senedle)
278) Ebu Nuaym, el-Hilye,(Hz. Ali'den zayıf bir senedle)
279) Eban b. Ebi Ayaş, (zayıf bir senedle); İbn Mihber
280) İbn Mihber, Kitab'ul'Akıl
281) İbn Mihber, (Said b. Müseyyeb'den)
282) Şirâzî, el-Elkab, (Sehl b. Sa'd'dan)
283) Abdullah b. Selâm'ın künyesi Ebu Yusuftur. Aslen yahudi idi. Rasûlullah Medine'ye teşrif ettikten sonra müslüman olmuştur. H. 43 yılında Medine'de vefat etmiştir.
284) İbn Mihber, Hâkim-i Tirmizî, en-Nevadir