Giriş

Kullarına lütfederek onları nezâfete mecbur eden Allah'a hamd u senalar olsun.
Temizlenmeleri için kalplerine nur lütuflarını akıtan, rikkat ve letâfet özelliğine sahip bulunan su ile bedenlerini temizlemeye imkân veren Allah'a şükürler olsun.
Kâinatın tümünü hidayet nuruyla dolduran Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed Mustafa'ya, O'nun güzel ve temiz âline, kıyâmet gününde, bereketiyle, korkudan bizi kurtaran, bizimle her türlü âfetin arasına bir siper gibi giren o zâta salât ve selâm olsun!
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Orada günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.
(Tevbe/108) Hz. Peygamber ise şöyle buyurmuştur:

Din nezâfet üzerine binâ edilmiştir.1
Namazın anahtarı temizliktir.2
Temizlik imanın yarısıdır.3

Yine Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
Allah size bir güçlük dilemez. Fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki, şükredesiniz.
(Mâide/6)
Basîret sahipleri bu ayet ve hadîslerin zahirlerine bakarak İslâm'da kalp temizliğinin herşeyin başında geldiğine hükmettiler.
Çünkü Hz. Peygamber'in 'Temizlik imanın yarısıdır' hadîsinden, sadece su ile temizlenip atılan kirler kastolunmamıştır; zira sularla zahirî kirler temizlense dahi, kalp, harâbe ve kirlerle dolu oldu mu böyle bir zahirî temizlik nasıl olur da imanın yarısı olabilir? Olamaz ve olması da uzak bir ihtimaldir.

Taharetin dört mertebesi vardır:

Birinci mertebe: Zâhirî necaset ve pisliklerden temizlenmektir.
İkinci mertebe: Azaları günahlardan temizlemektir.
Üçüncü mertebe: Kalbi çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir.
Dördüncü Mertebe: Sırrı mâsivadan temizlemektir. Bu tür temizlik, temizliğin en yüksek derecesidir ancak peygamberlere ve sıddîklara mahsustur.

Bu dört mertebenin her birindeki temizlik, o sahadaki çalışmanın yarısıdır. Çünkü sırrın çalışmasındaki en büyük gaye, çalışana, Allah'ın celâl ve azametinin görünmesidir. Allah'tan gayrı şeyler, sırdan göç edip çıkmadıkça, hakikî olarak Allah'ın marifeti o sırda konaklamaz. Bu sırra binaen Allah Teâlâ "De ki: 'Allah o kitabı indirdi'. Sonra onları bırak, bâtıl dedikodularında oynayadursunlar" (En'am/91) buyurmaktadır.
Çünkü Allah'ın marifeti ile Allah'tan gayrı şeylerin bir kalpte toplanması ve bir araya gelmesi mümkün değildir

Allah Teâlâ bir kişinin göğsünde iki kalp yaratmış değildir ki, mârifetullah birinde, Allah'tan gayrı şeyler de diğerinde olsun!
Kalp amelinin en büyük hedefi; kalbi, güzel ahlâk, sahih ve meşrû inançlarla süslemektir, Kalp, bu iyi ahlâk ve meşrû inançların zıdlarından temizlenmedikçe onlarla sıfatlanamaz. Fâsıklık ve rezil inançlar atılmadıkça öbürleri kalpte yerleşemez. Bu bakımdan kalbin temizlenmesi, kalp amelinin yarısı ve ikinci yarısının da tamamlanmasında şart koşulan birinci parçasıdır, İşte temizlik, bundan dolayı ve bu mânâ ile imânın yarısı veya parçası olmaktadır.

Azaların yasaklardan temizlenmesi de böylece âza amelinin yarısıdır ve ikinci yarısının oluşmasında da şarttır. Bu bakımdan âza amellerinin yarısı temizlenmeleridir.
Bu temizlik aynı zamanda âzanın tamirinde büyük rol oynayan ibadetlerin doğru olmasının da şartıdır. İşte imanın makamları bunlardan ibarettir ve her makamın bir derecesi vardır.

Kul, o derecelerin üstüne, ancak o derecelerden geçmek suretiyle varabilir. Çirkin sıfatlardan sıyrılmadan sırrın temizliğine, kalbi, çirkin ahlâktan temizlemeden iyi ahlâkla tamirine varılamaz.
Azalan huylardan temizleyip bu dereceyi geçmeden, ibâdetlerin mânevî süslenmelerine erişemez. Matlûb ne kadar aziz ve şerefli ise, ona varmak için o nisbette zorluklar olduğu gibi, ona giden yol da uzun ve dağdağalı olur.
Sakın bu emre, temenniler ve kolaylıkla varılacağını zannetme. Evet, basiret gözü kör olup, bu derecelerin farklılığını idrâk etmeyen bir kimse, taharetin mertebelerinden ancak istenilen öze nisbetle kabul mesabesinde bulunan en son derecesini anlayabilir ve ötesine çıkamaz. Bu bakımdan, basireti kör olan bir kimse, ancak taharetin en basit mertebesine dalar ve onun mecralarını teker teker arar, bütün vaktini istincâ yapmak, elbise yıkamak, zahirin temizliğini yapmak ve bolca akan suları aramakla geçirip zayi eder.
Vesvese ve hayâlin hükmüyle Allah ta-rafından istenilen şerefli taharetin sadece bu olduğu zannına kapılır. Selef-i sâlihînin sîretini bilmediği gibi, onların bütün vakitlerini kalbin temizlenmesine ve tefekküre sarfettiğini de bilmez ve onların, içlerinin temizliği yanında bedenî temizliğe pek önem vermediklerinden de gafildir.

II. Halife Hz. Ömer (r.a) o kadar büyüklüğüne rağmen, hristiyan bir kadının testisindeki sudan abdest aldığından ve ashâb-ı kirâmın yağlı yemeklerden sonra ellerini su ile yıkamak suretiyle değil, ancak ayaklarının altına sürmekle iktifa ettiklerinden, sabun yerine esnan denilen köpüklü bitki ile yıkanmayı yeni çıkmış bid'atlardan saydıklarından gafildirler.

Ashâb-ı kirâm (r.a) camilerde toprak üzerinde namaz kılar, yollarda yalın ayak gezerlerdi. Toprak üzerine tevâzularından dolayı, oturanlar ashabın en büyüklerinden sayılırdı, İstincada sadece taş ile temizlenmekle iktifa ederlerdi.
Ebû Hüreyre ve diğer Suffe ashabı şöyle anlatmaktadırlar:

Biz kızartılmış eti yer, namaz için kamet getirildiği zaman, parmaklarımızı mesciddeki kumların arasına sokar ve toprakla siler, derhal namaza istirâk ederek tekbir alırdık.4
Hz. Ömer şöyle anlatır:

'Biz Rasûlullah'm zamanında köpüklü esnan ile yıkanmanın ne olduğunu bilmezdik. Bizim mendillerimiz ayaklarımızın altıydı. Yağlı birşey yediğimiz zaman elleri-mizi ayaklarımızın altına sürmek suretiyle temizlerdik'.5

Rasûlullah'tan sonra ilk başgösteren bid'atların dört tane olduğu söylenir:
1- Elekler ve kalburlar, 2- Köpüklü esnan, 3- Sofralar, 4- Doya doya yemek.
Bu bakımdan ashabın bütün gayesi; bâtınlarını temizlemek ve bu sayede Rasûlullah'a lâyık bir ümmet olmaktı. Hatta onlardan bazıları 'Nalınlarla namaz kılmak, onları çıkarıp namaz kılmaktan daha efdaldir' buyurmuştur. Çünkü Hz. Peygamber, Cebrâil kendisine 'Senin nalınlarında necâset vardır' dediği zaman onları çıkarmış ve öylece namaza durmuştur.

Rasûlullah'ın nalınlarını çıkardığını gören ashâb da kendi nalınlarını çıkarmıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) 'Nalınlarınızı neden çıkardınız?'6 diye sormuştur.

İmam Nehâî namazda nalınlarını çıkaranlar hakkında 'Temiz nalınını çıkarıp öylece namaza başlayanların nalınlarının muhtaç bir kimse tarafından alıp götürülmesini temenni ediyorum' buyurmuştur.
İşte selef-i Sâlihîn, zahirî emirlerde, bu kadar musâhale ve kolaylık taraftarı idiler. Çarşı ve sokaklardaki çamurlarda yalın ayak gezer ve o çamurların üzerinde, icabında sakınmadan otururlardı.
Mescidlerde hiçbir şey sermeden yerde namaz kılar, hayvanlar ile sürülen ve hayvanların kirlettiği buğday ve arpa unundan çekinmeden yerler o, necasetler içerisinde yuvarlanan deve ve atların terinden sakınmazlardı.
Selef-i sâlihînden hiç kimsenin zahirî necasetlerin ince teferruatına dalıp sorduğu nakledilmemiştir. İşte selefin zahirî necasetler hakkındaki kolaylık ve musahelesi bu raddeye varmıştı.
Zamanımızda, cehaletin ifrat derecesini nezafet ve temizlik sayan bir gruba sıra gelmiştir. Maalesef bu grup, cehaletin ifratından gelen zahiri temizlikleri dinin temel ve esası olarak kabul etmektedirler. Vakitlerinin çoğunu gelinleri süsleyen, tel ve duvak takan kadınlar gibi zahirî süslere hasretmektedirler.
Bâtınları ise, harâb olduğu gibi, kibir, ucub, cehalet, riya ve nifak pislikleriyle de doludur.
Bu kötü fiillerini kötü görmedikleri gibi tasvip de etmektedirler. Eğer bu zamanda bir mü'min sadece taş ile istincâ etmekle iktifa ederse, yalın ayak gezerse, seccadeyi kaldırıp toprak üzerinde namaz kılarsa veya seccade yerine mescidin hasırları üzerinde namazlarını eda ederse veya ayağına deriden yapılmış terlik giymeksizin halılar üzerinde gezerse veya ihtiyar bir kadının testisinden veya mütedeyyin (dindar) olmayan bir kişinin tasarrufunda bulunan bir sudan abdest alırsa, böyle bir kimsenin başına kıyamet kopar ve yaptıklarını şiddetle itham ederek kendisini pis insan olarak kabul ederler. Cemaatlerinden uzaklaştırır, onunla arkadaşlık
yapmayı, hele onunla yemek yemeyi çok kötü birşey kabul ederler.

Bu bakımdan zamanımızdaki cahiller, imandan olan yamalı ve perişan görünüşü pislik ve ahmaklık; sözde temizliği ise nezafet kabul ederler. Bu bakımdan mârufun münker (yani iyinin kötü) ve münkerin de mâruf sayıldığını, dinin hakikatinin silinip, şekilciliğin dinî hakikatin ve dinî ilimlerin yerini aldığını, şu zamanımızda, kolayca müşahede edebiliriz.

'Sen sûfîlerin sonradan ihdas ettikleri şeklî ve zahirî temizliklerini de mi haram ve münkerâttan sayıyorsun?' diye soracak olursan, iyi bil ki tafsilât vermeksizin mutlak bir şekilde sûfîlerin yaptıklarına 'haram' ve 'münker' demekten Allah'a sığınırım.
Ancak diyebilirim ki; tasavvuf ehlinin hallerinde görünen nezâfet ve bu nezâfet için çekilen zorluklar ve hazırlanan kap ve âletler, kullanılan terlikler ve yüzü toz ve pisliklerden korumak için başa geçirilen peçeler ve diğer sebepler, mücerret bir şekilde zatlarına bakılırsa, mubahtırlar. Bazen onları iyiliklerden saydıracak niyet ve durumlarla bir arada bulunduğu gibi, bazen de haram ve münkerâta sürükleyecek niyetlerle beraber bulunurlar.

Haddi zâtında mübâh olmalarına gelince, bu gizli olmayan bir hakikattir. Çünkü malın sahibi bu şeyleri yapmak suretiyle malında, beden ve elbisesinde tasarruf etmektedir. Zayi edip, israfa kaçmadıkça bunlarda tasarruf yapabilir.

Haram ve mahzurlu olmalarına gelince, onları dinin esası olarak kabul ve Hz. Peygamber 'Din, nezafet temeli üzerine binâ edilmiştir' hadîs-i şerifini onlarla tefsir etmesi sebebiyle olur ki, şekilciliği dinin esası ve bu hadîs-i şerifin tefsiri olarak telakki eden kimseler, selef-i sâlihînin gidişatını takip edip şekilciliğe dalmayanları günahkâr ve âsî kabul ederler. Böyle bir telâkki ise, felâketin katmerlisidir.
Bu yaptıklarıyla zahirlerini halka süslü göstermek ve halkın dikkatini çekmeyi kastediyorlar. İşte böyle bir davranış şeriatın çirkin gördüğü riyakârlığın tâ kendisidir.

Bu bakımdan sûfîlerin giyiniş ve kuşanışları bu iki sebebe dayanırsa mahzurlu ve haramdır. Eğer bu giyim ve kuşamdan gaye zahirî süs değil de ancak iyi bir niyetse, o takdirde bu giyiniş ve kuşanış münker değildir. Fakat bununla beraber, bu şekilde giyinmeyen ve kuşanmayanlara da hücum etmemek gerekir. Böyle giyim ve kuşamla meşgul ol-mak suretiyle namazı, vaktinin evvelinden tehir etmemek ve daha efdal olan bir ameli onun için bırakmamak, ilim ve benzeri iyi amellerin gecikmesine sebep olmamak şartıyle mübâh ve helâl olabilir.

Eğer menfî bir tesir yapmayıp iyi bir niyetle yapılırsa Allah'a yaklaştırıcı bir amel olarak kabul edilmesi de mümkündür. Fakat böyle bir giyim ve kuşam, ciddiyetle çalışanlara kolay kolay müyesser olamaz. Ancak tembellere nasib olur ki o tembeller de eğer vakitlerini bu zahirî süslere sarfetmeseler, mutlaka ya uyku ile veya boş konuşmalar ve dedikodu yapmak suretiyle geçireceklerdir.

Bu bakımdan tembellerin zahiri giyiniş ve kuşanışla ilgilenmeleri daha evlâdır. Çünkü zahiri taharet ve temizliklerle meşgul olmak hiç olmazsa, zaman zaman Allah'ın zikrini gerektirir ve ibâdetleri hatırlatır.
Bu bakımdan böyle bir gidişat şeriatça münker olmayan veya israf sayılmayan bir duruma insanı sevketmedikçe zararsız bir hareket olarak kabul edilebilir.
İlim ve amel ehline gelince, onların, ancak zarurî ihtiyaç miktarı vakitlerini, zahirî taharet ve temizliklere sarfetmeleri câiz olabilir. Zarurî ihtiyaçtan fazla böyle şeylere vakit sarfetmek ilim ve amel ehline uygun bir davranış değildir ve mücevheratın en kıymetlisi olan ömrü fuzulî yere sarfedip, eldeki fırsatı değerlendirmemek gibi bir felâkettir.

'Nasıl olur da, ilim ve amel ehlini istisna ederek, diğer kimselere ruhsatlı olan birşeyi onlar için ruhsatlı sayamazsın' denilemez ve bu ayırıma şaşmak da gerekmez.
Çünkü Ebrâr'ın iyilikleri Ebrar'dan daha üstün olan Mukarribler için kötülük sayılmaktadır. Yani avam için ruhsatlı olan; işlenmesinde hiçbir mahzur bulunmayan hareketler havâss için mahzurludur.
Tembeller nezafeti terkedip ve nezafete ihtimam veren ehl-i tasavvufa hücum etmemeli ve 'Ben zahirî nezafeti terketmek suretiyle kendimi sahâbe-i kirama benzetiyorum' iddiasında da bulunmamalıdır.
Çünkü ashaba, zahirî temizliğe pek önem vermemek suretiyle benzemeye çalışmak, ancak zahirî temizlikten daha önemli olan iç temizliğiyle meşgul olunduğu takdirde mümkün olabilir.

Nitekim Dâvud-i Tâî'ye 'Neden sakalını taramıyorsun?' denildiği zaman şu cevabı vermiştir: 'Eğer sakalımı taramaya vakit bulursam, o zaman iç temizlikten kurtulmuşum demektir'.

İşte bu sır ve hikmete binaen öğreten âlim, öğrenmek isteyen talebe ve ilmiyle amel etmek isteyen âlimin elbiselerini kendi eliyle yıkamak suretiyle vaktini harcamasını uygun bulmuyorum.

'Yıkayıcılar, belki yıkadıkları şeylerde kusur eder, temiz sularla yıkamıyorlar da ondan dolayı ben, bizzat kalbim mutmain olsun diye bu vazifeyi görüyorum' demek suretiyle kendisini mâzûr göstermek de doğru birşey değildir.
Çünkü selef, tabaklanmış derileri giyerek namazlarını kılar, debbağm kimliğini ve tabaklanmış elbisenin temiz veya necis birşeyle mi bu hale getirildiğini sormazlardı. Ancak necaseti gözleriyle gördükleri zaman sakırıırlardı.
İnce ihtimallari kaale alıp detaylara inmezlerdi. Onlar sadece riyanın ve zulmün inceliklerine dalıp, derin derin düşünmeyi iş edinirlerdi.
Bir ara Süfyan es-Sevrî (r.a), beraberinde yürüyen ve o esnada başını kaldırıp ma'mur ve yüksek bir kapıya bakan arkadaşına 'Sakın ona ve onun gibi kapılara bakma. Çünkü senin gibiler o kapılara bakmamış olsaydı, onların sahipleri de bu israfa girmezlerdi' buyurmuştur.

Bu bakımdan şatafatlı bir kapıya bakan bir kimse, kapıyı o şekilde yapıp israfa girenin yardımcısı olur. İşte selef-i Sâlihîn, zihinlerini bu incelikleri elde etmek için kullanırlardı. Zahiri necasetin ihtimallerinde zihin yormazlardı...
Âlimin, elbisesini ona yıkatması ve kendisinin de ilimle meşgul olması kendisi için daha efdaldir. Çünkü alim, elbisesini yıkayıcıya yıkatmak suretiyle ona ücret verip kolaylık gösterdiği için iyilik yapmıştır. Yıkayıcı ise, nefsi emmâresini, helâl bir amelle meşgul etmekle susturmuş ve meşguliyeti müddetince günahlardan kurtulmak suretiyle iyilik yapmış olur.
Çünkü nefis birşeyle iştigal etmediği takdirde sahibini meşgul eder. Eğer yıkayıcı, âlimin elbisesini yıkamakla bir âlime iyilik yapmak niyetini taşıyorsa, bu niyetiyle bu hareket, onun için en faziletli hareketlerden birisi olur. Bu bakımdan âlimin, vaktini, elbise yıkamak gibi basit şeylere sarfetmesi uygun bir hareket olmadığı için elbisesini yıkayan birisinin bulunması ve o sayede vaktini ilim tahsiliyle değerlendirmesi, âlim için en iyi harekettir. Yıkayıcı da böyle bir hareketle meşgul olup nefs-i emmârenin desiselerinden kurtulursa, kendisi için hayırlı olur. O halde her iki taraftan, yani âlimin tarafından da, yıkayıcının tarafından da hayırlar oluk şeklinde akar.
Bu misâl ile buna benzer çalışmaların neticeleri düşünülüp idrâk edilebilir. Çalışmaların faziletleri ve bir kısmının diğerinden önce gelmesinin gerekliliği de böylece anlaşılabilir. Bu bakımdan ömrün sayılı dakikalarını en önemli işlere sarfetmek, bütün dünya işlerini incelemek ve saymaktan daha önemlidir.
Bu mukaddimeyi hakkıyla idrâk ettiğin zaman, taharetin dört mertebeli oluşu sana güneşten daha bâriz bir şekilde görünür. Bundan sonra bilmen gerekiyor ki, biz bu bölümde taharetin dördüncü mertebesi olan zahirî nezafetten başka birşeyden bahsetmeyeceğiz. Çünkü bu bölümün birinci şıkkında sadece zahirî ve bedenî taharetten bahsedilir.
Bu hakikatlerden sonra deriz ki; zahirin temizlenmesi üç kısma ayrılır:

A)Pisliklerden
B)Hadesten
C)Bedenin ifrazatlarından

Bedenin ifrazatlarından temizlenmek, ancak tırnakların kesilmesi, kasıkların kazınması veya ilaçla kıllarının giderilmesi, sünnet ameliyesi ve benzerleriyledir



1)Hadîse bu şekliyle muttali olamadığını söyleyen Irâkî, İbn Hibban'm Hz.Aişe'den naklettiği 'Temizlenin; zira islâm temizliktir' şeklindeki hadîsi
göstermektedir. Krş. Taberânî, Evsat, (İbn Mes'ud'dan zayıf bir senedle)

2)Ebû Dâvûd ve Tirmizî, (Hz. Ali'den); Tirmizî, 'Tahâret babında en sahihve en hasen hadîs budur' demektedir
3) Tirmizî, (Benî Selim kabilesine mensup bir kişiden)
4) İbn Mâce? (Abdullah b. Hâris'ten)
5) Irâkî, Hz. Ömer'den böyle bir rivayete rastlamadığım söylerken, İbn Mâce
buna benzer ve daha kısa bir hadîsi Hz. Câbir'den rivayet etmektedir.