Allah'ın sıfatlarını bilmek
I. Esas: Kudret
Alemin yaratıcısı olan Allah'ın kadir olduğunu ve 'Allah herşey üzerinde mutlak kudret sahibidir' (Mâide/120) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Çünkü kainatın yapısını muhkem, yaratılışını kılı kırk yararcasına tertipli ve düzenli görüyoruz. Güzel dokunmuş ve mütenasip nakışlarla işlenmiş bir elbiseyi gören kişi, bu elbisenin kuvvetsiz ve kudretsiz bir ölü tarafından yapıldığı veya âciz bir insanın eseri olduğu vehmine kapılırsa, o vakit akıl denilen nimet ve fıtrattan tecerrüd etmiş, ahmaklık ve cehâlet erbabının mesleğine dâhil olmuş olur!..
II Esas: İlim
Allah'ın bütün mevcudatı bilen bir âlim olduğuna, ilmiyle bütün mahlûkatı ihâta ettiğine; ne gökte ve ne de yerde, zerre kadar da olsa hiçbir şeyin O'nun ilminin dışına çıkmadığına ve 'O, herşeyi hakkıyla bilendir' (Bakara/29) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Nitekim şu ayet bize bu gerçeği göstermektedir:
Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır.
(Mülk/14)
Yaratılıştaki incelik ve en küçük şeylerde dahi göze çarpan tertip ve düzen, sâniinin (yapıcısının) bu keyfiyeti bildiğine delâlet eder. Binaenaleyh Allah'ın âlim olduğuna yaratılmışlarla ve yaratmak fiiliyle muttalî olmaktayız. O'nun zikrettiği deliller, hidayet ve tanıtma veya tanıma hususundaki delillerin en âlâsıdır.
III. Esas: Hayat
Allah Teâlâ'nın diri olduğunu bilmektir. Çünkü ilim ve kudreti olan bir zâtın diri olması da bizzarure sabittir. Eğer kudret ve ilim sahibi, müdebbir bir yapıcının diri olmadığı tasavvur edilebilirse, o vakit, yürüyüp gezen mahlûkâttan da 'Acaba canlı mıdır değil midir?' şeklinde şüphe edilmesi de caiz olur. Hatta, sanatlarına rağmen, sanatkârların da canlılıklarından şüphe etmek batmaktan başka hiçbir mânâ ifade etmez.
IV. Esas: İrade
Allah Teâlâ'nın, bütün fiillerinin irade edici olduğunu bilmektir.
Hiçbir mevcut yoktur ki, Allah'ın dilediğine dayanmasın ve O'nun iradesinden neşet etmesin. Çünkü yapıcı ve dönderici yok edici) O'dur; irade ettiğini, en mükemmel bir şekilde yapan da O'dur. Kendisinden, yaptığı her fiilin zıddının da sâdır olması mümkün olan Allah nasıl irade sahibi olmaz? Zıddı olmayan fiiller ise, meydana geldiği zamandan evvel veya sonra da vâki olabilirdi; bu, Allah için mümkündür. Allah'ın kudreti, zıdlar ve ayrı vakitlerle, aynı münasebet ve değişmez ilgiyi kurabilir. Binaenaleyh kudretini, yapılması mümkün olan iki şeyden birisine yönelten bir irade lâzımdır. Eğer malûmun (bilinenin) tahsilinde ilim kâfi gelip iradeye ihtiyaç olmasaydı ve bunun için de 'Birşey ilim tarafından önceden bilinen zamanla var oldu denilebilseydi de ihtiyaç bulunmaması da caiz olacak ve var olacağı ilim tarafından daha önceden bilindiği için kudretsiz var oldu' denilecekti.
V, Esas: Semî ve Basîr
Allah'ın Semî (işitici), Basîr (görücü) olduğuna, kalpteki fısıltıları, vehim ve fikirdeki gizlilikleri gördüğüne, zifiri karanlık bir gecede, kara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı görüp onun ayağından çıkan sesi duyduğuna inanmak ve bunu bilmektir.
İşitmek ve görmek şeksiz şüphesiz kâmil sıfatlardan olduğu halde, nasıl olurda Allah işitici ve görücü olmaz? Hem nasıl olur da, işiten ve gören mahlûk, yaratıcısından daha kâmil olabilir? Masnûun (yapılanın), s âminden daha mükemmel ve daha tamam olması mümkün müdür? İşitme ve görmenin, yaratıklara tahsis edilip de yaratandan esirgendiği taksimin adalet neresindedir? Acaba Allah hakkında eksiklik; yarattığı ve icat ettiği mahlûk için kemâl ne zaman vâki olmuştur; veya cehâlet ve dalâletten ötürü putlara tapan babası ile mücadelede Hz. İbrahim'in delili eğer Allah işitmez ve görmez denilirse nasıl müstakim olabilir? Zira Hz. İbrahim (a.s) babasına aynen şunu söylemişti: 'İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir nesneye nasıl ibadet edersin?' (Meryem /42)
Eğer Hz. İbrahim'in hasımları, onun mabuduna (Mu'tezile'nin iddiasına göre Allah görmez ve işitmezdir) aynı vasıfları izafe etseydi ve haddi zâtında da hâşâ böyle olsaydı, Hz. İbrahim'in delili çürük olur ve mânâya delâleti itibardan düşerdi. Hem de Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi hâşâ doğru olmazdı:
Bu, (gök cisimlerinin batısı), kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibidir. (Herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)
Nasıl ki, Allah'ın âzasız fail (yapıcı ve iş görücü) olduğu, kalp siz ve dimağsız (beyin) âlim olduğu düşünülür ve bu hüküm mâkul ise göz ve kulak olmaksızın görücü ve işitici olması da mâkuldür; zira söylediğimiz bu iki mânâ arasında hiçbir fark yoktur.
VI. Esas: Kelâm
Allah Teâlâ, zâtî ile kaim, ses ve harften mürekkep olmayan bir kelâm (konuşma) ile mütekellimdir (konuşucudur), O'nun kelâmı, başkasınınkine benzemez; varlığının, başkasının varlığına benzemediği gibi... Konuşma, hakikatte nefsin konuşmasıdır. Kırpılan harflerden oluşan seslere gelince bunlar, nefisteki konuşmanın tercümanıdır. Nitekim bazen (dilsizlerle olduğu gibi), nefisteki konuşma iktidarına hareketler ve işaretler de delâlet eder.
Cahil şairlere bile mâlûm olan bu keyfiyet, nasıl olur da bir grup ahmağa (Mu'tezile'ye) meçhul olur ve Allah'ın mütekellim olduğunu inkâr ederler?
İşte cahiliye devrinin bir şairi, şöyle haykırıyor: Muhakkak ve mutlak konuşma kalptedir. Dil'se kalpteki konuşmaya delil kılınmıştır.
'Dilim hadistir; fakat dilimle okunan Kur'ân kadîmdir' diyecek kadar akıl ve ferasetten mahrum bir kimseden ümidini kes! Artık dilini, onunla konuşmaktan muhafaza et.
Kadîm den evvel herhangi bir varlığın mevcut olmadığı hakikatini anlamayan, Bismillâh lafzındaki B harfinin Sin 'den evvel geldiğini, binaenaleyh B'den sonra gelen sin harfinin kadîm ola-mayacağını idrâk edemeyen kimseye, kalben iltifat etme. Zira Allah Teâlâ'nın, bazı kulları kendisine yaklaştırıcı mertebelerden uzaklaştırmasında bizce bilinmeyen, nice sır ve hikmet vardır. Allah kimi dalâlete götürürse, artık ona hidayet edecek kimse mevcut değildir.
Hz. Musa'nın, dünyada, ses ve harf olmaksızın (ilâhî) bir kelâmı işitmesini mümkün görmeyen bir kimse, varsın cisim ve renk olmayan bir mevcudun (Allah'ın) âhirette görülmesini de inkâr etsin. Eğer 'Cismi, kemmiyeti ve keyfiyeti olmayan bir varlığın görülmesi mümkündür; fakat şu ana kadar buna şahid olan görülmemiştir' kanaatımda ise, göz için düşündüklerini kulak hakkında da düşünmeli ve kabul etmelidir. (Hz. Musa'nın sessiz ve harfsiz bir kelâmı işittiğine de inanmamalıdır.)
Eğer Allah Teâlâ'nın tek bir ilmi olduğuna ve bütün mevcudatı onunla bildiğine akıl erdiriyorsa, O'nun bütün ibarelerin delâlet ettiği bir konuşma olan kelâm sıfatına sahip olduğuna da inanmalıdır. Eğer yedi kat göğün, cennet ve cehennemin varlığının küçücük bir yaprağa yazıldığına, kalbin küçücük bir yerinde saklı olduğuna ve bütün bunların kalbin o zerreciğine ve o küçücük yaprağa girmediği halde mercimek tanesi kadar olan göz bebeğine göründüğüne akıl erdiriyorsan, dillerle okunan, kalplerde hıfzedilen, mushaflarda yazılan kelâmın aralara hulûl etmeksizin vukuuna da akıl erdirirsin. Zira eğer Allah'ın Kitabı, yazmakla, kağıda düşüp orada istikrar bulmuş olsaydı, bu durumda Allah'ın da hâşâ isminin yazıldığı kâğıdın içine düşmesi lazım gelirdi ve ateşin de isminin yazılı olduğu kağıdı yakması icap ederdi.
VII. Esas: Sıfatların Kıdemi
Diğer bütün sıfatları gibi Allah'ın, zâtıyla kâim olan kelâmı da kadîmdir. Çünkü Allah'ın, hâdiselere mahal olup istihalelere (değişikliğe) uğraması muhaldir. Allah'ın bütün sıfatlarında zâtında olduğu gibi kadîmlik vasfı vâcibdir. Binaenaleyh Allah'ın zâtına tağyir ve tebdil gelemez ve hâdis olan nesneler de O'nun zâtına hulûl edemez. Aksine Allah, tâ ezelden beri, bütün iyi sıfatlarla muttasıf olduğu gibi ebedde de değişme ve bozulmalardan münezzehtir. Çünkü hadislere muhal olan birşey, hadislerden hâli değildir. Hadislerden hâli olmayan birşey ise hadistir. Hudûs (sonradan olma) vasfı, cisimlere, bozuldukları ve sıfatları değiştiği için verilir. O halde Allah Teâlâ nasıl olur da, tağyir ve tebdili kabul etmek suretiyle, yaratmış olduğa cisimlerle aynı niteliği taşır? Bu hakikatin üzerine 'Allah'ın kelâmı kadîmdir, zâtî ile kâimdir. Hadisler ise o kelâma delâlet eden seslerdir' hükmü bina edilir.
Bir babanın müstakbel (henüz doğmamış) çocuğunu okutmak isteyebileceğine ve bunun da çocuğun doğup büyümesine ve babasının bu isteğim, Allah'ın kendisinde yarattığı bir ilimle anla-masına kadar devam edeceğine akıl erdirebilen bir kimsenin, Allah'ın 'Ben senin rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin' (Tâhâ/12) ayetinin delâlet ettiği isteğin ezelden beri Allah'ın zâtî ile kâim olduğunu, Hz. Musa'nın içinde de bu talebi bilecek bir ilmin yaratıldığını, Musa'nın (a.s) var olduktan sonra bu talebe muhatap olup, o kadîm kelâmı dinlediğini de kabul etmelidir.
VIII. Esas: İlim Sıfatının Kıdemi
Allah'ın ilmi kadîmdir. Allah, daima zât ve sıfatını bildiği gibi, mahlûkâtından sâdır olan fiilleri de bilmektedir. Vücûda getirilen mahlûku bilmesi için yeni bir ilme ihtiyacı yoktur; çünkü bütün bunları ezelî ilmiyle bilir. Meselâ Zeyd'in güneş doğacağı sırada geleceğine dair bir bilgimiz varsa ve bu, güneş doğuncaya kadar devam ederse, Zeyd'in gelişini bilmemiz yeni bir ilme değil, eski ilmimize dayanmış olur. İşte Allah'ın ilminin kadîm olmasını da böyle anlamak gerekir.
IX. Esas: İrade Sıfatının Kıdemi
Allah'ın iradesi kadîmdir. Bu irade, hadislerin, ezelî programa göre kendilerine takdir edilen uygun vakitlerde vukû bulacağına taalluk etmiştir. Eğer Allah'ın iradesi hâdis olmuş olsaydı, muhakkak hadislerin mahalli olurdu. Eğer Allah'ın iradesi, zâtında değil de başka bir yerde meydana gelseydi, o vakit de irade edici olmazdı. Tıpkı yapmadığın bir hareket ile, hareket etmiş sayılmadığın gibi...
Allah'ın iradesi, eğer hâdis olmuş olsaydı, birşey yapabilmesi için hâşâ başka bir iradeye ihtiyaç duyardı. Böylece yapıcı irade de başka bir iradeye muhtaç olacağı için bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru devam edip giderdi. Eğer bu iradeyi iradesiz yapmak caiz olsaydı, âlemin de iradesiz yapılması caiz olurdu. (Âlemin iradesiz, kör bir tesadüf eseri olarak yapılması muhal olduğuna göre, birinci iradenin de eğer hâdis kabul edilirse iradesiz yapılması muhal olur?)
X. Esas: İlim ve İradesinin Kıdemi
Şüphesiz Allah, ilimle âlim, hayatla diri, kudretle kadir, iradesi ile irade edici, konuşma ile mütekellim (konuşucu), dinleme ile semî ve görmek ile basîr dir. Bu kadîm sıfatlar Allah'a aittir.
Kişinin 'Allah ilimsiz âlimdir' demesi, 'Malsız zengindir, âlimsiz ilimdir, mâlumsuz âlimdir' demesi gibidir. Çünkü ilim, mâlûm ve âlim, tıpkı öldürmek, öldürülen ve öldüren gibidir ki biri olmadığı zaman diğeri de olmaz. Öldürme fiili olmaksızın öldürenin ve öldürülenin tasavvur olunamayacağı gibi, öldüren olmaksızın öldürülenin ve öldürme olayının tasavvuru da mümkün değildir. İşte böylece ilimsiz âlim, mâlumsuz ilim ve ilimsiz mâ-lûm da tasavvur edilemez. Bu üç vasıf, aklen biri diğerinden ayrılamayan şeylerdir. Binaenaleyh âlimin ilimden ayrılmasını caiz gören bir kişi, âlimin malumattan, ilmin de âlimden ayrılmasını caiz görmelidir. Çünkü bu sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.
Alemin yaratıcısı olan Allah'ın kadir olduğunu ve 'Allah herşey üzerinde mutlak kudret sahibidir' (Mâide/120) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Çünkü kainatın yapısını muhkem, yaratılışını kılı kırk yararcasına tertipli ve düzenli görüyoruz. Güzel dokunmuş ve mütenasip nakışlarla işlenmiş bir elbiseyi gören kişi, bu elbisenin kuvvetsiz ve kudretsiz bir ölü tarafından yapıldığı veya âciz bir insanın eseri olduğu vehmine kapılırsa, o vakit akıl denilen nimet ve fıtrattan tecerrüd etmiş, ahmaklık ve cehâlet erbabının mesleğine dâhil olmuş olur!..
II Esas: İlim
Allah'ın bütün mevcudatı bilen bir âlim olduğuna, ilmiyle bütün mahlûkatı ihâta ettiğine; ne gökte ve ne de yerde, zerre kadar da olsa hiçbir şeyin O'nun ilminin dışına çıkmadığına ve 'O, herşeyi hakkıyla bilendir' (Bakara/29) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Nitekim şu ayet bize bu gerçeği göstermektedir:
Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır.
(Mülk/14)
Yaratılıştaki incelik ve en küçük şeylerde dahi göze çarpan tertip ve düzen, sâniinin (yapıcısının) bu keyfiyeti bildiğine delâlet eder. Binaenaleyh Allah'ın âlim olduğuna yaratılmışlarla ve yaratmak fiiliyle muttalî olmaktayız. O'nun zikrettiği deliller, hidayet ve tanıtma veya tanıma hususundaki delillerin en âlâsıdır.
III. Esas: Hayat
Allah Teâlâ'nın diri olduğunu bilmektir. Çünkü ilim ve kudreti olan bir zâtın diri olması da bizzarure sabittir. Eğer kudret ve ilim sahibi, müdebbir bir yapıcının diri olmadığı tasavvur edilebilirse, o vakit, yürüyüp gezen mahlûkâttan da 'Acaba canlı mıdır değil midir?' şeklinde şüphe edilmesi de caiz olur. Hatta, sanatlarına rağmen, sanatkârların da canlılıklarından şüphe etmek batmaktan başka hiçbir mânâ ifade etmez.
IV. Esas: İrade
Allah Teâlâ'nın, bütün fiillerinin irade edici olduğunu bilmektir.
Hiçbir mevcut yoktur ki, Allah'ın dilediğine dayanmasın ve O'nun iradesinden neşet etmesin. Çünkü yapıcı ve dönderici yok edici) O'dur; irade ettiğini, en mükemmel bir şekilde yapan da O'dur. Kendisinden, yaptığı her fiilin zıddının da sâdır olması mümkün olan Allah nasıl irade sahibi olmaz? Zıddı olmayan fiiller ise, meydana geldiği zamandan evvel veya sonra da vâki olabilirdi; bu, Allah için mümkündür. Allah'ın kudreti, zıdlar ve ayrı vakitlerle, aynı münasebet ve değişmez ilgiyi kurabilir. Binaenaleyh kudretini, yapılması mümkün olan iki şeyden birisine yönelten bir irade lâzımdır. Eğer malûmun (bilinenin) tahsilinde ilim kâfi gelip iradeye ihtiyaç olmasaydı ve bunun için de 'Birşey ilim tarafından önceden bilinen zamanla var oldu denilebilseydi de ihtiyaç bulunmaması da caiz olacak ve var olacağı ilim tarafından daha önceden bilindiği için kudretsiz var oldu' denilecekti.
V, Esas: Semî ve Basîr
Allah'ın Semî (işitici), Basîr (görücü) olduğuna, kalpteki fısıltıları, vehim ve fikirdeki gizlilikleri gördüğüne, zifiri karanlık bir gecede, kara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı görüp onun ayağından çıkan sesi duyduğuna inanmak ve bunu bilmektir.
İşitmek ve görmek şeksiz şüphesiz kâmil sıfatlardan olduğu halde, nasıl olurda Allah işitici ve görücü olmaz? Hem nasıl olur da, işiten ve gören mahlûk, yaratıcısından daha kâmil olabilir? Masnûun (yapılanın), s âminden daha mükemmel ve daha tamam olması mümkün müdür? İşitme ve görmenin, yaratıklara tahsis edilip de yaratandan esirgendiği taksimin adalet neresindedir? Acaba Allah hakkında eksiklik; yarattığı ve icat ettiği mahlûk için kemâl ne zaman vâki olmuştur; veya cehâlet ve dalâletten ötürü putlara tapan babası ile mücadelede Hz. İbrahim'in delili eğer Allah işitmez ve görmez denilirse nasıl müstakim olabilir? Zira Hz. İbrahim (a.s) babasına aynen şunu söylemişti: 'İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir nesneye nasıl ibadet edersin?' (Meryem /42)
Eğer Hz. İbrahim'in hasımları, onun mabuduna (Mu'tezile'nin iddiasına göre Allah görmez ve işitmezdir) aynı vasıfları izafe etseydi ve haddi zâtında da hâşâ böyle olsaydı, Hz. İbrahim'in delili çürük olur ve mânâya delâleti itibardan düşerdi. Hem de Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi hâşâ doğru olmazdı:
Bu, (gök cisimlerinin batısı), kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibidir. (Herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)
Nasıl ki, Allah'ın âzasız fail (yapıcı ve iş görücü) olduğu, kalp siz ve dimağsız (beyin) âlim olduğu düşünülür ve bu hüküm mâkul ise göz ve kulak olmaksızın görücü ve işitici olması da mâkuldür; zira söylediğimiz bu iki mânâ arasında hiçbir fark yoktur.
VI. Esas: Kelâm
Allah Teâlâ, zâtî ile kaim, ses ve harften mürekkep olmayan bir kelâm (konuşma) ile mütekellimdir (konuşucudur), O'nun kelâmı, başkasınınkine benzemez; varlığının, başkasının varlığına benzemediği gibi... Konuşma, hakikatte nefsin konuşmasıdır. Kırpılan harflerden oluşan seslere gelince bunlar, nefisteki konuşmanın tercümanıdır. Nitekim bazen (dilsizlerle olduğu gibi), nefisteki konuşma iktidarına hareketler ve işaretler de delâlet eder.
Cahil şairlere bile mâlûm olan bu keyfiyet, nasıl olur da bir grup ahmağa (Mu'tezile'ye) meçhul olur ve Allah'ın mütekellim olduğunu inkâr ederler?
İşte cahiliye devrinin bir şairi, şöyle haykırıyor: Muhakkak ve mutlak konuşma kalptedir. Dil'se kalpteki konuşmaya delil kılınmıştır.
'Dilim hadistir; fakat dilimle okunan Kur'ân kadîmdir' diyecek kadar akıl ve ferasetten mahrum bir kimseden ümidini kes! Artık dilini, onunla konuşmaktan muhafaza et.
Kadîm den evvel herhangi bir varlığın mevcut olmadığı hakikatini anlamayan, Bismillâh lafzındaki B harfinin Sin 'den evvel geldiğini, binaenaleyh B'den sonra gelen sin harfinin kadîm ola-mayacağını idrâk edemeyen kimseye, kalben iltifat etme. Zira Allah Teâlâ'nın, bazı kulları kendisine yaklaştırıcı mertebelerden uzaklaştırmasında bizce bilinmeyen, nice sır ve hikmet vardır. Allah kimi dalâlete götürürse, artık ona hidayet edecek kimse mevcut değildir.
Hz. Musa'nın, dünyada, ses ve harf olmaksızın (ilâhî) bir kelâmı işitmesini mümkün görmeyen bir kimse, varsın cisim ve renk olmayan bir mevcudun (Allah'ın) âhirette görülmesini de inkâr etsin. Eğer 'Cismi, kemmiyeti ve keyfiyeti olmayan bir varlığın görülmesi mümkündür; fakat şu ana kadar buna şahid olan görülmemiştir' kanaatımda ise, göz için düşündüklerini kulak hakkında da düşünmeli ve kabul etmelidir. (Hz. Musa'nın sessiz ve harfsiz bir kelâmı işittiğine de inanmamalıdır.)
Eğer Allah Teâlâ'nın tek bir ilmi olduğuna ve bütün mevcudatı onunla bildiğine akıl erdiriyorsa, O'nun bütün ibarelerin delâlet ettiği bir konuşma olan kelâm sıfatına sahip olduğuna da inanmalıdır. Eğer yedi kat göğün, cennet ve cehennemin varlığının küçücük bir yaprağa yazıldığına, kalbin küçücük bir yerinde saklı olduğuna ve bütün bunların kalbin o zerreciğine ve o küçücük yaprağa girmediği halde mercimek tanesi kadar olan göz bebeğine göründüğüne akıl erdiriyorsan, dillerle okunan, kalplerde hıfzedilen, mushaflarda yazılan kelâmın aralara hulûl etmeksizin vukuuna da akıl erdirirsin. Zira eğer Allah'ın Kitabı, yazmakla, kağıda düşüp orada istikrar bulmuş olsaydı, bu durumda Allah'ın da hâşâ isminin yazıldığı kâğıdın içine düşmesi lazım gelirdi ve ateşin de isminin yazılı olduğu kağıdı yakması icap ederdi.
VII. Esas: Sıfatların Kıdemi
Diğer bütün sıfatları gibi Allah'ın, zâtıyla kâim olan kelâmı da kadîmdir. Çünkü Allah'ın, hâdiselere mahal olup istihalelere (değişikliğe) uğraması muhaldir. Allah'ın bütün sıfatlarında zâtında olduğu gibi kadîmlik vasfı vâcibdir. Binaenaleyh Allah'ın zâtına tağyir ve tebdil gelemez ve hâdis olan nesneler de O'nun zâtına hulûl edemez. Aksine Allah, tâ ezelden beri, bütün iyi sıfatlarla muttasıf olduğu gibi ebedde de değişme ve bozulmalardan münezzehtir. Çünkü hadislere muhal olan birşey, hadislerden hâli değildir. Hadislerden hâli olmayan birşey ise hadistir. Hudûs (sonradan olma) vasfı, cisimlere, bozuldukları ve sıfatları değiştiği için verilir. O halde Allah Teâlâ nasıl olur da, tağyir ve tebdili kabul etmek suretiyle, yaratmış olduğa cisimlerle aynı niteliği taşır? Bu hakikatin üzerine 'Allah'ın kelâmı kadîmdir, zâtî ile kâimdir. Hadisler ise o kelâma delâlet eden seslerdir' hükmü bina edilir.
Bir babanın müstakbel (henüz doğmamış) çocuğunu okutmak isteyebileceğine ve bunun da çocuğun doğup büyümesine ve babasının bu isteğim, Allah'ın kendisinde yarattığı bir ilimle anla-masına kadar devam edeceğine akıl erdirebilen bir kimsenin, Allah'ın 'Ben senin rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin' (Tâhâ/12) ayetinin delâlet ettiği isteğin ezelden beri Allah'ın zâtî ile kâim olduğunu, Hz. Musa'nın içinde de bu talebi bilecek bir ilmin yaratıldığını, Musa'nın (a.s) var olduktan sonra bu talebe muhatap olup, o kadîm kelâmı dinlediğini de kabul etmelidir.
VIII. Esas: İlim Sıfatının Kıdemi
Allah'ın ilmi kadîmdir. Allah, daima zât ve sıfatını bildiği gibi, mahlûkâtından sâdır olan fiilleri de bilmektedir. Vücûda getirilen mahlûku bilmesi için yeni bir ilme ihtiyacı yoktur; çünkü bütün bunları ezelî ilmiyle bilir. Meselâ Zeyd'in güneş doğacağı sırada geleceğine dair bir bilgimiz varsa ve bu, güneş doğuncaya kadar devam ederse, Zeyd'in gelişini bilmemiz yeni bir ilme değil, eski ilmimize dayanmış olur. İşte Allah'ın ilminin kadîm olmasını da böyle anlamak gerekir.
IX. Esas: İrade Sıfatının Kıdemi
Allah'ın iradesi kadîmdir. Bu irade, hadislerin, ezelî programa göre kendilerine takdir edilen uygun vakitlerde vukû bulacağına taalluk etmiştir. Eğer Allah'ın iradesi hâdis olmuş olsaydı, muhakkak hadislerin mahalli olurdu. Eğer Allah'ın iradesi, zâtında değil de başka bir yerde meydana gelseydi, o vakit de irade edici olmazdı. Tıpkı yapmadığın bir hareket ile, hareket etmiş sayılmadığın gibi...
Allah'ın iradesi, eğer hâdis olmuş olsaydı, birşey yapabilmesi için hâşâ başka bir iradeye ihtiyaç duyardı. Böylece yapıcı irade de başka bir iradeye muhtaç olacağı için bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru devam edip giderdi. Eğer bu iradeyi iradesiz yapmak caiz olsaydı, âlemin de iradesiz yapılması caiz olurdu. (Âlemin iradesiz, kör bir tesadüf eseri olarak yapılması muhal olduğuna göre, birinci iradenin de eğer hâdis kabul edilirse iradesiz yapılması muhal olur?)
X. Esas: İlim ve İradesinin Kıdemi
Şüphesiz Allah, ilimle âlim, hayatla diri, kudretle kadir, iradesi ile irade edici, konuşma ile mütekellim (konuşucu), dinleme ile semî ve görmek ile basîr dir. Bu kadîm sıfatlar Allah'a aittir.
Kişinin 'Allah ilimsiz âlimdir' demesi, 'Malsız zengindir, âlimsiz ilimdir, mâlumsuz âlimdir' demesi gibidir. Çünkü ilim, mâlûm ve âlim, tıpkı öldürmek, öldürülen ve öldüren gibidir ki biri olmadığı zaman diğeri de olmaz. Öldürme fiili olmaksızın öldürenin ve öldürülenin tasavvur olunamayacağı gibi, öldüren olmaksızın öldürülenin ve öldürme olayının tasavvuru da mümkün değildir. İşte böylece ilimsiz âlim, mâlumsuz ilim ve ilimsiz mâ-lûm da tasavvur edilemez. Bu üç vasıf, aklen biri diğerinden ayrılamayan şeylerdir. Binaenaleyh âlimin ilimden ayrılmasını caiz gören bir kişi, âlimin malumattan, ilmin de âlimden ayrılmasını caiz görmelidir. Çünkü bu sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.
Akaid Kaideleri
- Kelime-i Şehâdet Hakkındaki İnanc
- Hayat ve Kudret
- Fiiller
- Şehâde'fin İkinci Kelimesinin Anlamı
- Nekir ve Münker'in Sualleri,Kabir Azâbı,Mizan,Sırat,Kevser Havuzu,Hesap,Şefaat,Tevhid Ehli'nin Cehennemden Çıkması,
- Sahabe-i Kiram Hakkında Hüsn-ü Zan Gerekir
- İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi
- Kudüs Şehrinde Yazmış Olduğumuz Kav âid' ül-Akâid
- Allah zâtının varlığı
- Allah'ın sıfatlarını bilmek
- Allah'ın fiillerini bilmek
- Sem'iyât (naklî deliller) ve Rasûlullah'ın haber verdiği şeyleri tasdik ve doğrulamak
- İman, İslâm ve Bu İki Terim Arasındaki Birleşme ve Ayrılma, İman ile İlgili Artma ve Eksilme