6.Uzlete Çekilmenin Âfetleri
Din ve dünyanın birtakım maksatları vardır ki, ancak başkasının yardımıyla insan onlardan istifade edebilir. Ancak insanlarla oturup kalkmak suretiyle onlar elde edilir. Bu bakımdan insanlara karışmakla istifade edilen herşey, uzlete çekilmekle elden kaçar. Onun elden kaçması uzlete çekilmenin âfetlerindendir. Öyle ise insanlara karışmanın faydaları ve insanı ona çağıran sebeplere bak, onların ne olduğunu anla. Onları öğretmek, öğrenmek, faydalanmak, faydalandırmak, edep vermek, edeplenmek, ünsiyet elde etmek, başkasına ünsiyet vermek, sevap elde etmek, hakları yerine getirmek suretiyle sevaba nail olmak, tevazuû öğrenmek, hâllerin müşahedesinden tecrübeler elde etmek ve bun-lardan ibret almaktır. Bu bakımdan biz bunları uzun uzun açıklayalım. Çünkü bunlar insanlara karışmanın faydalarıdır ve yedi tanedir:
I. Öğrenmek ve Öğretmek
Biz öğrenmenin ve öğretmenin faziletini Kitab 'ul-İlim'de zikretmiştik. Öğretmek ve öğrenmek dünyada ibadetlerin en büyükleridir.Öğretmek ve öğrenmek, ancak insanlarla oturup kalkmakla mümkün olabilir. Fakat ilimler çoktur. Bir kısmına insanoğlu hiç de muhtaç değildir. Bir kısmı da dünyada zaruridir. Bu bakımdan, boynuna farz olan ilimleri öğrenmeye muhtaç olan kişi, bunları öğrenmeden uzlete çekilirse asi olur. Eğer farz kısmını öğrenir, ilimlere dalmak içinden gelmez ise, ibadetle meşgul olmayı daha verimli görürse, o zaman uzlete çekilebilir. Eğer şer'î ve aklî ilimlerde ilerleme imkânı var ise, öğrenmezden önce uzlete çekilmek, böyle bir kişi için çok büyük bir kayıp olur. Bu sırra binaen Nehâî ve başka âlimler 'Önce fıkıh öğren sonra uzlete çekil' demişlerdir.
Öğrenmeden önce uzlete çekilen bir kimse, birçok durumunda vaktini uyku veya bir hevesi düşünmekle ziyan etmiş olur! Gayesi vakitlerini virdlerle değerlendirmektir. Beden ve kalp ile yapmış olduğu amellerinde çalışmasını boşa çıkaran ve farkında olmaksızın amelini iptal eden gururun çeşitlerinden bir türlü kurtulamaz. Allah ve Allah'ın sıfatları hakkındaki inancı vehmettiği zanlardan kurtulamaz. Bu vehmin içerisinde kalbine gelen bozuk düşünce ve inançlardan birtürlü yakayı kurtaramaz. Bu bakımdan birçok durumlarda şeytana maskara olur. Oysa kendisini ibadet edenlerden görür. Bu bakımdan, ilim dinin esasıdır. Avam ve cahillerin uzlete çekilmelerinde hayır yoktur.
Avam ve cahillerden gayem halvette ibadet etmeyi bilmeyen ve halvette kendisine lazım olan herşeyi anlamayan kimselerdir. Bu bakımdan nefsin misali, hastanın misali gibidir. Hasta bir doktora muhtaçtır. Cahil hasta doktor olmadığı zaman doktorluğu öğrenmeden önce şüphesiz hastalığı artıkça artar. Bundan dolayı uzlete çekilmek, ancak âlim kişiye lâyıktır. Öğretmekte ise büyük sevap vardır. Yeter ki, öğreten ile öğrencinin niyetleri doğru olsun. Ne zaman ki, gayeleri post kapmak, arkadaş ve talebeleri çoğaltmak olursa bu hareket dinin helâkidir. Biz bunun yolunu Kitab 'ul-İlim'de zikretmiştik.
Bu zamanda âlimin yapması gereken şey, eğer dininin selâmetini istiyorsa, uzlete çekilmektir. Zira âlim kişi, sadece dini için fayda arayan öğrenci bulamaz. Ancak süslü konuşmayı, avamın kalbini çelmeyi veya akran ve emsalini susturmak ve zor meseleleri çözmek isteyen talebeleri görür. Bunlar böylece sultana yaklaşmak isterler. Öğrendiklerini münakaşa, böbürlenme ve mücadalede kullanmak ister! Bu zamanda tercih edilen mezhep ilmidir. Bu da çoğu kez ancak emsal ve akranını geçmek için işlenir.
Mevkî elde edip devlet mallarını çarçur etmek için, çoğu zaman bu istenilir. İşte din ister ki insan bütün bunlardan uzak olsun.
Eğer sadece Allah rızasını isteyen bir talip görülürse, ilimle Allah'a yaklaşmak isteyen birine tesadüf edilirse, ondan uzak durup ona ilim öğretmemek, ilmi ondan gizlemek en büyük günahtır. Böyle bir talebe ise, koskoca bir memlekette ya bir veya iki tanedir. İnsanların, Süfyan es-Sevrî'nin 'Biz ilmi Allah'ın gayrisi için öğrendik. Fakat ilim Allah'tan başkası için olmayı kabul etmedi' sözüne aldanması uygun değildir! Zira fakîhlerden çoklarının ha-yatlarının sonuna bak! Dünyayı istemeye dalıp dünyaya sarıldıkları bir durumda veya dünyadan el çekip zahid oldukları halde ölüp ölmediklerini dikkate al. Çünkü 'Hiçbir zaman söz, müşahede gibi olmaz'.40
Süfyan es-Sevrî'nin işaret ettiği ilim; hadîs, tefsir ve sîret ilmidir. Çünkü bu ilimlerde korkutma ve sakındırma vardır. Bu ilimler, Allah'tan korkmanın vesilesidir. Eğer bu ilimler, o esnada tesir etmezse dahi muhakkak gelecekte tesir eder. Kelâm, muamelat ve husumet fetvalarıyla ilgili bulunan, mezhebini ve hilafını açıklayan mücerred fıkıh ilmi ise, dünya için bu ilimlere rağbet eden bir kimse hiç de Allah'a dönüş yapmaz. Böyle bir kimse ömrünün sonuna kadar hırsında devam edip gider. Umulur ki, bu eserimize (İhyâ-i Ulûm'id-Din) koyduğumuz hakikatlerin öğrenilmesi, dünya için dahi öğrenilse caiz olsun. Çünkü umulur ki ilim isteyen bu hakikatler vasıtasıyla ömrünün sonunda kendini düzeltir. Çünkü bu kitap Allah'tan korkutucu, ahirete teşvik edici ve dünyadan sakmdırıcı hakikatlerle doludur. Bu ise, hadîs ve Kur'an tefsirlerinde tesadüf edilen hakikatlerdir. Kelâm, hilaf ve hiçbir mezhepte bunlara tesadüf edilmez. Bu bakımdan, insanın kendini aldatması uygun değildir. Çünkü kusurunu bilen bir kul, mağrur bir cahilden veya aldanmış bir cahilden daha saadetlidir.
Öğretmeye rağbet gösteren her âlimin gayesinin dünya ehli yanında kabul olunmak ve post kapmak olmasından korkulur! Onun nasibi hali hazırda cahilleri zelil etmek ve onlara karşı çalım satmakla lezzetlenmektir. İlmin afeti kibir ve gururdur. Nitekim Hz. Peygamber de bu hakikati ifade buyurmuştur41 ve busırra binaen Bişr, hadîs kitaplarından on yedi yük kitabı toprağa gömdükten sonra hadîs rivayet etmemiş ve şöyle demiştir: 'Benim canım hadîs rivayet etmeyi istiyor. Bunun için hadîs rivayet etmiyorum'.
Yine bu sırra binaen şöyle demiştir: 'Haddesena (Bize filan zat hadîs nakletti) demek dünya kapılarından bir kapıdır. Ne zaman kişi 'Filancadan hadîs bize geldi' derse, o ancak şunu demek ister: 'Bana yer açınız! Beni başa geçiriniz'.
Rabia Adeviyye Süfyân es-Sevrî'ye şöyle der:
- Eğer sen dünyaya talip olmasaydın ne mutlu bir kişiydin!
- Ben dünyanın nesine talip olmuşum?
- Hadîs rivayet ediyorsun ya?
Yine bu sırra binaen Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Kim evlenirse veya hadîs talep ederse veya sefere çıkmakla meşgul olursa, muhakkak ki bu kimse dünyaya meyletmiş sayılır'.
Buraya kadar zikrettiğimiz afetlere Kitab'ul-İlim'de işaret etmiştik. En uygunu, uzlete çekilmek suretiyle bu âfetlerden korunmaktır. Mümkün olduğu kadar arkadaşları azaltmaktır. Öğrenip öğretmek suretiyle dünyalık peşinde olanlar için en doğru yol, eğer akıllı ise, şu zamanda o tedris ve tâlimi terketmektir.
Ebu Süleyman Hattabî şu sözünde ne kadar doğru söylemiştir:
Sen, sohbetini talep edip senden ilim öğrenmek isteyenleri bırak! Senin için onlardan ne mal, ne de güzellik gelir. Onlar zahirde arkadaş, bâtında ve gizlide düşmandırlar. Sana rastladıkları zaman, yağcılık yaparlar. Onlardan biri sana gelirse, seni kontrol eder. Senin yanından çıktığı zaman aleyhinde konuşur. Onlar münafıklık ve koğuculuk yaparlar. Hile ehlidirler. Onların yanına gelip toplanmalarına aldanma. Onların gayeleri, ilim değildir. Post kapmak ve mal toplamaktır. Seni, kötü ihtiyaçlarına ve çirkin çıkarlarına merdiven yaparlar, ihtiyaçlarına seni binek edinirler! Eğer onların gayelerinden biri hakkında az bir kusur gösterirsen, senin en kuvetli düşmanın kesilirler. Sonra sık sık sana gelip gider ve senin zayıf tarafını öğrenmek isterler ve bunu da senin üzerine bir minnet sayarlar. Namusunu, mertebeni ve dinini onlar için feda etmeyi senin boynunun borcu olarak görürler. Düşmanlarına düşman, yakınlarına yardımcı, hizmetçilerine hizmetçi ve dostlarına dost olmanı beklerler. Bir ahmak gibi ellerinde maşa olursun. Oysa sen de fakihsin. Reis olduktan sonra mevkiinden ayrılıp gelip onların arkalarına, zelil bir şekilde takılmanı isterler. Bunun için şöyle denildi: İnsanlardan uzaklaşmak tam bir mürüvvettir.
İşte Hattabî'nin sözü bundan ibarettir. Her ne kadar bu ibare onun birtakım lafızlarına muhalif düşüyorsa da, bu söz, hakîkat ve doğruluktur. Zira sen birçok müderrisleri görürsün ki, daimi bir kölelik ve kendilerini atılmaz ağır bir yük altında hissedip yanına gelip gidenlere karşı ezilmektedirler! Gelen talebe öğretmeni âdeta borçlu gibi görmektedir.
Eğer müderrisler, onlar için devletten bir maaş temin etmeyi tekeffül etmezlerse, çoğu zaman müderrisin yanına gelip gitmezler. Sonra zavallı müderris, kendi malından karşılayamadığından böylece onu temin etmek için durmadan saltanat erbabının kapılarına gidip gelir. Zillet ve zorlukları zelil ve kıymetsiz bir kimse gibi çeker! Hatta ders okuyana haram kaynakların bir kısmından haram mal yazdırıp temin eder. Bundan sonra idareci bu iyiliğine karşılık müderrisi daima köle gibi görür, nezdinden bir nimet olarak saydığı malı tekrar ona teslim edinceye kadar gö-revlendirmek ister, zelil ve rezil eder.
Sonra müderris, bir de onu arkadaşlarına taksim etmenin zorluğu içerisinde kıvranır. Eğer aralarında eşit bir şekilde taksim ederse, fazla almaları gereken yetişkinler ondan nefret ederler. Onu hamakat ve idraksizliğe nisbet ederler. Onu kimin daha fazla masrafa muhtaç olduğunu idrak edememekle suçlarlar. Adalet ve hakların ölçüsünü bilmemekle itham ederler. Eğer eşit bir şekilde değil, farklı bir şekilde taksim ederse, bu sefer onların ahmakları, demirden yapılmış dilleriyle hücum ederler. Kükremiş arslanlar ve yırtıcı yılanlar gibi, ona hücum edip sokmak isterler. Kısacası müderris dünyada onların zahmetlerini çeker durur. Ahirette de onlara taksim ettiğinin ve aldığının hesabını vermekte ter döker!
Hayret! Müderris bütün bu felaketlere rağmen kendini bir takım bâtıl hülyalarla aldatır, gururun ipine sarılmak suretiyle aldanır ve nefsine der ki: 'Sakın bu işinde gevşeklik gösterme. Zira sen bu yaptıklarınla Allah Teâlâ'nın rızasını istiyorsun. Hz. Peygamber'in şeriatini yayıyor, din ilmini neşrediyor. İlim talebe-lerinin rızkını temin ediyorsun. Padişahların malları ise sahipsiz mallardır. Halkın yararına sarfedilmek üzere hazinede bekletilir. Acaba ilim ehlini çoğaltmaktan daha büyük bir fayda var mıdır? Ehl-i ilim vasıtasıyla din açığa çıkar, din ehli kuvvet kazanır'.
Bu zavallı müderris, eğer şeytanın gülünç bir oyuncağı olmasaydı az bir düşünce ile fesadın ancak bu tür fakihler ve benzerlerinin çoğalmasından kaynaklandığını anlardı. O fakihler ki ne bulurlarsa yutarlar. Haram ve helâlin arasını ayırmazlar. Cahiller tarafından ilgiyle izlenirler. Cüretkârlıklarından cahiller de cüret alıp onlara uyarlar. Onların fiillerini taklid ederek onlara bakar-lar. Bu sırra binaen denildi ki: 'Millet ancak idarecilerin fesadıyla fesada uğrar. İdareciler de ancak âlimlerin fesadıyla fesada uğrarlar!' Bu bakımdan biz gurur ve körlükten Allah'a sığınıyoruz. Çünkü gurur, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.
II. Faydalanmak ve Faydalandırmak
Halktan faydalanmak ise, çalışmak ve muamele yapmak suretiyle olur. Bu da ancak halk ile oturup kalkmak suretiyle mümkündür. Faydalanmaya muhtaç olan bir kimse, uzletten vazgeçmeye mecburdur. Bu bakımdan böyle bir kimse bizim Kesb ve Meâş bölümünde söylediğimiz gibi, eğer faydalanmasında şeriata uygun hareket etmeyi istiyorsa, halk ile oturup-kalkmakla daimi bir cihad içindedir. Eğer beraberinde bir mal varsa, kendisi de kanaatkâr ise ve o mal ile yetinirse, aynı zamanda bu mal kendisini tatmin edici ise, böyle bir durumda uzlete çekilmek daha faziletlidir. Kazanç yollarının çoğu günahlardan geçtiği bir zamanda uzlete çekilmek faziletli olur. Ancak kazanmaktan gayesi Allah yolunda sadaka vermek ise o zaman başka...
Bu bakımdan kişi bu durumda helâlinden kazanıp Allah yolunda fakir fukaraya yedirirse, böyle bir çalışma ve kazanma içinde halk ile oturup-kalkmak uzlete çekilmekten daha üstündür. Yani uzlete çekilip nafile ibadetle meşgul olmaktan üstündür.
Eğer Allah Teâlâ'nın marifetinden daha fazla nasip almak, şer'î ilimleri daha güzel öğrenmek için uzlete çekiliyorsa, bu tak-dirde uzlete çekilmek daha üstündür. Bir de bütün varlığıyla Allah Teâlâ'ya yönelmek ve Allah'ın zikrine âmade olmak için uzlete çekiliyorsa, bu şekil uzlete çekilme de halk ile oturup-kalkmaktan daha hayırlıdır. Yani kim Allah'ın münacaatından keşif ve basiret elde ederse, onun uzlete çekilmesi daha hayırlıdır. Ancak vehim ve fasid hayalleri elde edip keşif ve hakîkat zannetmekten sakınmak gerekir.
Faydalı olmaya gelince, halka, malıyla veya bedeniyle yararlı olmaktır. Hasbetenlillâh (sadece Allah için) halkın ihtiyaçlarını yerine getirmeye yönelmektir. Müslümanların ihtiyaçlarını yerine getirmeye koşmakta sevap vardır. Bu ise, ancak halk ile oturup-kalkmak suretiyle mümkün olur. Herhangi bir kimse şeriatın hudutlarına riayet etmek suretiyle böyle yapabiliyorsa eğer uzlete çekilmekle sadece nafile namazlar ve bedeni amellerle meşgul oluyorsa onun halka karışması uzlete çekilmesinden üstündür.
Eğer kalbiyle amel etmenin yolu kendisine açılmış, daimi zikir ve fikir sayesinde bu raddeye varmış kimselerden ise, artık onun bu sebepten uzlete çekilmesine şeksiz ve şüphesiz hiçbir şey denk olmaz.
III. Edepli Olmak ve Edeplendirmek
Bundan gayemiz, insanlardan gelen zorluklara göğüs germek suretiyle nefse idman yaptırmaktır. Nefsi kırmak için insanların eziyetlerine göğüs germekte mücahede etmek ve şehvetlerin mağlubiyeti için çalışmak vardır. Bu da halka karışmanın faydalarındandır. Ahlâkı temizlenmemiş bir kimse için, böyle bir yolda nefsini terbiye etmek uzlete çekilmekten daha üstündür. Şehvetleri şeriatın hududlarına itaat etmemiş bir kimse için bu yoldan terbiye daha üstündür. Bunun için sûfîlerin hizmetçileri tekkelerde hizmeti tercih etmişler, halka karışıp onların hizmetlerini yapmamışlardır. Çarşı ehline gidip onlardan tekke ehline yedirmek üzere birşeyler isterler. Bütün bunların gayesi nefsin hamakatını ve serkeşliğini kırmak, sûfîlerin bereketinden bereketlenmek, himmetiyle Allah'a yönelen sûfîlerin dualarından istifade etmektir. İşte geçmiş zamanlarda maksat buydu. Şimdi ise, fasid gayeler buna karıştı ve bu durumun dışına çıkıldı. Nitekim dinin diğer şiarları da böyle oldu.
Kişi hizmet etmekle çevresini çoğaltmak ister. Fazlasıyla mal elde etmek ve çevresinin çoğalmasıyla kuvvet kazanmak amacındadır. Eğer niyeti buysa, mezara kadar bile olsa uzlete çekilmek daha hayırlıdır. Eğer niyeti nefsinin terbiyesi ise, o niyet uzletten daha hayırlıdır. Bu da riyazât ve nefsinin terbiye olmasına muhtaç olan kimse hakkındadır. Böyle yapmak iradenin başlangıcı için zaruri ve kaçınılmaz bir fiildir. Nefsin idman ve terbiyesi tamam olduktan sonra serkeş bir hayvanın idmanından bekleneni değil, nefsini binek edinmek hakikatini anlaması gerekir. O serkeş hayvanın terbiyesinden onu binek edinip onunla merhaleler kat etmek, onun sırtında yolculuk yapılacağının kastedildiğini anlamak lazımdır. Beden, kalbin bineğidir. Kalp ahiret yolunu katetmek için bedene biner. Orada şehvetler vardır. Eğer o şehvetler kırılmazsa, yolun ortasında serkeşlik yapar. Bu bakımdan ömrü boyunca nefsin idmanıyla meşgul olan bir kimse, tıpkı ömrü boyunca serkeş hayvanın terbiyesiyle meşgul olup bir gün dahi onun sırtına binmeyen bir kimse gibidir. Bu bakımdan böyle bir kimse ancak hâlihazırda o hayvanın ısırması, refes at-ması ve tepmesi gibi huysuzluklarından kurtulur, ondan başka bir fayda temin edemez.
Bu fayda da hayatımla yemin ederim istenilen bir faydadır. Fakat böyle bir fayda, ölü bir hayvandan da temin edilebilir. Ancak şu var ki, serkeş bir hayvanın alıştırılması, ondan temin edilen bir fayda için istenir. İşte halihazırda şehvetlerin eleminden kurtulmak uyku ve ölümden de temin edilir. Sadece onunla yetinmek uygun bir hareket değildir. Tıpkı bir rahibin kendisine 'Ya râhip!' denildiğinde 'Ben rahip değilim. Ben ancak saldırıcı bir köpeğim. Nefsimi, halkı ısırmasın diye hapsetmiştim. Hepsi o kadar' demesi gibi.
Bu durum, halkı ısıran bir kimseye nisbetle güzeldir. Fakat sadece bununla yetinmek uygun değildir. Zira intihar eden bir kimse de halkı ısırmaz. Müslüman için nefsin terbiyesinden kastedilen büyük hedefe doğru gitmek gerekir. Kim bunu anlamış o yola yönelmiş ve o yolda gitmeye muktedir olmuş ise, uzlete çekilmenin, halk ile oturup-kalkmaktan daha fazla kendisine yardım ettiğini görür. Bu bakımdan böyle bir kimse için önce halk ile oturup-kalkmak, sonra uzlete çekilmek daha efdaldir.
Başkasına edep vermeye gelince, biz bundan ancak şunu kastediyoruz: Başkasını idman ettirmek ve olgunlaştırmaktır. Bu ise, mürşidin ve şeyhin müridlere karşı hareketidir. Zira böyle bir kimse onların kusurlarını, ancak onlarla oturup-kalkmak suretiyle temizler. Böyle bir kimsenin hali, muallimin haline benzer. Hükmü de onun gibidir. İlmin neşrine arız olan afet ve riya incelikleri burada da başgösterir. Ancak olgunlaşmaya gayret eden müridlerin durumu, ilim isteyenlerde görünen dünya hayallerinden uzaktır. Bu sırra binaen onlarda azlık, fakat ilim talebesinde çokluk görünür. Bu bakımdan kişi halkla oturup-kalkmak suretiyle halkın temizlenmesini, uzlete çekilmekle kazanılan faydalara kıyas etmelidir. Birini diğeriyle karşılaştırmalı ve hangisinin daha üstün olduğunu görürse onu seçmelidir. Bu ise, ancak ince ictihadla idrak edilir. Durum ve şahıslara göre değişir. Mutlak şekilde şöyle veya böyle hükmetmek mümkün değildir.
IV. Ünsiyet Sağlamak
Velime yemeklerine, davetlere, muaşeret ve ünsiyet yerlerine giden bir kimsenin gayesi dostluk kurmaktır. Bu ise, hal-i hazırda nefsin hazzına dönüşür. Dostluğu caiz olmayan bir kimsenin yakınlığı gibi... Bazen haram bir yönde gelişir veya mübah bir yönde gelişir. Bazen dinî bir iş için müstehab olur. Din hakkındaki hâl ve sözlerini müşahede edip kendisiyle arkadaşlık edilen kimsenin yakınlığında bu durum düşünülebilir. Takvâ şiarına sarılan meşayihle yakınlık kurmak gibi... Bazen de sadece nefsin hazzına bağlı bulunur. Eğer gaye burada kalbin ibadetteki gayretini tahrik etmek için rahata kavuşturmak ise, böyle bir yakınlık müstehab olur. Çünkü kalpler soğudukları zaman körleşirler. Ne zaman tek başına bulunmakta vahşet, başkasıyla oturmakta kalbe rahatlık veren yakınlık varsa, bu takdirde halka karışmak daha evladır. Zira ibadette ahenkli gitmek ibadetin kuvvetinden ve yerli yerinde yapılmasından ileri gelir.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak Allah Teâlâ usanmaz ve fakat siz bezip usanırsınız!42
Hiç kimse bu durumdan kurtulamaz. Çünkü nefis arada sırada istirahata kavuşturulmadıkça daimi bir şekilde hak ile yakınlık kuramaz. Onu daimi bir şekilde böyle bir yakınlığa zorla-mak, onu gevşemeye davet etmek demektir. Nitekim 'Muhakkak bu din sapasağlamdır. O halde bu dine rikkat ve şefkatle dal!' hadîs-i
şerifi ile bu mânâ kastedilmiştir. Rikkat ve şefkatle dine dalmak basiret sahiplerinin âdetidir. Nitekim İbn Abbas şöyle demiştir: 'Eğer vesvese korkusu olmasaydı, ben hiçbir zaman halkla oturmazdım'.
Başka bir zaman şöyle demiştir: 'Ben (vesvese korkusu olma-saydı) tanıdıklarımın bulunmadığı bir memlekete giderdim. İnsanları insanlardan başka acaba ne ifsad eder?'
O halde uzlete çekilen bir kimse muhakkak bir arkadaşa muhtaçtır. Onu görsün ve yirmi dört saatte bir saat onun konuşmasıyla ünsiyet kazansın. Bu bakımdan uzlete çekilen bir kimse uzlet sırasında bütün zamanını ziyan etmeyecek bir arkadaş arasın.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kişi dostunun dini üzerindedir. Bu bakımdan sizden her-hangi biriniz kimle dostluk yaptığına dikkat etsin.
Uzlete çekilen kişi dostuyla karşılaştığı zaman dinî işler hakkında konuşmaya dikkat etsin. Kalbin hâllerinden, kalpten şikayet edip hak üzerine sebat etmekte kusurlu olduğundan ve dosdoğru yola gitmediğinden yakınsın. Böyle yapmakta nefse nefes aldırmak ve istirahat vermek vardır. Nefsinin ıslahıyla meşgul olan herkes için burada geniş bir fırsat vardır. Zira kişi, birkaç uzun ömür yaşasa dahi yine nefisten yapacağı şikayetin sonu gelmez. Nefsinden razı olan bir kimse ise kesinlikle mağrur ve aldatılmıştır. İşte günün bazı saatlerinde, sadık bir dost ile sohbet etmek, çoğu zaman uzlete çekilmekten bir kısım insanlar için daha iyidir. Bu bakımdan burada önce kalbin ve arkadaşın halleri tedkik edilmeli, sonra bir arada oturulmalıdır.
V. Sevaba Nail Olmak
Sevaba nail olmak ise, cenaze merasimlerinde bulunmak, has-taları ziyaret etmek, bayram namazlarına gitmektir. Cuma na-mazına gitmek ise farzdır. Diğer namazlarda da cemaate katılmak gerekir. Ancak zahirî bir korkudan terkediliyorsa ve o korku ce-maatin faziletini kaçırmaya denk veya daha fazlaysa o zaman başka. Bu ise ancak pek nadir vakitlerde olur. Böylece evlenme me-rasiminde ve davetlerde hazır bulunmakta da sevap vardır. Zira bu yerlerde hazır bulunmak müslümanın kalbini sevindirmeye vesile olur.
Başkasına sevap kazandırmaya gelince, halkın, hastalığından veya başına gelen musibetten ötürü ziyaretine gelebilmesi için kapısını açık bırakmaktır. Böylece eğer kişi âlimlerden ise ve halka kendisini ziyaret etme imkânını veriyorsa, halk onu ziyaret etmek-ten dolayı sevaba nail olur. O da bu izni verdiğinden dolayı sevap kazanır. Bu bakımdan halk ile oturup-kalkmayı ve bundan ötürü kazanılan sevapları ile daha önce zikrettiğimiz âfetlerle karşı karşıya getirip tartmak gerekir. O zaman bazen uzlete çekilme temayülü ağır basar, bazen de halk ile haşır-neşir olmak ciheti ağır basar.
İmam Mâlik ve benzerleri gibi selefin bir cemaatinden hikaye edilir ki, bu zevat-ı kiram, davetlere icabet edip hastaları ziyaret etmeyi ve cenaze merasimlerine katılmayı terkettiler. Sanki bunlar evlerinin hasırları gibi, evlerinden ayrılmaz durumdaydılar. Ancak cuma namazına veya kabirleri ziyaret etmeye çıkarlardı. Bunlardan bir kısmı da şehirleri bırakmış dağların başına çekilmişti. Bütün bunları ibadete vakit bulmak ve meşguliyetlerden kaçınmak için yapıyorlardı.
VI. Tevazu Sahibi Olmak
Halk ile oturup-kalkmaktan tevazu elde edilir. Tevazu ise makamların en üstünüdür. Tek başına oturmaktan tevazu elde edilemez. Bazen kibir ve gurur uzlete çekilmeyi seçmeye sebep olur.
İsrailiyat'ta rivayet ediliyor ki, hukemadan birisi hikmet ilminde üçyüz altmış eser yazdı ve bu eserleriyle Allah nezdinde bü-yük bir mertebeye vardığını sandı. Allah Teâlâ, o zamanın peygamberine 'Git falana söyle! Sen yeryüzünü nifak ile doldurdun. Ben senin o nifakından tek birşey dahi kabul etmem' diye vahyetti. Ravi diyor ki: Kişi bu sefer uzlete çekildi. Yer altındaki bir mağaraya sığındı ve içinden dedi ki: İşte ben şimdi rabbimin rızasına nail oldum!' Bunun üzerine Allah Teâlâ yine peygamberine vahyetti: 'Ona söyle! Sen halk ile karışıp halktan gelen eziyetlere göğüs germedikçe benim rızama nail olamazsın'. Bunun üzerine adam çarşıya çıktı, halka karıştı, onlarla oturup yedi, onlardan aldı, onlara verdi. Onlarla beraber çarşı ve pazarlarda gezdi. Bu durumdan sonra Allah Teâlâ peygamberine şu şekilde vahy gönderdi: İşte şimdi o kulum, benim rızama nail oldu'.
Nice kimseler vardır ki, evlerinde uzlete çekilmişlerdir. Onu uzlete sevkeden şey gururdur. Onu halkın içine girmekten alıkoyan 'Ben gidersem bana gereken hürmeti göstermezler, beni öne almazlar' zihniyeti veya onlarla karışmaya tenezzül etmeyişidir veya kendisini daha yüce görüp ve halk arasına karışmazsa daha yüksek kalacağını düşünür.
Bazen kişi, eğer halka karışırsa, kötü tarafları bilinir korkusuyla uzlete çekilir ki, zahid ve vaktini ibadetle değerlendiren bir kimse olmadığı bilinmesin diye, evini ayıplarının üzerine gerilmiş bir perde edinir. Dolayısıyla halkın kendisinin hakkında 'zahid ve abiddir' demesini sağlamış olur. Oysa halvette geçen vaktini zikir ve düşünceye sarfetmiş de değildir. Böyle kimselerin bilinmelerinin alâmeti şudur: Bunlar halk tarafından ziyaret edilmelerini severler, fakat halkın ziyaretine gitmeyi sevmezler. Avam tabakasının ve idarecilerin kendilerine yaklaşmalarıyla sevinirler. Kapılarında ve yollarında halkın toplanmasını ve halka ellerini öptürmeyi hoş görürler. Eğer hakîkaten böyle bir kimse nefsini terbiye etmekle uğraşsaydı, halka karışmayı ve insanları ziyaret etmeyi çirkin görmezdi. Ayrıca halkın kendisini ziyaret etmeleri de hoşuna gitmezdi.
Nitekim biz daha önce bu durumu Fudayl b. İyaz'dan hikaye etmiştik. O yanına gelen zata şöyle der: 'Sen bana, birbirimize yağ çekelim diye gelmişsin'.
Hâtem-i Esemm kendisini ziyarete gelen emîre 'Benim senden istediğim şu ki ne ben seni göreyim ne de sen beni' demiştir. Bu bakımdan herhangi bir kimse, nefsiyle beraber Allah'ın zikriyle meşgul değilse, o kimsenin halktan uzak durmasının sebebi; halk ile şiddetle meşgul olmasıdır. Çünkü böyle bir kimsenin kalbi halktan uzak durmakla halkın kendisine ihtiram gözüyle bakmalarını seyredip lezzet almak ister.
Bu sebepten ötürü uzlete çekilmek, bir kaç açıdan cehalettir.
1. İlmen ve dinen büyük olan bir kimsenin rütbesini, halkla oturup-kalkmak ve tevazu göstermek zerre kadar alçaltmaz. Zira Hz. Ali (r.a) elbisesinin eteğinde ve elinde hurma ve tuz alıp evine götürür ve şöyle derdi: 'Kâmil bir kimsenin kemâlini, çoluk çocuğuna alıp götürdüğü şeyler zedelemez'.
Ebu Hüreyre, Huzeyfe b. Yeman, Ubey b. Ka'b ve İbn Mes'ud (r.a) odun yüklerini sırtlar,un çuvalını omuzlar, evlerine götürür-lerdi. Ebu Hüreyre Medine valisi iken, tepesinin üzerindeki evine odun taşır ve yoldakilere 'Emîrinize ve valinize yol veriniz' diye bağırırdı. Peygamberlerin efendisi (s.a) çarşıdan eşya satın alır, bizzat evine götürürdü. Arkadaşı 'Bana ver, ben götüreyim' deyince şöyle derdi:
Eşyanın sahibi onu taşımaya herkesten daha fazla müstehaktır.43
Hz. Hasan dilencilerin yanından geçer, bu sırada onlar sofraya oturmuşlardır ve Hasan'a 'Ey Hz. Peygamber'in oğlu! Öğle yemeğine buyur!' diye teklifte bulunurlar, o da atından inip yol üzerinde oturur, onlarla beraber yer ve sonra atına binerek der ki: 'Muhakkak Allah mütekebbir kimseleri sevmez'.
2. Halkın kendisinden razı olmasını sağlamak için gayret eden, halkın hakkındaki inancını güzelleştirmeye çalışan bir kimse aldanmıştır. Çünkü böyle bir kimse eğer Allah'ı hakkıyla tanımış olsaydı bilirdi ki halk onu Allah'tan zerre kadar müstağni edemez! Kendisine gelen zarar ve fayda Allah'ın kudret elindedir.
Allah'tan başka gerçekte zarar ve fayda verici hiç kimse yoktur ve yine bilirdi ki, halkın rıza ve sevgisini Allah'ı küstürmek suretiyle talep eden bir kimseye Allah kızar ve halkı da ona kızdırır. Halkın razı edilmesi elde edilmez bir hedeftir. Bu bakımdan Allah'ın rızası başkasının rızasını talep etmekten daha evladır.
İmam Şâfiî Yunus b. Abdulâlâ'ya şöyle demiştir: 'Vallahi ben sana ancak nasihat ederim. Muhakkak ki, halktan selâmet kalmanın yolu yoktur. Bu bakımdan bak, seni ıslah eden şeyi yap!'
Yine bu sırra binaen denildi ki: 'Halkın durumunu düşünen bir kimse üzüntüsünden ölür. Cesur bir kimse ancak lezzeti elde eder'.
Sehl et-Tüsterî arkadaşlarından birisine baktı ve kendisine dedi ki: 'Filan filan şeyleri yap!' Bunu da kişiye vermiş olduğu bir emirden dolayı söyledi. O kişi de şöyle dedi: 'Ey hocam! Ben insan-lar için bunu yapmaya güç yetiremiyorum'. Bu esnada Sehl, ar-kadaşlarına dönüp şöyle demiştir: 'Bir kul bu işin hakikatine ancak iki vasıftan birisine sahip olursa nail olabilir: a) Bir kul ki, in-sanların gözünden düşer, dünyada yaratıcısından başkasını gör-mez. O iman eder ki Allah'tan başka hiç kimse kendisine zarar veya fayda vermeye muktedir değildir, b) Bir kul ki nefsini küçük görür ve gördüğü herhangi bir hale beş para kıymet vermez'.
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Hiç kimse yoktur ki, hem seveni hem de buğzedeni olmasın. Madem durum budur, sen ibadet eh-liyle beraber ol!'
Hasan Basrî'ye şöyle denildi: 'Ya Ebu Said! Bir kavim senin meclisine geliyor. Onların gayeleri senin konuşmalarında hata bulup sana sual sormak suretiyle seni susturmak ve taciz etmektir'. Bu söze karşılık Hasan tebessüm ederek şöyle demiştir: 'Sen hiç üzülme! Çünkü ben nefsime cennetin meskenlerini, Rahmân'ın komşuluğunu va'dettim. Nefsim de buraları istiyor. Ben nefsime halktan selâmet kalacağını söylemedim. Çünkü ben kesinlikle bildim ki, halkı yaratan, onlara rızık veren, dirilten ve öldüren dahi onların dilinden kurtulamaz'.
Hz. Musa (a.s) şöyle der:
- Yarabî Halkın dilini benden uzak tut!
- Ya Musa! Senin bu isteğin öyle bir istektir ki, ben kendim için bile bunu tercih etmiş değilim. Nerede kaldı ki, senin için tercih edeyim.
Allah Teâlâ Üzeyir'e şöyle vahyetmiştir: 'Eğer sen, seni insanların ağzında çiğnenen bir sakız yapmama razı olup hoşgörü göstermezsen, seni nezdimde mütevazi kullarımın arasına kaydetmem!'
Bu bakımdan evine kapanıp dolayısıyla halkın hakkındaki inançlarını güzelleştirmek ve sözlerini tatlılaştırmak için çaba sarfeden bir kimse, dünyada hazır bir meşakkat ve azabın içinde kıvranır. Ahiret azabı ise, elbette daha büyüktür. Eğer bilselerdi... (Zümer/26)
Bu bakımdan uzlete çekilmek, ancak bütün vakitlerini rabbini düşünmek ve anmak suretiyle değerlendiren bir kimse için müstehabdır. Bütün vaktini ibadet ve ilme harcayan eğer insanlarla oturup-kalksaydı Vakitleri zayi olacaktı ve afetleri çoğalacaktı, ibadetleri darmadağın olacaktı bir kimse için, uzlete çekilmek müs
tehabdır. İşte bunlar, uzlete çekilmenin gizli tehlikeleridir. Bunlardan sakınmak gerekir. Çünkü bunlar 'kurtarıcılar' şekline gelen 'helâk ediciler'dir.
VII. Tecrübe Edinmek
Tecrübeler, halk ile karışmaktan ve halkın hâllerini görmek-ten elde edilir. Elbette akıl, din ve dünya maslahatlarını anlamakta tek başına yeterli olmaz. Ancak tecrübe ve temas bu şekildeki mas-lahatları anlamakta fayda verir. Tecrübelerin eliyle yoğrulmamış bir kimsenin uzlete çekilmesinde hiçbir fayda yoktur. Çünkü çocuk uzlete çekilirse, katıksız cahil olarak kalır. Halbuki önce öğrenmekle meşgul olmak, öğrencilik müddetinde muhtaç olduğu tecrübeleri elde etmek gerekir. Bu da daha sonra kendisine yeter. Geri kalan tecrübeler halkın durumlarını dinlemekten elde edilir. Artık bundan sonra halka karışmaya muhtaç olmaz.
Tecrübenin en mühimlerinden biri kişinin kendi nefsini, ahlâkını ve iç âleminin sıfatlarını bilmesidir. Kişi ancak uzlete çekilmek suretiyle böyle bir bilgiye güç yetirebilir. Çünkü her tecrübe tenhada kolaydır. Öfkeli veya kinli veya hasetçi bir kimse, nefsiyle başbaşa kaldığı zaman onun pisliği dışarıya taşmaz.
İşte bu sıfatlar haddi zatında öldürücü sıfatlardır. Onları silmek ve yok etmek farzdır. Onları tahrik eden şeylerden uzaklaşmak suretiyle nefsi sükûnete kavuşturmak kâfi değildir. Bu bakımdan bu sıfatlarla dolu bir kalbin misali tıpkı cerahatle ve zamanla alttan dolmuş bir yaranın misaline benziyor. Bazen yaranın sahibi, yaraya dokunulmadıkça veya kıpırdanmadıkça elemini hissetmez. Eğer yarayı elleyecek bir ele veya yaranın durumunu görecek bir göze sahip değilse veya yarayı kıpırdatacak bir kişi beraberinde yoksa, çoğu zaman yarasının iyi olduğunu zanneder. Nefsindeki cerahati hissetmez. Onun yok olduğuna inanır. Fakat biri yarayı eşelerse veya hacamat yapanın aleti yaraya isabet ederse yaradan cerahat akar. Akmaktan menedilen ve zorluk su-retiyle bağlatılan birşeyin, bırakıldığı zaman körü körüne yuvarlanıp gitmesi gibi, feyezan eder. İşte kin, cimrilik, haset, öfke ve diğer kötü sıfatlar ile dolu bulunan kalp de aynen böyledir. Bu kalbin pislikleri, ancak ellendiği zaman başgösterir. İşte bundan dolayı ahiret yolunun yolcuları, nefislerini tezkiye etmeye çalışırlar, nefislerini denerler. Onlardan herhangi bir kimse nefsinde gurur ve kibri hissederse o gurur ve kibri silmeye çalışır. Hatta onlardan bazıları su dolu bir dağarcığı halk arasında sırtlar veya bir kucak odunu tepesine alır ve çarşılarda gezdirir ki bununla nefsini de-nemiş olsun. Çünkü nefsin hileleri ve şeytanın desiseleri gizlidir. Az kimse bunları hissedebilir.
Bu sırra binaen bir zatın şöyle dediği hikaye edilir:
Ben otuz senelik namazımı yeniden kıldım. Oysa ben o namazlarımı cemaatin birinci safında kılmıştım. Fakat bir ara özürden dolayı geri kaldım. Birinci safta yer bulamayınca ikinci safta durdum. Bir de ne göreyim, halkın bana bak-masından dolayı nefsim bir hacalet ve utangaçlık içinde kaldı. 'Nasıl oluyor da birinci saf benim elimden alınabiliyor' diye kendi kendime mırıldanıyordum. Böylece bildim ki, şimdiye kadar kılmış olduğum namazlarım riya ile katışıp halkın bana bakmalarının lezzetiyle meczedilmiştir. Onların beni hayırlı işlere koşanlar zümresinden görmeleriyle karışmıştır!
Bu bakımdan halk ile karışmanın kalbin gizli pisliklerini çıkarmak ve açıklamak hususunda büyük faydası vardır ve bu sırra binaen denilmiştir ki: 'Yolculuk insanın ahlâkını ortaya çıkarır'. Çünkü yolculuk halkla karışmanın daimi bir çeşididir.
Bu mânâların tehlikeleri ve incelikleri helâk eden şeyler bölümünde gelecektir. Zira bu mânâları bilmemekten birçok amel yanar. Bu mânâları bilmekten dolayı da az bir amel arttıkça artar. Eğer o olmasaydı ilim amelden üstün olmazdı. Zira namazı bildiren ilimin ki sadece namaz için kastedilir namazdan üstün olması muhal olur. Çünkü biz biliyoruz ki, başkası için istenen bir şeyden, bizzat kendisinden ötürü istenen şey daha üstündür. Oysa şeriat, âlimin âbidden üstün olduğuna hükmetmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.44
Bu bakımdan ilmin üstünlüğü üç yöndendir:
1. Bizim söylediğimizdir.
2. Faydası başkasına sirayet edici olduğu için faydasının umumi olmasıdır. Amelin ise faydası başkasına geçici değildir.
3. İlimden Allah'ın sıfat ve fiillerini bildiren ilim kastedilmelidir. Böyle bir ilim, her amelden daha üstündür.
Amellerin gayesi kalbi halktan yaratıcıya çevirmektir ki kalp, halktan yaratıcıya döndükten sonra, yaratıcının bilinmesine ve se-vilmesine daha fazlasıyla yanaşmalıdır. O halde amel ve amelin ilmi, bunun için istenir. Bu ilim de müridlerin en son hedefidir. Amel bunun şartı gibidir ve bu hakîkate şu ayetle işaret buyurulmuştur:
Hoş kelimeler O'na yükselir. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir. (Fatır/9)
İşte buradaki 'hoş kelimeler' bu ilmin ta kendisidir. Amel ise bu ilmi maksadına kaldırıp götüren bir hammal gibidir. Bu bakımdan kaldırılan kaldırandan daha üstündür. Bu söz, bu ko-nuyla ilgili değildir. Bu bakımdan biz maksudumuza dönüyor ve diyoruz ki: Sen uzletin fayda ve tehlikelerini bildiğin zaman, kesinlikle göreceksin ki, mutlak bir şekilde 'uzlet daha efdaldir' veya 'halka karışmak daha üstündür' demek yanlıştır. Şahsa ve şahsın haline, arkadaşına ve arkadaşının haline bakmak gerekir, insanı halka karışmaya zorlayan sebep, halka karışma sebebiyle elden kaçan faydalardan herhangi birine dikkatle bakıp izlemek lazımdır. Elden kaçan, elde edilenle mukayese edilmelidir. İşte o zaman hakîkat görünür ve en faziletlisi açığa çıkar.
İmam Şafiî'nin sözü burada tam bir ölçüdür.
Zira kendileri Yunus b. Abdulâlâ'ya şöyle demiştir: 'Ey Yunus! Halka yüzünü ekşitmek düşmanlık kazanmanın aletidir! Halka tamamen açılıp güler yüzlülük göstermek ise, kötü arkadaşların celbine alettir. Bu bakımdan sen surat asmakla, güler yüzlülük arasında bulun!'
Bu sırra binaen ihtilat ve uzlette mutedil olmak farzdır. Bu ise, hallere göre fayda ve âfetlerin düşüncesiyle değişen bir durumdur. Böylece en faziletlisi açığa çıkar. İşte sarih ve açık hakîkat budur. Bunun dışında söylenilen her hüküm kusurludur. Ancak şu var ki herkes içinde bulunduğu özel hâlinden haber vermiştir. Onun özel hâliyle, hâlde kendisine muhalif olan bir kimsenin üzerine hükmetmek caiz değildir. İlmin zahirinde âlim ile sufi arasındaki fark buna dönüşür. Şöyle ki, sûfî ancak kendi özel hâlinden dem vurur. Bu bakımdan çeşitli meselelerde sûfîlerin vermiş oldukları cevaplar elbette çeşitli olacaktır. Âlim ise, hakkı olduğu gibi idrak eden bir kimse demektir. Hiçbir zaman nefsinin hâline bakmaz. Hak ona keşfolunur. Bu hükümde hiç ihtilaf edilmemiştir. Zira hak daima birdir. Fakat hakkı bilmekte kusurlu olanlar ise, sayısı hadde hesaba sığmayacak kadar çoktur. Bunun için sûfîlerden fakirlik hakkında sorulduğunda, herbiri başkasının cevabına ters düşecek bir cevap vermiştir. Bütün bu cevaplar, cevap verenin özel haline göre haktır. Ama esasında hak değildir. Zira hak ancak birdir. İşte bu sırra binaen Ebu Abdullah'a 'fakirlik nedir?' diye sorulduğu zaman, cevap ola-rak dedi ki: "İki yeninle duvara vur Ve 'Rabbim Allahtır' de! İşte fakirlik budur".
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Fakir o kimsedir ki, ne kimseden birşey ister, ne de hiçbir şeyde muarazada bulunur. Eğer kendisiyle muaraza yapılırsa, sükût eder'.
Sehl Tusterî dedi ki: 'Fakir odur ki, dilenmez ve toplamaz'.
Bir zat da şöyle demiştir: 'Fakirliğin senin olmamasıdır... Eğer senin olursa, senin olmaması hasebiyle senin için olmamasıdır'.
İbrahim Havas dedi ki: 'Fakirlik şikayeti terketmek, belânın eserini açığa vurmaktır'.
Eğer yüz sûfîye fakirliğin tarifi sorulsa yüz tane cevap verildiği görülür. İki kişinin aynı cevabı verdiğine binde bir rastlanır. Bütün bu cevaplar bir yönde haktır. Çünkü herkes kendi halinden ve kalbine galip gelen durumdan dem vurur. Bunun içindir ki, onlardan iki kişi görmezsin, arkadaşının tasavvufta sabit kademli olduğunu söylesin veya arkadaşını övsün. Herbiri kendisinin hakka vasıl olduğunu ve hakka vakıf olduğunu iddia eder. Çünkü bu zevatın tereddütleri kendilerinde oluşan hâllerin durumuna göredir. Bunlar, ancak nefisleriyle meşgul olurlar. Nefislerinden başkasına bakmazlar. Fakat ilmin nuru parladığı zaman, herşeyi kapsar, perdeyi kaldırır, ihtilâtı ortadan söker ve atar.
Bunların görüşleri, gölgeye nazaran zeval (öğle) vaktinin delilleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürenlerin görüşüne benzer. Onların bazıları 'Bu gölge yaz mevsiminde iki ayak olur' demiştir. Diğer bir grup ise 'Yaz mevsiminde yarım ayaktır' demişlerdir. Başkası bunlara hücum etmiş ve demiş ki: 'Kış mevsiminde yedi ayaktır'. Başkasından hikaye edildiğine göre 'beş ayaktır'. Başka bir grup da bunlara hücum etmiştir.
İşte fakîhlerin bu keşmekeşlikleri sûfîlerin cevap ve ihtilaflarına benzer. Zira bu fakîhlerin herbiri bulunduğu memleketin gölgesine göre hüküm vermiştir ve sözünde doğrudur. Fakat yanıldığı nokta; başkasını yanlışlıkla itham etmesidir! Çünkü bu kimsenin hatası, bütün dünyanın onun bulunduğu memleketten ibaret olduğunu veya bütün dünyanın onun memleketi olduğunu sanmasıdır. Nitekim sûfînin de herşeye kendisinin özel hâliyle hükmettiği gibi!... Oysa zeval vaktini bilen zat o kimsedir ki; gölgenin uzama ve kısalmasının illetini memleketten memlekete değişmesinin sebebini bilir. Böyle bir kimse, çeşitli memleketlere göre çeşitli hükümlerden haber verir ve der ki 'Bazı memleketlerde zeval zamanında gölge diye birşey kalmaz. Bazılarında gölge uzar. Bazılarında da kısalır'.
İşte uzlet ve ihtilatın faziletinden zikretmek istediğimiz ka-darını beyan etmiş bulunuyoruz.
Soru: Uzleti seçip, uzleti kendisi için daha üstün ve selâmetli bilen bir kimse için, uzlete çekilmenin âdâbı nedir?
Cevap: İhtilatın âdâbını tedkik etmek uzun sürer. Oysa biz bun-ları Sohbet Adabı bölümünde zikretmiştik.
Uzletin âdâbına gelince, bu uzun değildir. O halde uzlete çekilen bir kimse için, bu uzletiyle nefsini halka zarar vermekten sakındırmak niyyetini herşeyden önce taşıması gerekir, sonra ikinci derecede şerirlerin şerrinden selâmet kalmayı talep etmeli, üçüncü derecede müslümanların haklarını yerine getirmekte kusur etmenin âfetinden kurtulmayı, dördüncü derecede himmetinin bütün varlığıyla Allah'a ibadet etmeyi niyet etmelidir. İşte uzlete çekilenin niyetinin âdâbı böyle olmalı ki, uzletin meyvesini koparıp yemiş olsun. Halkın fazlaca yanına girmesini, ziyaretine gelmesini menetmeli ki vakitlerinin çoğunu boşa geçirmeye vesile olmasınlar! Halkın haberlerini sormaktan, memlekette cereyan eden olaylara kulak vermekten sakınmalıdır. Halkın meşgul olduğu şeyleri sormamalıdır. Zira bütün bunlar kalbe dikilen fidanlar olur. Hatta haberi olmaksızın namaz ve düşünce esnasında kalbin içinde fideleşir. Bu bakımdan haberlerin kulağa girmesi, tohumun yere düşmesi gibidir. Muhakkak bitmesi, köklerini yere, dallarını havaya bırakması lazımdır. Biri diğerini gerektirir. Uzlete çekilen kişinin mühim vazifelerinden biri, Allah'ın zikrine mani olan vesveselerin kökünü kazımaktır. Halkın haberi ise, vesveselerin kaynak ve kökleridir.
Uzlete çekilen kişi, az bir geçime kanaat getirmelidir. Aksi tak-dirde geniş adımlar atmak onu halka muhtaç ve mecbur eder. Dolayısıyla ihtilata muhtaç olur. Komşularının eziyetine sabırlı olmalıdır. Uzlete çekilmesinden dolayı hakkında söylenen methiyelere kulağını tıkamalıdır veya 'Neden ihtilali terketmiş?' diye aleyhine atıp tutanları duymamazlıktan gelmelidir. Çünkü bütün bunlar, kalbe menfi tesir eder, velev ki kısa bir müddet için de olsa. Kalp böyle şeylerle meşgul olduğu zaman, muhakkak ahiret yolunda atılan adımlardan geri kalır. Çünkü yürümek kalp huzuruyla beraber zikir ve virde devam etmekle mümkün olur veya Allah'ın celâl sıfatı, fiilleri, gökler ve yerin melekutunu düşünmekle veya amellerin inceliklerini, kalpleri ifsad eden şeyleri ve bunlardan sakınmanın yollarını aramakla mümkün olur. Bütün bunlar, boş vakit isterler.
Bunlara kulak vermek, hal-i hazırda kalbi teşviş eder. Bazen de beklenmedik bir anda zikrin devamı esnasında bunlar yeni yeni hatıra gelirler. Uzlete çekilenin salih bir hanımı veya salih bir arkadaşı olmalı ki, günde bir saat ibadete devamın yorgunluğunu gidermek için nefsi onunla istirahata kavuşsun. Böyle bir istirahat ibadet etmeye yardımcı olur. Kişi dünyadan tamahını kesmelidir. Tamah, ancak emelini kısaltmakla kesilir. Nefsine uzun bir ömür takdir etmemesiyle, akşamlamayacak üzere sabahladığı, sabahlamayacak üzere akşamladığı zihniyetiyle sona erer. Böylece bir günün sabrı kendisine kolay olur. Fakat eğer eceli gecikirse kişiye yirmi sene sabretmeye azmetmek kolay gelmez. Bu bakımdan kişi ölümü ve kabirdeki tenhalığı hatırlamalıdır. Hele kalbi yalnızlıktan daraldığı anda...
Kişi kesinlikle bilmeli ki, ünsiyet edecek kadar Allah'ın zikir ve marifeti bir kimsenin kalbinde yerleşmedikçe, böyle bir kimse ölümden sonraki yalnızlığın vahşetini kaldıramaz ve buna güç yetiremez ve yine muhakkak bilmelidir ki, Allah'ın zikri ve marifetiyle yakınlık kuran bir kimsenin yakınlığını ölüm silip kaldıramaz. Böyle bir kişi marifet ve yakınlığı sayesinde diri kalır. Hem de Allah'ın üzerindeki fazilet ve rahmetiyle sevindiği halde kalır.
Nitekim Allah Teâlâ şehidler hakkında şöyle buyurmuştur:
Sakın Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma! Doğrusu, onlar rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli haldedirler.
(Âlu İmran/169-170)
Kim nefsinin cihadında Allah için tecerrüd edip çalışıyorsa, o şehiddir. Ölüm, ister önce, ister sonra her ne zaman gelir ona yetişirse yetişsin, durumu değiştirmez. Bu bakımdan mücahid o kimsedir ki, nefsi ve hevasıyla mücahede eder.
Nitekim Hz. Peygamber bu durumu açık bir şekilde dile getirmiştir. En büyük cihad nefis cihadıdır. Nitekim sahabîlerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük'. Sahabe-i kiram bundan nefis cihadını kastetmektedir.
Kitabu Âdâb'il-Uzlet (Uzlet Âdâbı) bölümü burada sona ermiş bulunuyor. Bundan sonra Kitabu Âdâb'is-Sefer (Yolculuk Âdâbı) gelecektir. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur!
40) Ahmed b. Hanbel
41) Ali b. Ebi Tâlib'den zayıf bir senedle
42) Buhârî
43) Ebu Ya'la
44) Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.
I. Öğrenmek ve Öğretmek
Biz öğrenmenin ve öğretmenin faziletini Kitab 'ul-İlim'de zikretmiştik. Öğretmek ve öğrenmek dünyada ibadetlerin en büyükleridir.Öğretmek ve öğrenmek, ancak insanlarla oturup kalkmakla mümkün olabilir. Fakat ilimler çoktur. Bir kısmına insanoğlu hiç de muhtaç değildir. Bir kısmı da dünyada zaruridir. Bu bakımdan, boynuna farz olan ilimleri öğrenmeye muhtaç olan kişi, bunları öğrenmeden uzlete çekilirse asi olur. Eğer farz kısmını öğrenir, ilimlere dalmak içinden gelmez ise, ibadetle meşgul olmayı daha verimli görürse, o zaman uzlete çekilebilir. Eğer şer'î ve aklî ilimlerde ilerleme imkânı var ise, öğrenmezden önce uzlete çekilmek, böyle bir kişi için çok büyük bir kayıp olur. Bu sırra binaen Nehâî ve başka âlimler 'Önce fıkıh öğren sonra uzlete çekil' demişlerdir.
Öğrenmeden önce uzlete çekilen bir kimse, birçok durumunda vaktini uyku veya bir hevesi düşünmekle ziyan etmiş olur! Gayesi vakitlerini virdlerle değerlendirmektir. Beden ve kalp ile yapmış olduğu amellerinde çalışmasını boşa çıkaran ve farkında olmaksızın amelini iptal eden gururun çeşitlerinden bir türlü kurtulamaz. Allah ve Allah'ın sıfatları hakkındaki inancı vehmettiği zanlardan kurtulamaz. Bu vehmin içerisinde kalbine gelen bozuk düşünce ve inançlardan birtürlü yakayı kurtaramaz. Bu bakımdan birçok durumlarda şeytana maskara olur. Oysa kendisini ibadet edenlerden görür. Bu bakımdan, ilim dinin esasıdır. Avam ve cahillerin uzlete çekilmelerinde hayır yoktur.
Avam ve cahillerden gayem halvette ibadet etmeyi bilmeyen ve halvette kendisine lazım olan herşeyi anlamayan kimselerdir. Bu bakımdan nefsin misali, hastanın misali gibidir. Hasta bir doktora muhtaçtır. Cahil hasta doktor olmadığı zaman doktorluğu öğrenmeden önce şüphesiz hastalığı artıkça artar. Bundan dolayı uzlete çekilmek, ancak âlim kişiye lâyıktır. Öğretmekte ise büyük sevap vardır. Yeter ki, öğreten ile öğrencinin niyetleri doğru olsun. Ne zaman ki, gayeleri post kapmak, arkadaş ve talebeleri çoğaltmak olursa bu hareket dinin helâkidir. Biz bunun yolunu Kitab 'ul-İlim'de zikretmiştik.
Bu zamanda âlimin yapması gereken şey, eğer dininin selâmetini istiyorsa, uzlete çekilmektir. Zira âlim kişi, sadece dini için fayda arayan öğrenci bulamaz. Ancak süslü konuşmayı, avamın kalbini çelmeyi veya akran ve emsalini susturmak ve zor meseleleri çözmek isteyen talebeleri görür. Bunlar böylece sultana yaklaşmak isterler. Öğrendiklerini münakaşa, böbürlenme ve mücadalede kullanmak ister! Bu zamanda tercih edilen mezhep ilmidir. Bu da çoğu kez ancak emsal ve akranını geçmek için işlenir.
Mevkî elde edip devlet mallarını çarçur etmek için, çoğu zaman bu istenilir. İşte din ister ki insan bütün bunlardan uzak olsun.
Eğer sadece Allah rızasını isteyen bir talip görülürse, ilimle Allah'a yaklaşmak isteyen birine tesadüf edilirse, ondan uzak durup ona ilim öğretmemek, ilmi ondan gizlemek en büyük günahtır. Böyle bir talebe ise, koskoca bir memlekette ya bir veya iki tanedir. İnsanların, Süfyan es-Sevrî'nin 'Biz ilmi Allah'ın gayrisi için öğrendik. Fakat ilim Allah'tan başkası için olmayı kabul etmedi' sözüne aldanması uygun değildir! Zira fakîhlerden çoklarının ha-yatlarının sonuna bak! Dünyayı istemeye dalıp dünyaya sarıldıkları bir durumda veya dünyadan el çekip zahid oldukları halde ölüp ölmediklerini dikkate al. Çünkü 'Hiçbir zaman söz, müşahede gibi olmaz'.40
Süfyan es-Sevrî'nin işaret ettiği ilim; hadîs, tefsir ve sîret ilmidir. Çünkü bu ilimlerde korkutma ve sakındırma vardır. Bu ilimler, Allah'tan korkmanın vesilesidir. Eğer bu ilimler, o esnada tesir etmezse dahi muhakkak gelecekte tesir eder. Kelâm, muamelat ve husumet fetvalarıyla ilgili bulunan, mezhebini ve hilafını açıklayan mücerred fıkıh ilmi ise, dünya için bu ilimlere rağbet eden bir kimse hiç de Allah'a dönüş yapmaz. Böyle bir kimse ömrünün sonuna kadar hırsında devam edip gider. Umulur ki, bu eserimize (İhyâ-i Ulûm'id-Din) koyduğumuz hakikatlerin öğrenilmesi, dünya için dahi öğrenilse caiz olsun. Çünkü umulur ki ilim isteyen bu hakikatler vasıtasıyla ömrünün sonunda kendini düzeltir. Çünkü bu kitap Allah'tan korkutucu, ahirete teşvik edici ve dünyadan sakmdırıcı hakikatlerle doludur. Bu ise, hadîs ve Kur'an tefsirlerinde tesadüf edilen hakikatlerdir. Kelâm, hilaf ve hiçbir mezhepte bunlara tesadüf edilmez. Bu bakımdan, insanın kendini aldatması uygun değildir. Çünkü kusurunu bilen bir kul, mağrur bir cahilden veya aldanmış bir cahilden daha saadetlidir.
Öğretmeye rağbet gösteren her âlimin gayesinin dünya ehli yanında kabul olunmak ve post kapmak olmasından korkulur! Onun nasibi hali hazırda cahilleri zelil etmek ve onlara karşı çalım satmakla lezzetlenmektir. İlmin afeti kibir ve gururdur. Nitekim Hz. Peygamber de bu hakikati ifade buyurmuştur41 ve busırra binaen Bişr, hadîs kitaplarından on yedi yük kitabı toprağa gömdükten sonra hadîs rivayet etmemiş ve şöyle demiştir: 'Benim canım hadîs rivayet etmeyi istiyor. Bunun için hadîs rivayet etmiyorum'.
Yine bu sırra binaen şöyle demiştir: 'Haddesena (Bize filan zat hadîs nakletti) demek dünya kapılarından bir kapıdır. Ne zaman kişi 'Filancadan hadîs bize geldi' derse, o ancak şunu demek ister: 'Bana yer açınız! Beni başa geçiriniz'.
Rabia Adeviyye Süfyân es-Sevrî'ye şöyle der:
- Eğer sen dünyaya talip olmasaydın ne mutlu bir kişiydin!
- Ben dünyanın nesine talip olmuşum?
- Hadîs rivayet ediyorsun ya?
Yine bu sırra binaen Ebu Süleyman Dârânî şöyle demiştir: 'Kim evlenirse veya hadîs talep ederse veya sefere çıkmakla meşgul olursa, muhakkak ki bu kimse dünyaya meyletmiş sayılır'.
Buraya kadar zikrettiğimiz afetlere Kitab'ul-İlim'de işaret etmiştik. En uygunu, uzlete çekilmek suretiyle bu âfetlerden korunmaktır. Mümkün olduğu kadar arkadaşları azaltmaktır. Öğrenip öğretmek suretiyle dünyalık peşinde olanlar için en doğru yol, eğer akıllı ise, şu zamanda o tedris ve tâlimi terketmektir.
Ebu Süleyman Hattabî şu sözünde ne kadar doğru söylemiştir:
Sen, sohbetini talep edip senden ilim öğrenmek isteyenleri bırak! Senin için onlardan ne mal, ne de güzellik gelir. Onlar zahirde arkadaş, bâtında ve gizlide düşmandırlar. Sana rastladıkları zaman, yağcılık yaparlar. Onlardan biri sana gelirse, seni kontrol eder. Senin yanından çıktığı zaman aleyhinde konuşur. Onlar münafıklık ve koğuculuk yaparlar. Hile ehlidirler. Onların yanına gelip toplanmalarına aldanma. Onların gayeleri, ilim değildir. Post kapmak ve mal toplamaktır. Seni, kötü ihtiyaçlarına ve çirkin çıkarlarına merdiven yaparlar, ihtiyaçlarına seni binek edinirler! Eğer onların gayelerinden biri hakkında az bir kusur gösterirsen, senin en kuvetli düşmanın kesilirler. Sonra sık sık sana gelip gider ve senin zayıf tarafını öğrenmek isterler ve bunu da senin üzerine bir minnet sayarlar. Namusunu, mertebeni ve dinini onlar için feda etmeyi senin boynunun borcu olarak görürler. Düşmanlarına düşman, yakınlarına yardımcı, hizmetçilerine hizmetçi ve dostlarına dost olmanı beklerler. Bir ahmak gibi ellerinde maşa olursun. Oysa sen de fakihsin. Reis olduktan sonra mevkiinden ayrılıp gelip onların arkalarına, zelil bir şekilde takılmanı isterler. Bunun için şöyle denildi: İnsanlardan uzaklaşmak tam bir mürüvvettir.
İşte Hattabî'nin sözü bundan ibarettir. Her ne kadar bu ibare onun birtakım lafızlarına muhalif düşüyorsa da, bu söz, hakîkat ve doğruluktur. Zira sen birçok müderrisleri görürsün ki, daimi bir kölelik ve kendilerini atılmaz ağır bir yük altında hissedip yanına gelip gidenlere karşı ezilmektedirler! Gelen talebe öğretmeni âdeta borçlu gibi görmektedir.
Eğer müderrisler, onlar için devletten bir maaş temin etmeyi tekeffül etmezlerse, çoğu zaman müderrisin yanına gelip gitmezler. Sonra zavallı müderris, kendi malından karşılayamadığından böylece onu temin etmek için durmadan saltanat erbabının kapılarına gidip gelir. Zillet ve zorlukları zelil ve kıymetsiz bir kimse gibi çeker! Hatta ders okuyana haram kaynakların bir kısmından haram mal yazdırıp temin eder. Bundan sonra idareci bu iyiliğine karşılık müderrisi daima köle gibi görür, nezdinden bir nimet olarak saydığı malı tekrar ona teslim edinceye kadar gö-revlendirmek ister, zelil ve rezil eder.
Sonra müderris, bir de onu arkadaşlarına taksim etmenin zorluğu içerisinde kıvranır. Eğer aralarında eşit bir şekilde taksim ederse, fazla almaları gereken yetişkinler ondan nefret ederler. Onu hamakat ve idraksizliğe nisbet ederler. Onu kimin daha fazla masrafa muhtaç olduğunu idrak edememekle suçlarlar. Adalet ve hakların ölçüsünü bilmemekle itham ederler. Eğer eşit bir şekilde değil, farklı bir şekilde taksim ederse, bu sefer onların ahmakları, demirden yapılmış dilleriyle hücum ederler. Kükremiş arslanlar ve yırtıcı yılanlar gibi, ona hücum edip sokmak isterler. Kısacası müderris dünyada onların zahmetlerini çeker durur. Ahirette de onlara taksim ettiğinin ve aldığının hesabını vermekte ter döker!
Hayret! Müderris bütün bu felaketlere rağmen kendini bir takım bâtıl hülyalarla aldatır, gururun ipine sarılmak suretiyle aldanır ve nefsine der ki: 'Sakın bu işinde gevşeklik gösterme. Zira sen bu yaptıklarınla Allah Teâlâ'nın rızasını istiyorsun. Hz. Peygamber'in şeriatini yayıyor, din ilmini neşrediyor. İlim talebe-lerinin rızkını temin ediyorsun. Padişahların malları ise sahipsiz mallardır. Halkın yararına sarfedilmek üzere hazinede bekletilir. Acaba ilim ehlini çoğaltmaktan daha büyük bir fayda var mıdır? Ehl-i ilim vasıtasıyla din açığa çıkar, din ehli kuvvet kazanır'.
Bu zavallı müderris, eğer şeytanın gülünç bir oyuncağı olmasaydı az bir düşünce ile fesadın ancak bu tür fakihler ve benzerlerinin çoğalmasından kaynaklandığını anlardı. O fakihler ki ne bulurlarsa yutarlar. Haram ve helâlin arasını ayırmazlar. Cahiller tarafından ilgiyle izlenirler. Cüretkârlıklarından cahiller de cüret alıp onlara uyarlar. Onların fiillerini taklid ederek onlara bakar-lar. Bu sırra binaen denildi ki: 'Millet ancak idarecilerin fesadıyla fesada uğrar. İdareciler de ancak âlimlerin fesadıyla fesada uğrarlar!' Bu bakımdan biz gurur ve körlükten Allah'a sığınıyoruz. Çünkü gurur, tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.
II. Faydalanmak ve Faydalandırmak
Halktan faydalanmak ise, çalışmak ve muamele yapmak suretiyle olur. Bu da ancak halk ile oturup kalkmak suretiyle mümkündür. Faydalanmaya muhtaç olan bir kimse, uzletten vazgeçmeye mecburdur. Bu bakımdan böyle bir kimse bizim Kesb ve Meâş bölümünde söylediğimiz gibi, eğer faydalanmasında şeriata uygun hareket etmeyi istiyorsa, halk ile oturup-kalkmakla daimi bir cihad içindedir. Eğer beraberinde bir mal varsa, kendisi de kanaatkâr ise ve o mal ile yetinirse, aynı zamanda bu mal kendisini tatmin edici ise, böyle bir durumda uzlete çekilmek daha faziletlidir. Kazanç yollarının çoğu günahlardan geçtiği bir zamanda uzlete çekilmek faziletli olur. Ancak kazanmaktan gayesi Allah yolunda sadaka vermek ise o zaman başka...
Bu bakımdan kişi bu durumda helâlinden kazanıp Allah yolunda fakir fukaraya yedirirse, böyle bir çalışma ve kazanma içinde halk ile oturup-kalkmak uzlete çekilmekten daha üstündür. Yani uzlete çekilip nafile ibadetle meşgul olmaktan üstündür.
Eğer Allah Teâlâ'nın marifetinden daha fazla nasip almak, şer'î ilimleri daha güzel öğrenmek için uzlete çekiliyorsa, bu tak-dirde uzlete çekilmek daha üstündür. Bir de bütün varlığıyla Allah Teâlâ'ya yönelmek ve Allah'ın zikrine âmade olmak için uzlete çekiliyorsa, bu şekil uzlete çekilme de halk ile oturup-kalkmaktan daha hayırlıdır. Yani kim Allah'ın münacaatından keşif ve basiret elde ederse, onun uzlete çekilmesi daha hayırlıdır. Ancak vehim ve fasid hayalleri elde edip keşif ve hakîkat zannetmekten sakınmak gerekir.
Faydalı olmaya gelince, halka, malıyla veya bedeniyle yararlı olmaktır. Hasbetenlillâh (sadece Allah için) halkın ihtiyaçlarını yerine getirmeye yönelmektir. Müslümanların ihtiyaçlarını yerine getirmeye koşmakta sevap vardır. Bu ise, ancak halk ile oturup-kalkmak suretiyle mümkün olur. Herhangi bir kimse şeriatın hudutlarına riayet etmek suretiyle böyle yapabiliyorsa eğer uzlete çekilmekle sadece nafile namazlar ve bedeni amellerle meşgul oluyorsa onun halka karışması uzlete çekilmesinden üstündür.
Eğer kalbiyle amel etmenin yolu kendisine açılmış, daimi zikir ve fikir sayesinde bu raddeye varmış kimselerden ise, artık onun bu sebepten uzlete çekilmesine şeksiz ve şüphesiz hiçbir şey denk olmaz.
III. Edepli Olmak ve Edeplendirmek
Bundan gayemiz, insanlardan gelen zorluklara göğüs germek suretiyle nefse idman yaptırmaktır. Nefsi kırmak için insanların eziyetlerine göğüs germekte mücahede etmek ve şehvetlerin mağlubiyeti için çalışmak vardır. Bu da halka karışmanın faydalarındandır. Ahlâkı temizlenmemiş bir kimse için, böyle bir yolda nefsini terbiye etmek uzlete çekilmekten daha üstündür. Şehvetleri şeriatın hududlarına itaat etmemiş bir kimse için bu yoldan terbiye daha üstündür. Bunun için sûfîlerin hizmetçileri tekkelerde hizmeti tercih etmişler, halka karışıp onların hizmetlerini yapmamışlardır. Çarşı ehline gidip onlardan tekke ehline yedirmek üzere birşeyler isterler. Bütün bunların gayesi nefsin hamakatını ve serkeşliğini kırmak, sûfîlerin bereketinden bereketlenmek, himmetiyle Allah'a yönelen sûfîlerin dualarından istifade etmektir. İşte geçmiş zamanlarda maksat buydu. Şimdi ise, fasid gayeler buna karıştı ve bu durumun dışına çıkıldı. Nitekim dinin diğer şiarları da böyle oldu.
Kişi hizmet etmekle çevresini çoğaltmak ister. Fazlasıyla mal elde etmek ve çevresinin çoğalmasıyla kuvvet kazanmak amacındadır. Eğer niyeti buysa, mezara kadar bile olsa uzlete çekilmek daha hayırlıdır. Eğer niyeti nefsinin terbiyesi ise, o niyet uzletten daha hayırlıdır. Bu da riyazât ve nefsinin terbiye olmasına muhtaç olan kimse hakkındadır. Böyle yapmak iradenin başlangıcı için zaruri ve kaçınılmaz bir fiildir. Nefsin idman ve terbiyesi tamam olduktan sonra serkeş bir hayvanın idmanından bekleneni değil, nefsini binek edinmek hakikatini anlaması gerekir. O serkeş hayvanın terbiyesinden onu binek edinip onunla merhaleler kat etmek, onun sırtında yolculuk yapılacağının kastedildiğini anlamak lazımdır. Beden, kalbin bineğidir. Kalp ahiret yolunu katetmek için bedene biner. Orada şehvetler vardır. Eğer o şehvetler kırılmazsa, yolun ortasında serkeşlik yapar. Bu bakımdan ömrü boyunca nefsin idmanıyla meşgul olan bir kimse, tıpkı ömrü boyunca serkeş hayvanın terbiyesiyle meşgul olup bir gün dahi onun sırtına binmeyen bir kimse gibidir. Bu bakımdan böyle bir kimse ancak hâlihazırda o hayvanın ısırması, refes at-ması ve tepmesi gibi huysuzluklarından kurtulur, ondan başka bir fayda temin edemez.
Bu fayda da hayatımla yemin ederim istenilen bir faydadır. Fakat böyle bir fayda, ölü bir hayvandan da temin edilebilir. Ancak şu var ki, serkeş bir hayvanın alıştırılması, ondan temin edilen bir fayda için istenir. İşte halihazırda şehvetlerin eleminden kurtulmak uyku ve ölümden de temin edilir. Sadece onunla yetinmek uygun bir hareket değildir. Tıpkı bir rahibin kendisine 'Ya râhip!' denildiğinde 'Ben rahip değilim. Ben ancak saldırıcı bir köpeğim. Nefsimi, halkı ısırmasın diye hapsetmiştim. Hepsi o kadar' demesi gibi.
Bu durum, halkı ısıran bir kimseye nisbetle güzeldir. Fakat sadece bununla yetinmek uygun değildir. Zira intihar eden bir kimse de halkı ısırmaz. Müslüman için nefsin terbiyesinden kastedilen büyük hedefe doğru gitmek gerekir. Kim bunu anlamış o yola yönelmiş ve o yolda gitmeye muktedir olmuş ise, uzlete çekilmenin, halk ile oturup-kalkmaktan daha fazla kendisine yardım ettiğini görür. Bu bakımdan böyle bir kimse için önce halk ile oturup-kalkmak, sonra uzlete çekilmek daha efdaldir.
Başkasına edep vermeye gelince, biz bundan ancak şunu kastediyoruz: Başkasını idman ettirmek ve olgunlaştırmaktır. Bu ise, mürşidin ve şeyhin müridlere karşı hareketidir. Zira böyle bir kimse onların kusurlarını, ancak onlarla oturup-kalkmak suretiyle temizler. Böyle bir kimsenin hali, muallimin haline benzer. Hükmü de onun gibidir. İlmin neşrine arız olan afet ve riya incelikleri burada da başgösterir. Ancak olgunlaşmaya gayret eden müridlerin durumu, ilim isteyenlerde görünen dünya hayallerinden uzaktır. Bu sırra binaen onlarda azlık, fakat ilim talebesinde çokluk görünür. Bu bakımdan kişi halkla oturup-kalkmak suretiyle halkın temizlenmesini, uzlete çekilmekle kazanılan faydalara kıyas etmelidir. Birini diğeriyle karşılaştırmalı ve hangisinin daha üstün olduğunu görürse onu seçmelidir. Bu ise, ancak ince ictihadla idrak edilir. Durum ve şahıslara göre değişir. Mutlak şekilde şöyle veya böyle hükmetmek mümkün değildir.
IV. Ünsiyet Sağlamak
Velime yemeklerine, davetlere, muaşeret ve ünsiyet yerlerine giden bir kimsenin gayesi dostluk kurmaktır. Bu ise, hal-i hazırda nefsin hazzına dönüşür. Dostluğu caiz olmayan bir kimsenin yakınlığı gibi... Bazen haram bir yönde gelişir veya mübah bir yönde gelişir. Bazen dinî bir iş için müstehab olur. Din hakkındaki hâl ve sözlerini müşahede edip kendisiyle arkadaşlık edilen kimsenin yakınlığında bu durum düşünülebilir. Takvâ şiarına sarılan meşayihle yakınlık kurmak gibi... Bazen de sadece nefsin hazzına bağlı bulunur. Eğer gaye burada kalbin ibadetteki gayretini tahrik etmek için rahata kavuşturmak ise, böyle bir yakınlık müstehab olur. Çünkü kalpler soğudukları zaman körleşirler. Ne zaman tek başına bulunmakta vahşet, başkasıyla oturmakta kalbe rahatlık veren yakınlık varsa, bu takdirde halka karışmak daha evladır. Zira ibadette ahenkli gitmek ibadetin kuvvetinden ve yerli yerinde yapılmasından ileri gelir.
Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Muhakkak Allah Teâlâ usanmaz ve fakat siz bezip usanırsınız!42
Hiç kimse bu durumdan kurtulamaz. Çünkü nefis arada sırada istirahata kavuşturulmadıkça daimi bir şekilde hak ile yakınlık kuramaz. Onu daimi bir şekilde böyle bir yakınlığa zorla-mak, onu gevşemeye davet etmek demektir. Nitekim 'Muhakkak bu din sapasağlamdır. O halde bu dine rikkat ve şefkatle dal!' hadîs-i
şerifi ile bu mânâ kastedilmiştir. Rikkat ve şefkatle dine dalmak basiret sahiplerinin âdetidir. Nitekim İbn Abbas şöyle demiştir: 'Eğer vesvese korkusu olmasaydı, ben hiçbir zaman halkla oturmazdım'.
Başka bir zaman şöyle demiştir: 'Ben (vesvese korkusu olma-saydı) tanıdıklarımın bulunmadığı bir memlekete giderdim. İnsanları insanlardan başka acaba ne ifsad eder?'
O halde uzlete çekilen bir kimse muhakkak bir arkadaşa muhtaçtır. Onu görsün ve yirmi dört saatte bir saat onun konuşmasıyla ünsiyet kazansın. Bu bakımdan uzlete çekilen bir kimse uzlet sırasında bütün zamanını ziyan etmeyecek bir arkadaş arasın.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kişi dostunun dini üzerindedir. Bu bakımdan sizden her-hangi biriniz kimle dostluk yaptığına dikkat etsin.
Uzlete çekilen kişi dostuyla karşılaştığı zaman dinî işler hakkında konuşmaya dikkat etsin. Kalbin hâllerinden, kalpten şikayet edip hak üzerine sebat etmekte kusurlu olduğundan ve dosdoğru yola gitmediğinden yakınsın. Böyle yapmakta nefse nefes aldırmak ve istirahat vermek vardır. Nefsinin ıslahıyla meşgul olan herkes için burada geniş bir fırsat vardır. Zira kişi, birkaç uzun ömür yaşasa dahi yine nefisten yapacağı şikayetin sonu gelmez. Nefsinden razı olan bir kimse ise kesinlikle mağrur ve aldatılmıştır. İşte günün bazı saatlerinde, sadık bir dost ile sohbet etmek, çoğu zaman uzlete çekilmekten bir kısım insanlar için daha iyidir. Bu bakımdan burada önce kalbin ve arkadaşın halleri tedkik edilmeli, sonra bir arada oturulmalıdır.
V. Sevaba Nail Olmak
Sevaba nail olmak ise, cenaze merasimlerinde bulunmak, has-taları ziyaret etmek, bayram namazlarına gitmektir. Cuma na-mazına gitmek ise farzdır. Diğer namazlarda da cemaate katılmak gerekir. Ancak zahirî bir korkudan terkediliyorsa ve o korku ce-maatin faziletini kaçırmaya denk veya daha fazlaysa o zaman başka. Bu ise ancak pek nadir vakitlerde olur. Böylece evlenme me-rasiminde ve davetlerde hazır bulunmakta da sevap vardır. Zira bu yerlerde hazır bulunmak müslümanın kalbini sevindirmeye vesile olur.
Başkasına sevap kazandırmaya gelince, halkın, hastalığından veya başına gelen musibetten ötürü ziyaretine gelebilmesi için kapısını açık bırakmaktır. Böylece eğer kişi âlimlerden ise ve halka kendisini ziyaret etme imkânını veriyorsa, halk onu ziyaret etmek-ten dolayı sevaba nail olur. O da bu izni verdiğinden dolayı sevap kazanır. Bu bakımdan halk ile oturup-kalkmayı ve bundan ötürü kazanılan sevapları ile daha önce zikrettiğimiz âfetlerle karşı karşıya getirip tartmak gerekir. O zaman bazen uzlete çekilme temayülü ağır basar, bazen de halk ile haşır-neşir olmak ciheti ağır basar.
İmam Mâlik ve benzerleri gibi selefin bir cemaatinden hikaye edilir ki, bu zevat-ı kiram, davetlere icabet edip hastaları ziyaret etmeyi ve cenaze merasimlerine katılmayı terkettiler. Sanki bunlar evlerinin hasırları gibi, evlerinden ayrılmaz durumdaydılar. Ancak cuma namazına veya kabirleri ziyaret etmeye çıkarlardı. Bunlardan bir kısmı da şehirleri bırakmış dağların başına çekilmişti. Bütün bunları ibadete vakit bulmak ve meşguliyetlerden kaçınmak için yapıyorlardı.
VI. Tevazu Sahibi Olmak
Halk ile oturup-kalkmaktan tevazu elde edilir. Tevazu ise makamların en üstünüdür. Tek başına oturmaktan tevazu elde edilemez. Bazen kibir ve gurur uzlete çekilmeyi seçmeye sebep olur.
İsrailiyat'ta rivayet ediliyor ki, hukemadan birisi hikmet ilminde üçyüz altmış eser yazdı ve bu eserleriyle Allah nezdinde bü-yük bir mertebeye vardığını sandı. Allah Teâlâ, o zamanın peygamberine 'Git falana söyle! Sen yeryüzünü nifak ile doldurdun. Ben senin o nifakından tek birşey dahi kabul etmem' diye vahyetti. Ravi diyor ki: Kişi bu sefer uzlete çekildi. Yer altındaki bir mağaraya sığındı ve içinden dedi ki: İşte ben şimdi rabbimin rızasına nail oldum!' Bunun üzerine Allah Teâlâ yine peygamberine vahyetti: 'Ona söyle! Sen halk ile karışıp halktan gelen eziyetlere göğüs germedikçe benim rızama nail olamazsın'. Bunun üzerine adam çarşıya çıktı, halka karıştı, onlarla oturup yedi, onlardan aldı, onlara verdi. Onlarla beraber çarşı ve pazarlarda gezdi. Bu durumdan sonra Allah Teâlâ peygamberine şu şekilde vahy gönderdi: İşte şimdi o kulum, benim rızama nail oldu'.
Nice kimseler vardır ki, evlerinde uzlete çekilmişlerdir. Onu uzlete sevkeden şey gururdur. Onu halkın içine girmekten alıkoyan 'Ben gidersem bana gereken hürmeti göstermezler, beni öne almazlar' zihniyeti veya onlarla karışmaya tenezzül etmeyişidir veya kendisini daha yüce görüp ve halk arasına karışmazsa daha yüksek kalacağını düşünür.
Bazen kişi, eğer halka karışırsa, kötü tarafları bilinir korkusuyla uzlete çekilir ki, zahid ve vaktini ibadetle değerlendiren bir kimse olmadığı bilinmesin diye, evini ayıplarının üzerine gerilmiş bir perde edinir. Dolayısıyla halkın kendisinin hakkında 'zahid ve abiddir' demesini sağlamış olur. Oysa halvette geçen vaktini zikir ve düşünceye sarfetmiş de değildir. Böyle kimselerin bilinmelerinin alâmeti şudur: Bunlar halk tarafından ziyaret edilmelerini severler, fakat halkın ziyaretine gitmeyi sevmezler. Avam tabakasının ve idarecilerin kendilerine yaklaşmalarıyla sevinirler. Kapılarında ve yollarında halkın toplanmasını ve halka ellerini öptürmeyi hoş görürler. Eğer hakîkaten böyle bir kimse nefsini terbiye etmekle uğraşsaydı, halka karışmayı ve insanları ziyaret etmeyi çirkin görmezdi. Ayrıca halkın kendisini ziyaret etmeleri de hoşuna gitmezdi.
Nitekim biz daha önce bu durumu Fudayl b. İyaz'dan hikaye etmiştik. O yanına gelen zata şöyle der: 'Sen bana, birbirimize yağ çekelim diye gelmişsin'.
Hâtem-i Esemm kendisini ziyarete gelen emîre 'Benim senden istediğim şu ki ne ben seni göreyim ne de sen beni' demiştir. Bu bakımdan herhangi bir kimse, nefsiyle beraber Allah'ın zikriyle meşgul değilse, o kimsenin halktan uzak durmasının sebebi; halk ile şiddetle meşgul olmasıdır. Çünkü böyle bir kimsenin kalbi halktan uzak durmakla halkın kendisine ihtiram gözüyle bakmalarını seyredip lezzet almak ister.
Bu sebepten ötürü uzlete çekilmek, bir kaç açıdan cehalettir.
1. İlmen ve dinen büyük olan bir kimsenin rütbesini, halkla oturup-kalkmak ve tevazu göstermek zerre kadar alçaltmaz. Zira Hz. Ali (r.a) elbisesinin eteğinde ve elinde hurma ve tuz alıp evine götürür ve şöyle derdi: 'Kâmil bir kimsenin kemâlini, çoluk çocuğuna alıp götürdüğü şeyler zedelemez'.
Ebu Hüreyre, Huzeyfe b. Yeman, Ubey b. Ka'b ve İbn Mes'ud (r.a) odun yüklerini sırtlar,un çuvalını omuzlar, evlerine götürür-lerdi. Ebu Hüreyre Medine valisi iken, tepesinin üzerindeki evine odun taşır ve yoldakilere 'Emîrinize ve valinize yol veriniz' diye bağırırdı. Peygamberlerin efendisi (s.a) çarşıdan eşya satın alır, bizzat evine götürürdü. Arkadaşı 'Bana ver, ben götüreyim' deyince şöyle derdi:
Eşyanın sahibi onu taşımaya herkesten daha fazla müstehaktır.43
Hz. Hasan dilencilerin yanından geçer, bu sırada onlar sofraya oturmuşlardır ve Hasan'a 'Ey Hz. Peygamber'in oğlu! Öğle yemeğine buyur!' diye teklifte bulunurlar, o da atından inip yol üzerinde oturur, onlarla beraber yer ve sonra atına binerek der ki: 'Muhakkak Allah mütekebbir kimseleri sevmez'.
2. Halkın kendisinden razı olmasını sağlamak için gayret eden, halkın hakkındaki inancını güzelleştirmeye çalışan bir kimse aldanmıştır. Çünkü böyle bir kimse eğer Allah'ı hakkıyla tanımış olsaydı bilirdi ki halk onu Allah'tan zerre kadar müstağni edemez! Kendisine gelen zarar ve fayda Allah'ın kudret elindedir.
Allah'tan başka gerçekte zarar ve fayda verici hiç kimse yoktur ve yine bilirdi ki, halkın rıza ve sevgisini Allah'ı küstürmek suretiyle talep eden bir kimseye Allah kızar ve halkı da ona kızdırır. Halkın razı edilmesi elde edilmez bir hedeftir. Bu bakımdan Allah'ın rızası başkasının rızasını talep etmekten daha evladır.
İmam Şâfiî Yunus b. Abdulâlâ'ya şöyle demiştir: 'Vallahi ben sana ancak nasihat ederim. Muhakkak ki, halktan selâmet kalmanın yolu yoktur. Bu bakımdan bak, seni ıslah eden şeyi yap!'
Yine bu sırra binaen denildi ki: 'Halkın durumunu düşünen bir kimse üzüntüsünden ölür. Cesur bir kimse ancak lezzeti elde eder'.
Sehl et-Tüsterî arkadaşlarından birisine baktı ve kendisine dedi ki: 'Filan filan şeyleri yap!' Bunu da kişiye vermiş olduğu bir emirden dolayı söyledi. O kişi de şöyle dedi: 'Ey hocam! Ben insan-lar için bunu yapmaya güç yetiremiyorum'. Bu esnada Sehl, ar-kadaşlarına dönüp şöyle demiştir: 'Bir kul bu işin hakikatine ancak iki vasıftan birisine sahip olursa nail olabilir: a) Bir kul ki, in-sanların gözünden düşer, dünyada yaratıcısından başkasını gör-mez. O iman eder ki Allah'tan başka hiç kimse kendisine zarar veya fayda vermeye muktedir değildir, b) Bir kul ki nefsini küçük görür ve gördüğü herhangi bir hale beş para kıymet vermez'.
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Hiç kimse yoktur ki, hem seveni hem de buğzedeni olmasın. Madem durum budur, sen ibadet eh-liyle beraber ol!'
Hasan Basrî'ye şöyle denildi: 'Ya Ebu Said! Bir kavim senin meclisine geliyor. Onların gayeleri senin konuşmalarında hata bulup sana sual sormak suretiyle seni susturmak ve taciz etmektir'. Bu söze karşılık Hasan tebessüm ederek şöyle demiştir: 'Sen hiç üzülme! Çünkü ben nefsime cennetin meskenlerini, Rahmân'ın komşuluğunu va'dettim. Nefsim de buraları istiyor. Ben nefsime halktan selâmet kalacağını söylemedim. Çünkü ben kesinlikle bildim ki, halkı yaratan, onlara rızık veren, dirilten ve öldüren dahi onların dilinden kurtulamaz'.
Hz. Musa (a.s) şöyle der:
- Yarabî Halkın dilini benden uzak tut!
- Ya Musa! Senin bu isteğin öyle bir istektir ki, ben kendim için bile bunu tercih etmiş değilim. Nerede kaldı ki, senin için tercih edeyim.
Allah Teâlâ Üzeyir'e şöyle vahyetmiştir: 'Eğer sen, seni insanların ağzında çiğnenen bir sakız yapmama razı olup hoşgörü göstermezsen, seni nezdimde mütevazi kullarımın arasına kaydetmem!'
Bu bakımdan evine kapanıp dolayısıyla halkın hakkındaki inançlarını güzelleştirmek ve sözlerini tatlılaştırmak için çaba sarfeden bir kimse, dünyada hazır bir meşakkat ve azabın içinde kıvranır. Ahiret azabı ise, elbette daha büyüktür. Eğer bilselerdi... (Zümer/26)
Bu bakımdan uzlete çekilmek, ancak bütün vakitlerini rabbini düşünmek ve anmak suretiyle değerlendiren bir kimse için müstehabdır. Bütün vaktini ibadet ve ilme harcayan eğer insanlarla oturup-kalksaydı Vakitleri zayi olacaktı ve afetleri çoğalacaktı, ibadetleri darmadağın olacaktı bir kimse için, uzlete çekilmek müs
tehabdır. İşte bunlar, uzlete çekilmenin gizli tehlikeleridir. Bunlardan sakınmak gerekir. Çünkü bunlar 'kurtarıcılar' şekline gelen 'helâk ediciler'dir.
VII. Tecrübe Edinmek
Tecrübeler, halk ile karışmaktan ve halkın hâllerini görmek-ten elde edilir. Elbette akıl, din ve dünya maslahatlarını anlamakta tek başına yeterli olmaz. Ancak tecrübe ve temas bu şekildeki mas-lahatları anlamakta fayda verir. Tecrübelerin eliyle yoğrulmamış bir kimsenin uzlete çekilmesinde hiçbir fayda yoktur. Çünkü çocuk uzlete çekilirse, katıksız cahil olarak kalır. Halbuki önce öğrenmekle meşgul olmak, öğrencilik müddetinde muhtaç olduğu tecrübeleri elde etmek gerekir. Bu da daha sonra kendisine yeter. Geri kalan tecrübeler halkın durumlarını dinlemekten elde edilir. Artık bundan sonra halka karışmaya muhtaç olmaz.
Tecrübenin en mühimlerinden biri kişinin kendi nefsini, ahlâkını ve iç âleminin sıfatlarını bilmesidir. Kişi ancak uzlete çekilmek suretiyle böyle bir bilgiye güç yetirebilir. Çünkü her tecrübe tenhada kolaydır. Öfkeli veya kinli veya hasetçi bir kimse, nefsiyle başbaşa kaldığı zaman onun pisliği dışarıya taşmaz.
İşte bu sıfatlar haddi zatında öldürücü sıfatlardır. Onları silmek ve yok etmek farzdır. Onları tahrik eden şeylerden uzaklaşmak suretiyle nefsi sükûnete kavuşturmak kâfi değildir. Bu bakımdan bu sıfatlarla dolu bir kalbin misali tıpkı cerahatle ve zamanla alttan dolmuş bir yaranın misaline benziyor. Bazen yaranın sahibi, yaraya dokunulmadıkça veya kıpırdanmadıkça elemini hissetmez. Eğer yarayı elleyecek bir ele veya yaranın durumunu görecek bir göze sahip değilse veya yarayı kıpırdatacak bir kişi beraberinde yoksa, çoğu zaman yarasının iyi olduğunu zanneder. Nefsindeki cerahati hissetmez. Onun yok olduğuna inanır. Fakat biri yarayı eşelerse veya hacamat yapanın aleti yaraya isabet ederse yaradan cerahat akar. Akmaktan menedilen ve zorluk su-retiyle bağlatılan birşeyin, bırakıldığı zaman körü körüne yuvarlanıp gitmesi gibi, feyezan eder. İşte kin, cimrilik, haset, öfke ve diğer kötü sıfatlar ile dolu bulunan kalp de aynen böyledir. Bu kalbin pislikleri, ancak ellendiği zaman başgösterir. İşte bundan dolayı ahiret yolunun yolcuları, nefislerini tezkiye etmeye çalışırlar, nefislerini denerler. Onlardan herhangi bir kimse nefsinde gurur ve kibri hissederse o gurur ve kibri silmeye çalışır. Hatta onlardan bazıları su dolu bir dağarcığı halk arasında sırtlar veya bir kucak odunu tepesine alır ve çarşılarda gezdirir ki bununla nefsini de-nemiş olsun. Çünkü nefsin hileleri ve şeytanın desiseleri gizlidir. Az kimse bunları hissedebilir.
Bu sırra binaen bir zatın şöyle dediği hikaye edilir:
Ben otuz senelik namazımı yeniden kıldım. Oysa ben o namazlarımı cemaatin birinci safında kılmıştım. Fakat bir ara özürden dolayı geri kaldım. Birinci safta yer bulamayınca ikinci safta durdum. Bir de ne göreyim, halkın bana bak-masından dolayı nefsim bir hacalet ve utangaçlık içinde kaldı. 'Nasıl oluyor da birinci saf benim elimden alınabiliyor' diye kendi kendime mırıldanıyordum. Böylece bildim ki, şimdiye kadar kılmış olduğum namazlarım riya ile katışıp halkın bana bakmalarının lezzetiyle meczedilmiştir. Onların beni hayırlı işlere koşanlar zümresinden görmeleriyle karışmıştır!
Bu bakımdan halk ile karışmanın kalbin gizli pisliklerini çıkarmak ve açıklamak hususunda büyük faydası vardır ve bu sırra binaen denilmiştir ki: 'Yolculuk insanın ahlâkını ortaya çıkarır'. Çünkü yolculuk halkla karışmanın daimi bir çeşididir.
Bu mânâların tehlikeleri ve incelikleri helâk eden şeyler bölümünde gelecektir. Zira bu mânâları bilmemekten birçok amel yanar. Bu mânâları bilmekten dolayı da az bir amel arttıkça artar. Eğer o olmasaydı ilim amelden üstün olmazdı. Zira namazı bildiren ilimin ki sadece namaz için kastedilir namazdan üstün olması muhal olur. Çünkü biz biliyoruz ki, başkası için istenen bir şeyden, bizzat kendisinden ötürü istenen şey daha üstündür. Oysa şeriat, âlimin âbidden üstün olduğuna hükmetmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.44
Bu bakımdan ilmin üstünlüğü üç yöndendir:
1. Bizim söylediğimizdir.
2. Faydası başkasına sirayet edici olduğu için faydasının umumi olmasıdır. Amelin ise faydası başkasına geçici değildir.
3. İlimden Allah'ın sıfat ve fiillerini bildiren ilim kastedilmelidir. Böyle bir ilim, her amelden daha üstündür.
Amellerin gayesi kalbi halktan yaratıcıya çevirmektir ki kalp, halktan yaratıcıya döndükten sonra, yaratıcının bilinmesine ve se-vilmesine daha fazlasıyla yanaşmalıdır. O halde amel ve amelin ilmi, bunun için istenir. Bu ilim de müridlerin en son hedefidir. Amel bunun şartı gibidir ve bu hakîkate şu ayetle işaret buyurulmuştur:
Hoş kelimeler O'na yükselir. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir. (Fatır/9)
İşte buradaki 'hoş kelimeler' bu ilmin ta kendisidir. Amel ise bu ilmi maksadına kaldırıp götüren bir hammal gibidir. Bu bakımdan kaldırılan kaldırandan daha üstündür. Bu söz, bu ko-nuyla ilgili değildir. Bu bakımdan biz maksudumuza dönüyor ve diyoruz ki: Sen uzletin fayda ve tehlikelerini bildiğin zaman, kesinlikle göreceksin ki, mutlak bir şekilde 'uzlet daha efdaldir' veya 'halka karışmak daha üstündür' demek yanlıştır. Şahsa ve şahsın haline, arkadaşına ve arkadaşının haline bakmak gerekir, insanı halka karışmaya zorlayan sebep, halka karışma sebebiyle elden kaçan faydalardan herhangi birine dikkatle bakıp izlemek lazımdır. Elden kaçan, elde edilenle mukayese edilmelidir. İşte o zaman hakîkat görünür ve en faziletlisi açığa çıkar.
İmam Şafiî'nin sözü burada tam bir ölçüdür.
Zira kendileri Yunus b. Abdulâlâ'ya şöyle demiştir: 'Ey Yunus! Halka yüzünü ekşitmek düşmanlık kazanmanın aletidir! Halka tamamen açılıp güler yüzlülük göstermek ise, kötü arkadaşların celbine alettir. Bu bakımdan sen surat asmakla, güler yüzlülük arasında bulun!'
Bu sırra binaen ihtilat ve uzlette mutedil olmak farzdır. Bu ise, hallere göre fayda ve âfetlerin düşüncesiyle değişen bir durumdur. Böylece en faziletlisi açığa çıkar. İşte sarih ve açık hakîkat budur. Bunun dışında söylenilen her hüküm kusurludur. Ancak şu var ki herkes içinde bulunduğu özel hâlinden haber vermiştir. Onun özel hâliyle, hâlde kendisine muhalif olan bir kimsenin üzerine hükmetmek caiz değildir. İlmin zahirinde âlim ile sufi arasındaki fark buna dönüşür. Şöyle ki, sûfî ancak kendi özel hâlinden dem vurur. Bu bakımdan çeşitli meselelerde sûfîlerin vermiş oldukları cevaplar elbette çeşitli olacaktır. Âlim ise, hakkı olduğu gibi idrak eden bir kimse demektir. Hiçbir zaman nefsinin hâline bakmaz. Hak ona keşfolunur. Bu hükümde hiç ihtilaf edilmemiştir. Zira hak daima birdir. Fakat hakkı bilmekte kusurlu olanlar ise, sayısı hadde hesaba sığmayacak kadar çoktur. Bunun için sûfîlerden fakirlik hakkında sorulduğunda, herbiri başkasının cevabına ters düşecek bir cevap vermiştir. Bütün bu cevaplar, cevap verenin özel haline göre haktır. Ama esasında hak değildir. Zira hak ancak birdir. İşte bu sırra binaen Ebu Abdullah'a 'fakirlik nedir?' diye sorulduğu zaman, cevap ola-rak dedi ki: "İki yeninle duvara vur Ve 'Rabbim Allahtır' de! İşte fakirlik budur".
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: 'Fakir o kimsedir ki, ne kimseden birşey ister, ne de hiçbir şeyde muarazada bulunur. Eğer kendisiyle muaraza yapılırsa, sükût eder'.
Sehl Tusterî dedi ki: 'Fakir odur ki, dilenmez ve toplamaz'.
Bir zat da şöyle demiştir: 'Fakirliğin senin olmamasıdır... Eğer senin olursa, senin olmaması hasebiyle senin için olmamasıdır'.
İbrahim Havas dedi ki: 'Fakirlik şikayeti terketmek, belânın eserini açığa vurmaktır'.
Eğer yüz sûfîye fakirliğin tarifi sorulsa yüz tane cevap verildiği görülür. İki kişinin aynı cevabı verdiğine binde bir rastlanır. Bütün bu cevaplar bir yönde haktır. Çünkü herkes kendi halinden ve kalbine galip gelen durumdan dem vurur. Bunun içindir ki, onlardan iki kişi görmezsin, arkadaşının tasavvufta sabit kademli olduğunu söylesin veya arkadaşını övsün. Herbiri kendisinin hakka vasıl olduğunu ve hakka vakıf olduğunu iddia eder. Çünkü bu zevatın tereddütleri kendilerinde oluşan hâllerin durumuna göredir. Bunlar, ancak nefisleriyle meşgul olurlar. Nefislerinden başkasına bakmazlar. Fakat ilmin nuru parladığı zaman, herşeyi kapsar, perdeyi kaldırır, ihtilâtı ortadan söker ve atar.
Bunların görüşleri, gölgeye nazaran zeval (öğle) vaktinin delilleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürenlerin görüşüne benzer. Onların bazıları 'Bu gölge yaz mevsiminde iki ayak olur' demiştir. Diğer bir grup ise 'Yaz mevsiminde yarım ayaktır' demişlerdir. Başkası bunlara hücum etmiş ve demiş ki: 'Kış mevsiminde yedi ayaktır'. Başkasından hikaye edildiğine göre 'beş ayaktır'. Başka bir grup da bunlara hücum etmiştir.
İşte fakîhlerin bu keşmekeşlikleri sûfîlerin cevap ve ihtilaflarına benzer. Zira bu fakîhlerin herbiri bulunduğu memleketin gölgesine göre hüküm vermiştir ve sözünde doğrudur. Fakat yanıldığı nokta; başkasını yanlışlıkla itham etmesidir! Çünkü bu kimsenin hatası, bütün dünyanın onun bulunduğu memleketten ibaret olduğunu veya bütün dünyanın onun memleketi olduğunu sanmasıdır. Nitekim sûfînin de herşeye kendisinin özel hâliyle hükmettiği gibi!... Oysa zeval vaktini bilen zat o kimsedir ki; gölgenin uzama ve kısalmasının illetini memleketten memlekete değişmesinin sebebini bilir. Böyle bir kimse, çeşitli memleketlere göre çeşitli hükümlerden haber verir ve der ki 'Bazı memleketlerde zeval zamanında gölge diye birşey kalmaz. Bazılarında gölge uzar. Bazılarında da kısalır'.
İşte uzlet ve ihtilatın faziletinden zikretmek istediğimiz ka-darını beyan etmiş bulunuyoruz.
Soru: Uzleti seçip, uzleti kendisi için daha üstün ve selâmetli bilen bir kimse için, uzlete çekilmenin âdâbı nedir?
Cevap: İhtilatın âdâbını tedkik etmek uzun sürer. Oysa biz bun-ları Sohbet Adabı bölümünde zikretmiştik.
Uzletin âdâbına gelince, bu uzun değildir. O halde uzlete çekilen bir kimse için, bu uzletiyle nefsini halka zarar vermekten sakındırmak niyyetini herşeyden önce taşıması gerekir, sonra ikinci derecede şerirlerin şerrinden selâmet kalmayı talep etmeli, üçüncü derecede müslümanların haklarını yerine getirmekte kusur etmenin âfetinden kurtulmayı, dördüncü derecede himmetinin bütün varlığıyla Allah'a ibadet etmeyi niyet etmelidir. İşte uzlete çekilenin niyetinin âdâbı böyle olmalı ki, uzletin meyvesini koparıp yemiş olsun. Halkın fazlaca yanına girmesini, ziyaretine gelmesini menetmeli ki vakitlerinin çoğunu boşa geçirmeye vesile olmasınlar! Halkın haberlerini sormaktan, memlekette cereyan eden olaylara kulak vermekten sakınmalıdır. Halkın meşgul olduğu şeyleri sormamalıdır. Zira bütün bunlar kalbe dikilen fidanlar olur. Hatta haberi olmaksızın namaz ve düşünce esnasında kalbin içinde fideleşir. Bu bakımdan haberlerin kulağa girmesi, tohumun yere düşmesi gibidir. Muhakkak bitmesi, köklerini yere, dallarını havaya bırakması lazımdır. Biri diğerini gerektirir. Uzlete çekilen kişinin mühim vazifelerinden biri, Allah'ın zikrine mani olan vesveselerin kökünü kazımaktır. Halkın haberi ise, vesveselerin kaynak ve kökleridir.
Uzlete çekilen kişi, az bir geçime kanaat getirmelidir. Aksi tak-dirde geniş adımlar atmak onu halka muhtaç ve mecbur eder. Dolayısıyla ihtilata muhtaç olur. Komşularının eziyetine sabırlı olmalıdır. Uzlete çekilmesinden dolayı hakkında söylenen methiyelere kulağını tıkamalıdır veya 'Neden ihtilali terketmiş?' diye aleyhine atıp tutanları duymamazlıktan gelmelidir. Çünkü bütün bunlar, kalbe menfi tesir eder, velev ki kısa bir müddet için de olsa. Kalp böyle şeylerle meşgul olduğu zaman, muhakkak ahiret yolunda atılan adımlardan geri kalır. Çünkü yürümek kalp huzuruyla beraber zikir ve virde devam etmekle mümkün olur veya Allah'ın celâl sıfatı, fiilleri, gökler ve yerin melekutunu düşünmekle veya amellerin inceliklerini, kalpleri ifsad eden şeyleri ve bunlardan sakınmanın yollarını aramakla mümkün olur. Bütün bunlar, boş vakit isterler.
Bunlara kulak vermek, hal-i hazırda kalbi teşviş eder. Bazen de beklenmedik bir anda zikrin devamı esnasında bunlar yeni yeni hatıra gelirler. Uzlete çekilenin salih bir hanımı veya salih bir arkadaşı olmalı ki, günde bir saat ibadete devamın yorgunluğunu gidermek için nefsi onunla istirahata kavuşsun. Böyle bir istirahat ibadet etmeye yardımcı olur. Kişi dünyadan tamahını kesmelidir. Tamah, ancak emelini kısaltmakla kesilir. Nefsine uzun bir ömür takdir etmemesiyle, akşamlamayacak üzere sabahladığı, sabahlamayacak üzere akşamladığı zihniyetiyle sona erer. Böylece bir günün sabrı kendisine kolay olur. Fakat eğer eceli gecikirse kişiye yirmi sene sabretmeye azmetmek kolay gelmez. Bu bakımdan kişi ölümü ve kabirdeki tenhalığı hatırlamalıdır. Hele kalbi yalnızlıktan daraldığı anda...
Kişi kesinlikle bilmeli ki, ünsiyet edecek kadar Allah'ın zikir ve marifeti bir kimsenin kalbinde yerleşmedikçe, böyle bir kimse ölümden sonraki yalnızlığın vahşetini kaldıramaz ve buna güç yetiremez ve yine muhakkak bilmelidir ki, Allah'ın zikri ve marifetiyle yakınlık kuran bir kimsenin yakınlığını ölüm silip kaldıramaz. Böyle bir kişi marifet ve yakınlığı sayesinde diri kalır. Hem de Allah'ın üzerindeki fazilet ve rahmetiyle sevindiği halde kalır.
Nitekim Allah Teâlâ şehidler hakkında şöyle buyurmuştur:
Sakın Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma! Doğrusu, onlar rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli haldedirler.
(Âlu İmran/169-170)
Kim nefsinin cihadında Allah için tecerrüd edip çalışıyorsa, o şehiddir. Ölüm, ister önce, ister sonra her ne zaman gelir ona yetişirse yetişsin, durumu değiştirmez. Bu bakımdan mücahid o kimsedir ki, nefsi ve hevasıyla mücahede eder.
Nitekim Hz. Peygamber bu durumu açık bir şekilde dile getirmiştir. En büyük cihad nefis cihadıdır. Nitekim sahabîlerden bazıları şöyle demişlerdir: 'Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük'. Sahabe-i kiram bundan nefis cihadını kastetmektedir.
Kitabu Âdâb'il-Uzlet (Uzlet Âdâbı) bölümü burada sona ermiş bulunuyor. Bundan sonra Kitabu Âdâb'is-Sefer (Yolculuk Âdâbı) gelecektir. Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur!
40) Ahmed b. Hanbel
41) Ali b. Ebi Tâlib'den zayıf bir senedle
42) Buhârî
43) Ebu Ya'la
44) Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.